9 Ağustos 2016

Neden underrated? - The Sunset Limited


Tv filmleri genel olarak pek önemsenmese de zaman zaman başyapıt seviyesinde örnekleriyle karşılaşıyoruz. Tommy Lee Jones’un yönetmen koltuğuna oturduğu The Sunset Limited de onlardan biri. Yönetmenin başarılı yazar Cormac McCarthy’nin oyunundan uyarladığı bu HBO yapımı, tek mekân filmlerinin de en unutulmazlarından bana kalırsa. The Sunset Limited’in bir Tv filmi ve iki karakterli bir tek mekân filmi olması yani bu iki ana özelliğinin onu underrated yapmaya yettiğini söyleyebilirim. Ama yine de filmin neden underrated olduğuna filmin anlattıkları üzerinden bir bakalım.

Köhne bir dairede biri beyaz, diğeri siyah olan iki adam karşılıklı oturmaktadır. Film böyle açılır. İsimsiz karakterlerimiz konuşmaya başladıklarında beyaz adamın ateist bir profesör olduğunu ve metro istasyonunda intihara kalkıştığını, dindar siyahinin de onu kurtardığını ve evine davet ettiğini anlarız. Tanrı’nın kendisini özel olarak görevlendirdiğine inanan siyah adam, profesörün koruyucu melekliğine soyunup, onu bu girişimden vazgeçirmeye çalışır. Filmin senaryosunu da kaleme alan McCarthy, birbirinin tamamen zıddı iki karakteri 90 dakika boyunca konuşturuyor. Karakterlerimizin siyah ve beyaz olması ve isimsiz oluşları bu zıtlığın altının çizilmek istenmesinin bir sonucu diye düşünüyorum. Farklı dünya görüşlerine sahip iki insanın düşünceleri çarpışıyor. Tartışmanın ana teması ise Tanrı, dinler ve hayatın anlamı\anlamsızlığı… 

Öncelikle filmin taraf tutmadığını, iki karaktere de aynı mesafeden yaklaştığını, seyirciyi de yönlendirmediğini belirtmem gerekiyor. Siyah ve beyaz adam konuştukça konuşuyor. Birbirlerini alt etmeye veya doğru olduğuna inandıkları şeyleri karşı tarafa empoze etmeye çalışmıyorlar. Zaman zaman süslü cümleler kursalar da hayatı anlamı veya anlamsızlığı üzerine sizi derin düşüncelere sevk edeceklerine hiç kuşkum yok. The Sunset Limited, cümlelerin altı çizilecek, kitap gibi okunacak bir film. Profesörü bu noktaya tam olarak neyin getirdiğini öğrenemesek de, “İnsan ne kadar çok şey bilirse mutsuzluğu o kadar artar.” çıkarımından bazı sonuçlara ulaşabiliyoruz. Savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuş, ölümü arzular hale gelmiş bir karakter o. Dindar siyahi karakterimiz ise şehrin varoşlarında yaşayan, kendini Tanrı’ya adamış, çözülmesi çok daha kolay biri. İki karakterimizin de bildiğinden şaşmayan, kolay kandırılabilir kişiler olmaması çetin tartışmayı leziz kılıyor. Film tamamen diyalogları, yani senaryosu ile yürüdüğünden çok zor bir işe soyunduğunu söylemek gerekiyor. Zira kurgu, görsellik ve olay akışından yoksun bir filmin seyirciyi tavlayabilmesi hiç kolay değil. Ancak The Sunset Limited, McCarthy’nin güçlü kalemiyle soluksuz izlenen bir seyirliğe dönüşmekte zorlanmıyor. Özellikle profesörün ağzından “Vazgeçemediğim tek şey vazgeçmek” veya “Ben karanlıkların profesörüyüm, gündüz kılığındaki gecenin” gibi öyle cümleler çıkıyor ki hayranlığımızı gizleyemiyoruz.

The Sunset Limited, inançlı karaktere İncil’in tamamına inanmadığını ve hatta kurtuluş için İncil’i okumaya dahi gerek olmadığını, Profesöre ise dinlerin insanı ölümden çok hayata hazırladığını, insanları hayallerle, yalanlarla kandırdığını söyleten cesur bir film. Bu cesareti de objektif yaklaşımdan alıyor diyebiliriz. Son bölümde profesörün baskın çıktığını görsek de bunun karakterin ağzının daha iyi laf yapması, derdini daha iyi anlatabilmesi ve en önemlisi iç çatışkısıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Jones’un filmi insanoğlunun hayata bakışını belirleyen en temel mekanizmayı zıt kutupları karşı karşıya getirip sorgularken, neye inanırsak inanalım karşı tarafı anlamaya çalışmamız, bir de onların gözünden bakabilmemiz gerektiğini söylüyor. “Neden bazı insanların Tanrı’ya inanmak istemediğini kabul etmiyorsunuz?” sorusuyla yazar McCarthy, birbirimizi anlamıyoruz daha doğrusu anlamak istemiyoruz diyor. Bu noktadan da insanoğlunun en önemli sorununun ben merkezli düşünce yapısı olduğu sonucuna varabiliriz.

The Sunset Limited, teatral bir film. Bu özelliğinin de genel kitle üzerinde bir tatminsizlik yarattığını bunun da filmin underrated olmasının en önemli faktörlerinden biri olduğunu düşünüyorum.