18 Haziran 2016

Açılış sekansındaki başyapıt - #1 Gangs of New York


Martin Scorsese’nin En İyi Film dâhil 10 dalda aday olduğu Oscar ödüllerinden eli boş dönen çalışması Gangs of New Yok, yönetmenin New York sevgisini görkemli bir tarihi/drama ile bir kez daha gösterdiği başyapıtlarındandı. Kamerasını 19. yüzyılın Amerika’sına çeviren ve çeteler arasındaki kanlı savaşları peliküle aktaran Scorsese, filmin 15 dakikalık açılış sekansını epik bir şölene çevirmişti. Kendi içinde bir finali de olan bu uzun açılış bir gövde gösterisi olmasının ötesinde oldukça anlamlı ve zengindir. Şimdi ayrıntılara bir bakalım.

İlk sahnede usturasıyla yüzüne bir çizik atan Rahip Vallon usturayı oğluna verir. Çocuk usturadaki kanı kendi elbisesine silmeye hazırlanırken Vallon oğlunu uyarır: “Hayır oğlum, asla! Kan her zaman kılıçta kalır!” Kanın kılıçta kalması; onuru, namusu veya idealleri için savaşan savaşçının o uğurda akıttığı kanın kutsiyetinin bir göstergesi olmalı. Rahibin oğluna öğretebileceği belki de son şeydir bu. Çünkü az sonra er meydanına çıkacak ve ölümüne savaşacaktır. Oğluyla el ele, son hazırlıklarını yapan çetesini de peşine takıp gururla yürüyerek karla kaplı sokaklara adım atan çete, rakiplerini beklemeye geçer. Tüm korkutuculuğuyla Kasap Bill ve çetesi de arz-ı endam eder. Çarpışmadan evvel, Rahip Vallon ve Kasap Bill’in birbirlerine meydan okumalarını ve atışmalarını izleriz. Burada girilen söz düellosu, hem karakterlerimiz hem de 1800’lü yılların New York’u hakkında seyirciyi bilgilendirir. İki çetenin karşı karşıya gelmesinin sebebi Five Point bölgesinin kimin olacağına karar vermektir. Bu kararı savaş belirleyecektir. Amerika’da doğdukları için kendilerine yerliler diyen ve bu toprakların asıl sahibi olduklarını düşünen Kasap Bill ve çetesi, İrlanda asıllı olan rakiplerini ise istilacı olarak görmektedir. Ellerindeki palalar, bıçaklar ve sopalarla birbirlerine giren iki çete de ölümüne bir savaş içerisinde olduğunu bilmektedir. 

U2’nin nefis parçası eşliğinde başlayan savaşı slow motion tekniğiyle ve oldukça estetik bir biçimde çekmiştir Scorsese. Karla kaplı zemin kana bulanırken, rahibin oğlu da tüm bu olup biteni korku dolu gözlerle izler. Kasap Bill, Vallon’u öldürür ve savaş sona erer. Ezeli rakibini alt eden Bill, çetesini uyarır: "Kulaklar ve burunlar günün ganimeti olacak ama hiçbir el ona dokunmayacak!” Bill er meydanın da onuruyla savaşan Vallon’un oradan tek parça halinde çıkmasına izin vererek, eskinin savaş kurallarına sadık olduğunu gösterir. Rahip Vallon’un oğluna son sözleri “Asla başka yöne bakma!”olur. Altın değerindeki bu son öğüt, babasız büyüyecek olan Amsterdam Vallon’un kurnaz Bill tarafından kendi saflarına çekilmesinden duyulan endişe yüzünden verilmiştir. Scorsese’in az sözle, çok şey anlattığını söyleyebiliriz. Geniş planda 19. yüzyılın New York’unu görürüz ve sekans sonlanır.

Gangs of New York, kanlı çete savaşları üzerine yükselen New York’un hikâyesidir. Scorsese, bu hikâyeye içerden bakarken, intikam hikâyesini merkeze alır. Çocuk büyüyecek, intikamı için yaşayacak ve babasının öldüğü topraklara geri dönecektir. Baba-oğul arasındaki ilişkiye dair tüm sahneler açılış sekansındadır. Filmin dramatik çatısı intikam hikâyesinin üzerine kurulduğu ve onun da temeli açılışta atıldığı için ayrı bir öneme sahiptir bu bölüm. Sekansı filmden bağımsız olarak değerlendirdiğimizde, karşımızda epik bir kısa film başyapıtı durduğunu söyleyebiliriz. Karakterlerimizin seyirciye tanıtılmasından, karakteristik özelliklerinin bir çırpıda verilişine ve aralarındaki ilişkinin boyutlarına kadar pek çok detayı 15 dakika içine sığdırabilmiştir Scorsese.

14 Haziran 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #48 Paprika


Hiçbir zaman Hayao Miyazaki gibi bir popülariteye sahip olamadan bu dünyadan göçen usta anime yönetmeni Satoshi Kon’un dördüncü ve son filmi olan Paprika, animasyon sinemanın zirve noktalarından biridir. Psikoteknik araştırma merkezinde bir grup terapistin, hastalarının rüyalarını kaydedebilecekleri DC Mini adlı bir cihaz icat etmesi ve bu cihazın çalınarak kötü emeller için kullanılmasıyla gelişen olayları konu edinen Paprika, yaratıcılıkta sınır tanımayan bir şaheser. 

Christopher Nolan’ın bilinçaltı bilimkurgusu Inception’ı derinden etkileyen ve pek çok açıdan esin kaynağı olan bu film, rüyaları kullanımıyla, türün diğer örneklerinden büyük ölçüde ayrılmayı başarıyor. Bu teknoloji The Cell ve Inception’da başka birinin rüyasına girme, başkasının rüyasını paylaşma ve rüyanın sahibinden ya bilgi çalmak ya da bilgi ekme gibi bir işleve sahipken, Paprika’da hastaları tedavi etme arzusuyla hayata geçiriliyor. Ancak filmin rüyaları kullanımı oldukça farklı. Birinin kafasına yapay bir rüya sokulabilmesi, hem de bunun kişi uyanıkken yapılabilmesi, insanın rüya âlemine çekilip sahte bir gerçeklikle baş başa bırakılarak ölüme dahi götürülebilmesi gibi fikirleri Paprika’yı sanal gerçeklik bilimkurgularına yaklaştırıyor. Rüyalarımızın kaydedilebilmesi ve bir rüyanın diğer zihinlere sokulabilmesi de filmin bilimkurgusal zenginliğinin göstergelerinden biri denilebilir. İnsanoğlunun en savunmasız olduğu anlarda ele geçirilerek yönlendirilebilmesi fikri oldukça korkutucu olsa da filmdeki kötülüğün, bizi çok daha korkutucu bir noktaya doğru sürüklediğini görüyoruz. Kötü karakterimiz, rüyalarımız aracılığıyla yeryüzünde yaşayan tüm ruhları bedenin sınırlamalarından kurtaracağına inanıyor. Bu arzusu uğruna gözünü karartması ve kendisini Tanrı yerine koymasıyla bilimin kötü emeller için kullanıldığında insanlığı nihai sona götüreceğine dair özgün bir hikâye ile baş başa kalıyoruz. 

Satoshi Kon rüyaları birer fantezi alanı olarak kullanıyor. Hem çizgilerin hem de rüyaların verdiği özgürlüğe güvenerek benzeri olmayan bir âlem inşa ediyor. Karnavalı kabusa dönüştürüyor ve akıllara kazınacak imgeleriyle parmak ısırtan bir işe imza atıyor. Rüyaların iç içe geçerek birleşmesi ve rüya âleminin gerçekliğe nüfuz etmesi gibi şaşırtıcı fikirleriyle son derece özgün ve hayranlık uyandırıcı bir anime olan Paprika, Satoshi Kon’un cesur anlatısı, seyircinin zekâsını hafife almaması, tekrarlanan sahnelerin büyüsü ve doyumsuz görselliğiyle unutulmayacak bir sinemasal deneyim vadediyor.

10 Haziran 2016

Sıra dışı bir sıradanlık gösterisi: Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus


Steven Shainberg’i nasıl bilirsiniz? Ya da şöyle sorayım Steven Shainberg’i bilir misiniz? 90’larda başladığı sinema kariyerine dört film sığdıran ve ancak sinemaseverlerin çoğunlukla yönetmenin çıkış filmi de sayılabilecek Secretary ile tanıdığı Shainberg, kendine has üslubu ve sıra dışı karakterleriyle nevi şahsına münhasır bir sinemacı portresi çiziyor. Yönetmenin dördüncü filmi Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus, yıldız isimleri Robert Downey ve Nicole Kidman’a rağmen vizyona girdiğinde pek ses getirmedi. Kimilerince kendisine hilkat garibelerinin fotoğrafçısı veya ucube fotoğrafçısı denilen Diane Arbus’un hayatını düşsel bir biyografi biçiminde hikâyeleştirerek beyazperdeye taşıyan Shainberg’in nasıl bir film çektiğine ve ne anlattığına bir bakalım.

50’li yılların New York’unu mesken tutan filmde fotoğrafçı eşi ve iki çocuğuyla görünürde mutlu bir hayat sürdüren Diane’in apartmana yeni taşınan yüzü maskeli gizemli komşusuyla tanışmasıyla birlikte değişen yaşamı hikaye ediliyor. Fur’a hayattaki amacını bilmeyen, işinde başarılı eşinin gölgesinde yaşayan sıradan bir kadının uyanış öyküsü veya bir kendini bulma öyküsü diyebiliriz. Hipertrikozis (aşırı ve anormal derece kıllanma) sendromundan muzdarip Lionel’e her geçen gün biraz daha fazla ilgi duyan Diane, bu süreçte kendi evine ve ailesine yabancılaşmaya başlıyor. Bu yabancılaşma hali, suçluluk duygusuna sebep oluyor. Ancak Diane’in Lionel’in çekim alanından kurtulamadığı gibi ona âşık olması, kendi hayatını yaşaması düşüncesinin filizlenmesini sağlıyor. Mağara adamını andıran Lionel’le kurduğu yakın ilişki Diane’in, fiziksel görünümleri anormal olduğu için bir şekilde toplumdan soyutlanan insanlara ilgi duymasına neden oluyor. Belki de kendi sıradan hayatının hilkat garibelerim dediği insanlarla birlikte olduğunda sıradanlıktan kurtulduğunu düşünüyor Diane. Shainberg, ünlü portre fotoğrafçısı Diane Arbus’un doğuşunu ve dönüşümünü anlatırken, ana karakterimizin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu da anlamamızı sağlıyor. Burada Nicole Kidman’ın Diane Arbus kompozisyonunun da hakkını verelim. 

Mağara adamı görünümlü Lionel ile güzeller güzeli Diane’in aşkı, akıllara hemen Beauty and the Beast (Güzel ve Çirkin)’i getiriyor. Belki uçuk bir yorum olacak ama Fur için post modern bir Güzel ve Çirkin filmi diyebiliriz. Oradaki imkânsız aşkı imkânlı hale getirip, sonra tekrar imkânsız aşka çevirmesi ve Güzel ile Çirkin’in rollerindeki kimi değişimler yönetmenin bilinçli tercihleri ve Beauty and the Beast’in bu hikâye üzerindeki etkilerinin net birer göstergesi bana kalırsa.

Fur’un en çok takdir edilmesi gereken noktası, Shainberg’in gerçek bir karakteri alıp, onu kendi gerçekliğinden koparmadan hayali bir biyografik film modeli inşa edebilmesi. Bu film, Diane Arbus’un nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu öğrenebileceğiniz, çalışmaları ve yaşamı hakkında donanımlı hale gelebileceğiniz bir biyografi değil. Diane Arbus, büyük ölçüde kurgusal bir karaktere dönüşüyor. Shainberg, gerçekle kurguyu kendine özgü bir biçimde bağlıyor. Örneğin Diane, hem gerçek hayatta hem de filmde eşinden uzaklaşıyor. Ancak çifti boşanmaya götüren sebepler gerçeklik ve kurguda tamamen farklı. Shainberg, bir karakter olarak Diane Arbus’un dönüşümüyle ilgilendiğinden, dramatik açıdan seyirciyi de etkileyebilecek bir kurguyu tercih ediyor. Fur’un en büyük sorunu ise Diane Arbus’un ünlü bir fotoğrafçıya dönüşünün hikâyesinden, içindeki tüm sıra dışılığa rağmen sıra dışı ve seyircinin hafızalarına kazınabilecek bir film olamaması. Shainberg’in duru anlatısının aleyhine çalıştığını da eklemeden geçmeyelim. Sonuç olarak; Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus’un ortalama ama ilgiye değer bir biyografi denemesi olduğunu söyleyeyim. 6.3\10

6 Haziran 2016

Genius 10 Haziran'da vizyonda!


Dünyaca ünlü kitap editörü Maxwell Perkins (F. Scott Fitzgerald ve Ernest Hemingway'i keşfeden kişi) ve etkileyici edebiyat devi Thomas Wolfe arasındaki karmaşık dostluk ve hayatlarını değiştiren mesleki ilişkilerini konu eden bir dram olarak tanımlanan Genius, Michael Grandage'ın ilk uzun metraj çalışması. Kadrosunda Colin Firth, Jude Law, Nicole Kidman, Laura Linney ve Guy Pearce gibi başarılı ve popüler oyuncuların ye aldığı film 10 Haziran’da gösterime giriyor.

Filmin konusu

Genç yaşında ün ve başarıya ulaşan Wolfe, çarpıcı yeteneğiyle örtüşen etkileyici de bir karaktere sahiptir. Perkins, tüm zamanların en saygıdeğer ve tanınan edebiyat editörlerindendir ve F. Scott Fitzgerald ve Ernest Hemingway gibi sembolleşmiş roman yazarlarını keşfetmiştir. Wolfe ve Perkins arasında şefkatli ve karmaşık bir dostluk gelişir. Eğitici ve önlenemez dostlukları, bu parlak ama birbirinden çok farklı iki adamın hayatını sonsuza dek değiştirecektir. 

Senarist John Logan’ın Genius ve uyarlama süreciyle ilgili düşünceleri

Genius, John Logan'ın, Maxwell Perkins'in hikâyesini 20 yıllık beyazperdeye taşıma yolculuğunun sonucu. Logan şöyle diyor: "Kitabı ilk okuduğum andan itibaren 'Bu hikâyeyi anlatmalıyım' dedim. Senarist, hikâyenin, herhangi bir yaratıcı ilişkiyle paralellik gösteren potansiyelini gördü. Ben de yazar olduğum için, hikâyedeki konularla empati kurabiliyordum. Başarıyla olan mücadele, bu başarının sizi ve etrafınızdaki insanlarla olan ilişkilerinizi nasıl değiştirebileceği, bana çok büyüleyici geliyor." Logan devam ediyor: "Amerikalı bir yazara göre, içinde Thomas Wolfe, F. Scott Fitzgerald ve Ernest Hemingway'in olduğu bir hikâyeye bakmak, insanın gözünü korkutan bir mücadeleydi. Üçü de 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının duayenlerindendi.

Bir yutkundum, oturdum ve şöyle dedim: "Şimdi F. Scott Fitzgerald'a bir sahne yazmalıyım. Ama benim ilgimi çeken hayatlarımızın üzücü gerçeği, Thomas Wolfe'un neredeyse tamamen unutulmuş olması. Genius’ın bu konuda bir katkısı olacaksa, umarım insanların 'Look Homeward, Angel' ya da 'Of Time and the River'ı alıp okumaya başlamalarını sağlaması olur." Logan, 1999'da, Any Given Sunday filmine yazdığı ilk senaryosunu satarak kazandığı parayla, Berg'le Los Angeles'ta buluşma planları yapmış. "Scott'a 'beni tanımıyorsun ama bu kitabı gerçekten uyarlamak istiyorum' dedim." Dediğine göre Berg, doğal olarak ilk biyografisine korumacı yaklaşmış. "Hiç Thomas Wolfe okuyup okumadığımı sordu. Utana sıkıla okumadığımı itiraf etmek zorunda kaldım ama görevim belliydi. Bütün yazı Wolfe'un eserlerini okuyarak geçirdim. Dört romanını ve kısa hikâyelerini okudum, ne olduğunu anlamak için Kuzey Carolina'ya gittim, Scott ve ben bunu konuşma sürecine girdik." A. Scott Berg, Amerikan edebiyatının en belirleyici döneminin arkasındaki gerçek hikâyeye, 60'ların ortasında, ergenlik yıllarında ilgi duymaya başlamış. Şöyle diyor: "F. Scott Fitzgerald'ın eserlerine olan tutkum o kadar yoğunlaştı ki, Fitzgerald oraya gittiği için üniversiteyi Princeton'da okudum." Princeton'daki ikinci gününde, üniversitenin Fitzgerald'a ait arşivlerini karıştırmaya başlamış ve Max Perkins'in Fitzgerald'ın eserlerine olan katkısını da orada topladığı binlerce dokümandan öğrenmiş. "Üniversitedeki dört yılımı Fitzgerald'ın yazılarını okuyarak geçirdim ve bulduğum en ilginç belgeler, Fitzgerald ve öldüğü güne kadar Max Perkins arasındaki yazışmalardı.

Logan şöyle diyor: "Bu bir drama ama aynı zamanda gerçek de bir hikâye. Bence önemli olan karakterlere ve tarihin ruhuna sadık olmak. Eserimde Marcus Aurelius'tan Mark Rothko ve Howard Hughes'a pek çok tarihsel şahsiyeti ele aldım. Tarihi bir dereceye kadar saptırabilirsiniz ama tamamen değiştiremezsiniz çünkü bu kötü niyete girer." Berg, zaten hiç böyle olmadığını söylüyor. "10'da 9, gerçek hikâye, bulabileceğiniz her dramdan daha dramatiktir. Filmde hiçbir yerde 'Tanrım, böyle bir şey olmadı' diye düşünmeme yol açan bir şey olmadı." Berg, romanı uyarlama sürecini şöyle anlatıyor: "John, buna dair görüşlerini de inancını da asla kaybetmedi. Arada tiyatro oyunu sahnelerken ya da James Bond filmi çekerken dikkati biraz dağıldı ama aklı hep başındaydı ve hep bizimle çalışabilecek bir yönetmen, yıldız ya da yapımcı arayışındaydık." Logan şöyle diyor: "Tamamen güvenebileceğim bir ortak alabilirdim. Yıllar içerisinde sayısız oyuncu, yönetmen ve yapımcıyla bunu nasıl yapabileceğimi konuştum."