20 Mayıs 2017

Godot'yu Beklerken


Samuel Beckett’in ilk kez 1953’te sahnelenen ve kendisini kitlelere tanıtan eseri Godot’yu Beklerken (Waiting for Godot), büyük yankı uyandırmış bir klasik. Bu klasik eseri okumamış veya oyunu izlememiş olanların, 2001 İrlanda yapımı sinema uyarlamasını görmesi gerektiğini düşünerek, eser hakkında iki kelam etmek istedim. Michael Lindsay-Hogg’un yönetmen koltuğuna oturduğu Godot’yu Beklerken, doğrudan DVD piyasasına sürülmüş filmlerden. Belki de bu yüzden film versiyonu pek bilinmiyor.

Tiyatro için yazılan Godot’yu Beklerken, sinemaya da herhangi bir yapısal değişikliğe uğratılmadan uyarlanmış. Dolayısıyla karşımızda tek mekânlı, az karakterli, çok konuşan ama boş konuşmayan bir minimal film var. Hikâyeyi bilmem anlatmaya gerek var mı? Vladimir ile Estragon adlı başıboş iki arkadaşın, sapa bir yol kenarında Godot adlı birini umutla umutsuzluk arasında gidip gelerek beklemelerinin öyküsü, bizi hayatta tutanın umutlarımız olduğu sonucuna götürse de, umutlarımıza körü körüne bağlanmanın yararımıza olmayacağını, bizi bir adım öteye götüremeyeceğini düşündürüyor.

Bu hikâye, yüzeydeki basitliğinin altında oldukça derin felsefi alt metinler saklıyor. Vladimir’in kurduğu “Daima bize var olduğumuz izlenimini verecek bir şey buluruz.” cümlesi Godot’yu Beklerken’in temelde varoluşumuzla ilgili bir hikâye olduğunu söylüyor. Beckett, var oluşumuzu nasıl anlamlı kılarız sorusundan önce, varoluşumuz anlamlı mıdır sorusunu yöneltmeyi tercih ediyor. Eser, zamanı ve mekânı en az karakterler kadar işlevsel kullanıyor. Vladimir ve Estragon, gitmek isterler ama gidemezler, zamanın amansız döngüsünden de kurtulamazlar. Hiçliğin ortasında olduklarından zaman ve mekân anlamını kaybetmiştir. Vladimir ile Estragon için bu anlamsızlığa anlam katan tek şey bekleyişleridir. Kendilerine bir ricada bulundukları Godot’yu sözleştikleri yerde bekleyen karakterlerimiz ondan ne istediklerini de unutmuşlardır. Bu unutma veya hatırlayamama durumu, ikisinin de muzdarip olduğu bir hastalıktır adeta. Sebebi ise zaman ve mekânın onları köşeye sıkıştırması, monotonlukla işkence etmesidir. Beckett, alışkanlıklarımızın bazen neyi, niçin yaptığımızı unutmamıza, sebeplerini sorgulama gereği duymamamıza neden olduğunu ve hatta bizi duyarsızlaştırdığını söylüyor. Filmde ağaçta beliren iki yaprakla, küçük de olsa değişimlerin monoton hayatlarımıza anlam katabileceği vurgulanıyor. Ana karakterlerimiz hissizleştiklerinden ve birbirlerine bağlanmış olduklarından hayatın kısır döngüsünden kurtulamıyor. Değişimi gerçekleştirip o döngüyü kırması için Godot’yu bekliyorlar. 

Gogot’yu Beklerken’in bir metafor silsilesi biçiminde tasarlanması, onu bir alegori olarak okumayı da gerekli kılıyor. Karakterlerimizin İncil’den yaptıkları alıntılar veya anlattıkları hikâyeleri göz önünde tutarak yapılacak alternatif okuma, eserin zenginliğini kavrama açısından faydalı olacaktır. Vladimir ile Estragon’un zaman ve mekândaki sıkışmışlıkları, bekleyişleri, korkuları ve umutları bizi Godot’yu Beklerken’in bir Araf alegorisi olduğu sonucuna götürebilir. Ruhların Cennet’e girmeye hak kazanana kadar Araf’ta kaldıklarına yönelik inanç karakterlerimizin umutlu ama aynı zamanda bezgin bekleyişlerini anlamlı kılıyor. Vladimir, filmin bir yerinde hiçliğin ortasında olduklarını söylüyor. Zaten karakterlerimizin ortada kalmışlığı, ne ileri ne de geri gidebilmeleri Araf’a işaret eden, Araf’ta da karşılık bulan detaylar. Vladimir ve Estragon, zamansız bu yerden kurtulabilmek için Godot’la görüşebilmeyi umut ediyorlar. Peki ama kim bu Godot? Belki somut bir karşılığı olmayan, tahayyül edemeyeceğimiz bir varlık. Belki de hiçliğin ta kendisi… Godot, İngilizce Tanrı anlamına gelen “God”dan türetilmiş bir isim. Dolayısıyla Godot’nun Tanrı olduğu varsayımında bulunabiliriz. Zaten mekân Araf ise Godot’un da Tanrı olması gerekiyor. Karakterlerimiz, Araf’tan kurtulabilmek için Tanrı’yla görüşmelilerdir. Araf’a düşmeden önce Tanrı’dan bir ricada bulunmuşlardır. Daha doğrusu kendi deyimleriyle bir tür dua etmişlerdir. Tanrı da onlara hiçbir şey vadedemeyeceğini söylemiş ama onları umutsuz da bırakmamıştır. Vladimir ile Estragon’un bu görüşmeye dair pek bir şey hatırlayamaması çok uzun bir zamandır Araf’ta bulunmalarından kaynaklanmaktadır. Sadece bu görüşme de değil. İkisi de olayları ya hiç hatırlayamaz ya da farklı bir biçimde anımsar. Araf’ta ne kadar zaman bekledikleri belirsizdir. Hikâyedeki her bir ayrıntının onu bir Araf alegorisi olarak düşündüğümüzde bir karşılığının bulunabilmesi, eserin zenginliğinin en önemli göstergesidir. 

Beckett’in eserindeki keskin belirsizliğin yanı sıra karakterlerimizin ve söylediklerinin tam olarak ne ifade ettiğinin de anlaşılmaması, her izleyenin kendinden ve hayattan bir şeyler bulabilmesi Godot’yu Beklerken’in gerçek bir sanat eseri olduğunun açık bir göstergesi.

11 Mayıs 2017

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #62 Time Bandits


Fantezi dünyasının kapılarını sık sık aralayan ve her seferinde farklı bir hikaye ve yorumla karşımıza çıkan Terry Gilliam’ın ilk dönem filmlerinden biri olan Time Bandits (Zaman Haydutları), yönetmenin ‘Yaratılış’a getirdiği fantastik bir yorum olarak okunabilir. Yönetmenin dünya tarihinden farklı dönemleri farklı bir görsel doku ve estetikle ele aldığı film keşfedilmesi gereken bir hazine...

Öncelikle filmin hikayesinden bahsedelim; Tanrı dünyayı 6 günde yaratmış ancak aceleci davrandığı için farklı zaman ve mekanlara yolculuk etme imkanı veren kapılar açık kalmıştır. Tanrı (filmde ulu varlık olarak adlandırılıyor) kapıları kapama görevini 6 cüceye vermiştir fakat açgözlülüklerine yenik düşen cüceler bu kapıların ne zaman ve nerede açılacağını gösteren harita ile kaçarlar, tanrı da peşlerine düşer. Bir gün 80'li yıllara gelen cüceler, Kevin adlı bir çocuğu da yanlarına alarak kaçışlarını sürdürürler ve macera yeni bir boyut kazanır.

Gilliam, 6 cüce ve bir çocuğu alıp zaman yolculuğuna çıkarıyor. Önce 18. yüzyıl sonlarına Napolyon dönemine gidiyoruz. Ardından Orta Çağ’a misafir oluyoruz. Burada Robin Hood’la karşılaşıyor ve daha da geriye antik Yunan’a Agamemnon dönemine kadar sürüyor yolculuğumuz. Gilliam tarihsel kişilikleri (özellikle Napolyon ve Robin Hood’u) parodi olarak ele alıyor. Bunun filmin kendisini ciddiye almayan tavrına daha uygun olacağını düşünmüş olmalı. İlk yarıda gerçek olaylar, zamanlar ve mekanlar arasında yaptığımız gezinti ikinci yarı fantastik bir aleme geçişimizle birlikte tamamen değişiyor. İlk yarıdaki ordan oraya amaçsızca savrulma ve skeç mantığı keyifli bir seyir sunmasının dışında bir amaca hizmet etmiyor aslında. İkinci yarıdan itibaren iyi ile kötünün savaşı hikayeye bir amaç veriyor.

Gilliam'ın bilimkurgu sinemasının sıklıkla kullandığı zaman yolculuğu motifini fantastik bir macera olarak bakabileceğimiz Time Bandits’te farklı bir yorum getirerek kullandığını görüyoruz. Gillaim'ın Aronofsky'nin Noah'ta Yaratılış ve Nuh Tufanı'nı mit olarak ele alması gibi bir yaklaşımının olduğunu söyleyebiliriz esasında. Zira, Gilliam'ın tanrı, yaratılış ve hatta şeytan olarak yorumlayabileceğimiz kötü büyücüsü buna iyi bir örnek. Her dönem için yaratılan hoş detaylar ve göndermeler de filmin hanesine artı olarak yazılıyor. Görsel efektler, tarihi dokuyla enteresan bir uyum yakalanarak kullanılıyor. Sonuç olarak; Gillam’ın komediye olan hakimiyeti, engin hayal gücüyle birleşiyor ve akılda kalıcı bir esere dönüşüyor Time Bandits.

5 Mayıs 2017

Kim bir çocuğu öldürebilir ki?


William Golding’in klasikleşen eseri Sineklerin Tanrısı, ıssız bir adaya düşen bir grup çocuğun kendi başlarına kaldıklarında tıpkı yetişkinler gibi barış içinde kalamadıklarını, “Her insanın içinde bir canavar gizlidir.” söylemiyle anlatır ve insana dair keskin bir eleştiri getirir. Eserin sinema uyarlamasını da hesaba katarak, ele alacağımız İspanyol filmi “Kim bir çocuğu öldürebilir ki?” (Quien Puede Matar A Un Nino?)’yi derinden etkilediğini söyleyebiliriz. Juan Jose Plans’ın romanından uyarlanan ve bir 70’li yıllar üretimi olan bu korku filmi, dönemin Hollywood’dan çıkan sert korku filmlerinden pek de aşağı kalmıyor. Ancak söz konusu çocuklar ve onların uyguladığı şiddet olduğu için herhangi bir korku filminden çok daha fazla rahatsız edici bir iş ortaya çıktığını belirtelim.

“Kim bir çocuğu öldürebilir ki?”, hikâyeye girmeden evvel birtakım belgesellerden alınmış görüntüleri peş peşe sıralıyor. Bu görüntülerde son yüzyılda yaşanmış savaşlar ve bu savaşların da en çok çocuklara zarar verdiği üzerinde duruluyor. Yönetmen Narciso Ibanez Serrador, girişi bu acı verici görüntülerle yaparak seyircisinin duygularıyla oynuyor. Ya da daha doğrusu koruma içgüdümüzü harekete geçirerek, çocukların uyguladığı şiddetle karşı karşıya kaldığımızda duygusal gelgitler yaşamamızı, tam anlamıyla köşeye sıkışmamızı istiyor. İşte bu amaç doğrultusunda filmin genel havasına pek uymamasına karşın belgeselleri kullanmaktan geri durmuyor.

Film, Tom ve Evelyn adlı bir İngiliz çiftin İspanya’nın ücra bir adasına tatile gitmeleri, adaya vardıklarında birkaç çocuk dışında kimseyi görememeleri ve bir müddet sonra adadaki hemen hemen tüm yetişkinlerin çocuklar tarafından öldürüldüklerini anlamalarıyla içine düştükleri korkutucu durumdan kurtulma çabalarını konu ediyor. Yönetmen Serrador, aceleci davranmıyor ve karakterlerimizi tanımamız için bize epey bir zaman tanıyor. Tom ve Evelyn, adaya adım attıklarında seyirci olarak bizler, bir terslik olduğunu bir çırpıda anlıyoruz. Karakterlerimizin optimist hallerini ise iyi bir tatil geçirmek için kendilerini hazırlamış ve koşullandırmış olmalarına bağlayabiliriz. Terk edilmiş ve oldukça tedirgin edici bir yer izlenim uyandıran adada bir kızın yaşlı bir adamı bastonuyla öldürmesiyle dehşete düştüğümüzü söylersek abartmış olmayız. Bu andan itibaren son dakika kadar tırmanarak süren bir gerilim izliyoruz. Gerilimin yanı sıra son derece rahatsız edici bir film “Kim bir çocuğu öldürebilir ki?”. Bunun başlıca sebebi de masumiyetin simgesi çocukların ada sakinlerini, anne-babalarını umarsızca öldürmesi, birer katile dönüşmeleri ve bizlerin ana karakterlerimiz Tom ve Evelyn’le empati kurarak, çocukların karşısında duruyor oluşumuz. Asıl huzursuzluk sebebimiz ise filmin adına da taşınan çocukların öldürülüp öldürülmemesinin gerekliliğini sorgulamak zorunda bırakılışımız diyebiliriz. 

Sinemada çocukların öldürüldüğünün gösterilmesi tabu gibi bir şeydir. Yönetmenlerin birçoğu çocukların ölümünü ya göstermezler ya da ancak ima ederler. İstisnaları olsa da bu hassas konu üzerine cesurca giden yönetmenin mutlaka takdir edilmesi gerektiği kanısındayım. Çocukların kötülük saçtığı birçok film yapıldı şüphesiz. Bu filmlerde dikkat çeken husus, çocuğun şeytan tarafından bedenen ele geçirilmesi ya da doğumunun doğaüstü bir kötülük veya uzaydan gelen misafirlerle ilintili oluşudur. “Kim bir çocuğu öldürebilir ki?”ye baktığımızda yüzeyde herhangi bir sebep göremiyoruz. Bir gece, bir anda yetişkinleri düşman olarak algılayıp saldırıya geçiyor çocuklar. Dolayısıyla filmdeki durum için kolektif bir isteri diyebiliriz. 

Çocukların birer korku unsuru olarak yansıtmada başarılı olan yönetmen Serrador, filmin mantığını da oturtabilmiş. Şöyle ki; filmi henüz izlememiş olanlar çocukların nasıl olup da yetişkinleri öldürüp adayı ele geçirdiklerini düşünüp hikâyeyi saçma bulabilirler. Ebeveynlerin çocuklarını öldürememeleri gibi anlaşılır bir gerekçeleri var. Bu durumun farkında olan veletlerin cesaret kazanmaları ve güçlerini birlik oluşlarından almaları da akılda tutulmalı. Filmin izleyenin kanını dondurmasının sebeplerinden biri de çocukların katliamları birer oyuna çevirmeleri. Onlar güldükçe sinirlerinizin iyice gerildiğini hissedeceksiniz. Burada akla takılan bir soru var: Çocuklar ne yaptıklarının farkında mı, yani bilinçliler mi? Film ne yazık ki, cevaplarla pek ilgilenmiyor. Yönetmen konuya hâkim görünmesine rağmen işin gerilimi ve dehşetiyle ilgileniyor sadece. Bu da filmin zayıf karnı. 

Toparlarsak, açılıştaki belgesel görüntüleri üzerine savaşlarda en çok çocuklar zarar görüyor demiştik. Şimdi çocuk şiddetini tekrar düşündüğümüzde “Kim bir çocuğu öldürebilir ki?”nin bilinçli veyahut bilinçsiz olarak çocukların dünyayı yaşanmaz bir hale getiren yetişkinlerden intikamı olarak da okuyabiliriz. Siz siz olun, seyircisini ikilemde bırakan bu seyri zor filmi izlemeden önce iki kez düşünün!