Woody Allen’ın hikayesi 1930’larda geçen yeni romantik filmi Cafe Society’de Bronx’da doğan Bobby Dorfman (Jesse Eisenberg)’ın aşka yakalandığı Hollywood’a gidişini ve sonra sosyetenin kıpır kıpır gece hayatında ortalığı toza dumana kattığı New York’a dönüşünü izliyoruz. Bobby’nin renkli aile yaşamında olup bitenlere odaklanan film, dönemin heyacanını ve şaşaasını yansıtan film yıldızlarına, sosyeteye, playboylara, güzel kadınlara, politikacılara ve gangsterlere yazılmış parıltılı bir şiir olarak tanımlanıyor.
Ülkemizde 12 Ağustos’ta vizyona girecek olan filmi bir de ekibinden dinleyelim.
Woody Allen’ın Cafe Society’si; film yıldızları, milyonerler, playboylar, profesörler, fahişeler ve gangsterlerle dolu 1930’ların New York ve Hollywood’unun panoramik bir hikayesi. Filmin geniş karakter skalası daha hikayenin başında kendini belli ediyor. “Senaryoyu bir roman gibi kurguladım,” diyor Allen. “Bir kitapta olduğu gibi, filmin içinde de bir an soluklanıp baş kahramanı kız arkadaşıyla, ailesiyle, kız kardeşi veya gangster ağabeğiyle, Hollywood yıldızları ya da bitirimleriyle, hatta sonrasında sosyetenin içinde politikacılarla, güzel kızlarla, playboylarla, düğünlerinde karısını aldatanlarla ya da kocasını öldürenlerle birlikte görebilirsiniz. Benim için bu hikaye, bir kişinin değil herkesin hikayesiydi. Bobby’nin aşk hikayesi, filme etki eden atmosferin bel kemiği niteliğinde. Fakat tüm karakterler hikayenin dokusuna katkıda bulunuyor.” Tıpkı kitaplarda olduğu gibi filmde de bir anlatıcı var ve bu üst ses Allen’ın kendisine ait. “Kendim seslendirdim çünkü kelimelerin tam olarak nasıl ifade edilmesi gerektiğini en iyi ben biliyordum,” diyor. “Kendi kitabımı okumuş gibi olacaktım.” “Café Society”, 19.yy sonu ve 20.yy başında New York, Paris ve Londra’nın o dönem moda olan kafe ve restoranlarında toplanan sosyete, aristokrat, sanatçı ve ünlü takımını tanımlamak için kullanılıyor. Terim, 1930’larda New York’ta İçki Yasağı Dönemi’nin sonlanmasından sonra ve Café Society’nin müdavimlerinin hayatlarını açgözlü biçimde sütunlarına taşıyan bulvar gazeteciliğinin yükselmesiyle popüler hale geldi. “O dönem beni hep büyülemiştir,” diyor Allen. “Muazzam bir tiyatro yaşamı, kafe ve restoran kültürüyle şehrin en heyecanlı dönemiydi. Nereye giderseniz gidin, tüm ada, sofistike gece yaşamıyla çalkalanıyordu.” Altın Çağı’nı yaşayan Hollywood yıldızlarla dolu olsa da New York’tan farklı bir gece hayatına sahipti. “Gidecek çok yer yoktu. Her yer erkenden kapanırdı. Elbiseler daha sadeydi. Herkes arabasını kendisi sürerdi. Film yıldızları sayesinde bir miktar ışıltısı vardı ama New York’un sahip olduğu sofistike gece yaşamına sahip değildi,” diyor Allen.
Bir dönem portresi olmanın yanı sıra Café Society, aynı zamanda bir aile hikayesi. Bobby’nin ebeveynleri Bronx’ta bir kuyumcu dükkanı işleten, oldukça sıkı ahlaki kurallarla yaşayan bir çifttir. “Rose, yanıldığı düşünsem de, başka bir kocayla daha iyi bir hayatı olabileceğine inanıyor,” diyor Allen. “Sürekli kavga ediyorlar ama birbirlerine sadık ve aşıklar. Sadece bunu farklı bir şekilde gösteriyorlar. Birinin başına bir şey gelse, diğeri onu asla yalnız bırakmıyor.” Dorfman ailesinin en büyüğü Ben bir gangster. “Ben, babasını hiçbir zaman hiçbir şeye gücü yetmeyecek ve hayatın karşısında sürekli çırpınmak zorunda kalacak bir insan olarak görüyor,” diyor Allen. “Çetelere bulaşıyor, ona iyi para kazandıracak illegal işler giriyor. Hukuk sınırlarının dışında sefahat sürebileceği bir yaşam olduğunu görüyor.” Ailesinin sahip olduğu sıkı ahlaki kurallardan uzak olsa da Ben, her zaman her koşulda akrabalarının yardımlarına koşmaya hazırdır. Ailenin parlak çocuğu Evelyn ise öğretmen olup, bir profesörle evlenir. Bobby (Jesse Eisenberg), kuyumculuktan daha iyi bir işte çalışma umuduyla L.A. yollarına vurur kendini. Dayısı Phil Stern (Steven Carell) için çalışmak daha cezbedicidir. “Bobby, Hollywood’a gittiğinde el üstünde tutulacağını, cemiyet tarafından hemen kabullenileceğini sanan saf bir hayalperest,” diyor Eisenberg. “Tabii olaylar böyle gelişmiyor. Ama çok daha heyecan verici bir şey istediğini biliyor. Hayallerinin mümkün olduğuna inanan bir nesilden ve kültürden geliyor, hele ki hayallerini gerçekleştirmiş bir dayısı varken! Gerçek hayata tosladığında, yaşamın güzelliği ve zorluğu içerisinde kendini tatlı ama kusurlu bir şekilde yeniden inşa ediyor.
Café Society’de üç Oscar Ödüllü Vittorio Storaro ile çalışan Allen, “Hikayemi anlatmamda sinematografi çok önemlidir ve Vittorio, muhteşem bir sanatçı,” diyor. Allen ve Storaro filmi dijital çekerek kendileri adına bir ilki gerçekleştirdiler. Filmin içindeki üç dünyanın estetik farklılıklarını ortaya koyabilmek için yakın bir şekilde çalıştılar. “Bronx’ta doymamış, hatta neredeyse kış gecelerinde rastlayacağınız bir ışık kullandık,” diyor Storaro. Los Angeles içinse tam tersi geçerli: “Hollywood’da daha sıcak bir ton, güneşli bir ton hakim,” diyor. “Bobby New York’a döndüğünde her şey daha parlak, daha renkli… Özellikle gece kulübü sahneleri. Film ilerledikçe birbirinin zıttı iki şehir arasında bir denge oturmaya başlıyor. Bunu yapmayı seviyorum. Başlangıçta birbirinden farklı iki görsellik, yavaş yavaş birbirlerine geçiyor.” Genellikle sabit kamera kullanımında ve geniş açılar kullanılırken üst ses devreye girdiğinde Storaro ve Allen, Steadicam’e başvuruyor. “Anlatıcı yersiz yurtsuz ve zamansız biri,” diyor Storaro. “Tamamen soyut bir varlık. Anlatıcı hikayeyi anlatırken hikayeyi kendi bakış açışından anlatıyormuş gibi hissediyoruz. Bunlar Steadicam’i kullanmak, karakterin etrafında daha fazla yer alabilmek ve hikayenin duygusal aktarımını daha da kolaylaştırmak için harika anlardı. “Kulüpleri hem gerçek mekanlardan hem de dönemin filmlerinden esinlenerek modelledim,” diyor yapım tasarımcısı Santo Loquasto. “Yıllar boyunca o döneme dair bir referans kitaplığı oluşturdum. Hatta Radıo Days’i El Morocco’da çekmiştik. Woody’nin sevdiğini düşündüğüm şeyleri kullandım; döner merdivenler, barların tasarımları… Çalışmalarımın bir yeniden yaratımdan ziyade Woody’nin dünyaya bakışı olduğunu söylemeliyim. Bir yeniden yaratım değil, bir toplama çalışmasıydı yaptıklarım.” Kostüm tasarımcısı Suzy Benzinger’in işi de New York ile Hollywood’un şaşaası arasındaki farklılıkları ortaya koyuyor. “Hollywood, milyonlarca insanı sinemalara çekmek için yaratılmış ağız uçuklatan sahte bir dünya,” diyor Benzinger. “Oyuncuların şaşaalı görünmesi onlar için çok önemliydi. Evlerinden her çıktıklarında şık giyimli oluyorlardı. 1930’larda orkidelerle süslü kürklere sarınmış kadınların olduğu Hollywood filmlerinin hepsini izledik. Bu filmlerin ilk gösterildikleri tarih Ağustos, Kaliforniya’da milyon dereceyi gördüğümüz zamanlar! New York’ta ise daha gerçekçi. Hava soğuk olduğunda kadınlar dışarı çıkarken şapkalarını takıyor.” “New Yorklu kadınlar daha Avrupai, Kaliforniyalı kadınlara göre daha şık,” diyor Benzinger. “Fransız tasarımcıların New York’ta cirit attığını ve Chanel ile Schiaparelli için kadınlar arasında büyük bir mücadele olduğunu biliyoruz. O dönemin moda dergilerindeki yazıları okurken şöyle cümlelere rastlıyordum: “Bu, Paris’in en moda rengi!” Aynı zamanda bir senarist, yakın zamanda ilk filmini çekecek ve daha önce Allen ile çalışmış olan Eisenberg, Allen ile çalışmayı zorlayıcı ve tatmin edici olarak tanımlıyor. “Tüm gün aynı sahneyi çekmeyeceğinizi bilmek biraz sinir bozucu. Bir sahneyi istediğiniz gibi çekmediğinizi hissetseniz de o sahneyi filmde görebilirsiniz,” diyor. “Ama o sahnede en önemli şeye odaklanabilen ve onu en verimli, berrak ve sanatsal şekilde ifade eden biri tarafından izlenmek ve düzeltilmek de rahatlatıcı.” Carell, Allen’ın aynı sahneyi çok fazla çekmemesinden memnun. “Bir sahnenin tekrarı arttıkça çok fazla düşünmeye başlıyor ve yapay tepkiler geliştirmeye başlıyorsunuz. Olduğu kadarıyla yetinmesini seviyor ve bence bu işe de yarıyor.” Stewart, Allen’ın kendisini konfor alanından çıkardığını söylüyor. “Vonnie’de benim kolay kolay kabullenemeyeceğim bir neşe ve laubalilik var,” diyor. “Bu yüzden sürekli üstüme gelip o havayı yakalamam yönünde zorladı beni.” Lively, Allen’ın asla müdahaleci ve belli bir kalıpta davranmaya zorlayıcı olmadığını ama ihtiyaç duyduğu her seferinde yanında olduğunu söylüyor. “Diyaloğun hepsini vermiyor elinize. ‘Bu sahnenin havası biraz şöyle olmalı…’ diyor ve sonuna bir cümle ekliyor. O cümle sahneyle ilgili aklınızda kurduğunuz her şeyi yerle bir ediyor.” Carell, “Oyunculara o kadar saygı duyuyor ki her şeye hazır bir şekilde gelip işlerini yapacaklarını varsayıyor. Oyunculuğu oyunculara bırakıyor. Sizin bir sorunuz veya onun aklına takılan bir şey yoksa işler çok basit. Sahne oluyorsa fazladan herhangi bir söz duymuyorsunuz,” diyor. “Hayat, insanların seçimlerinin sonucudur,” diyor Allen. “Bobby ile Vonnie için işler bir yere kadar iyi gidiyor ama hep birlikte olacaklarını hayal etseler de bu olmayacak. Vonnie önceden farklı bir karar almış olsaydı birlikte olabilirlerdi. Ama işlerin aldığı hal düşünüldüğünde sadece rüyalarında birlikte olabilirler.”