8 Ekim 2017

Büyük resmi görememek: Blade Runner 2049


Ridley Scott’ın, Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? adlı romanından uyarladığı Blade Runner; gelecek tasviri, varoluşçu damarı, görselliği, karakterleri ve ardında bıraktığı soru işaretleriyle bilimkurgu sinemasının en kıymetli eserlerinden birine dönüşmesini bilmişti. Blade Runner’a devam filmi çekmek büyük bir risk taşıyordu. Çünkü kült ve klasiklerin öncesini veya sonrasını uzun yıllar sonra anlatma çabası çoğunlukla hüsranla sonuçlanıyor. Blade Runner’ın bu gruba dâhil olmaması için ne yapmalıydı? Geçtiğimiz yıl Arrival ile harikalar yaratan Denis Villeneuve’u yönetmen koltuğuna oturtmak ve usta görüntü yönetmeni Roger Deakins’la anlaşmak önemli adımlardı. Ancak, beklenen devam filminin gelmesi için yeterli miydi? Hiç değil. O halde sebeplerini anlatmaya koyulalım.

Deckard’ın geri dönüş problemi

Kült bir karakteri, 30-35 yıl gibi oldukça uzun bir süre sonra devam filminde geri getirmek her zaman sancılı olmuştur. (Bkz: Indiana Jones ve Han Solo) Bir de bu karakterin kim\ne olduğuyla ilgili soru işareti varsa ve bu soru işaretinin soru işareti olarak kalması gerekiyor ve isteniyorsa, karakterin geri dönüşü devam filminiz için azımsanamayacak bir risktir. Blade Runner’ın en çok tartışılan kısmı Deckard’ın da bir replikant olup olmadığıydı. Lehte ve aleyhte veriler olması işin içinden çıkmamızı zorlaştırıyordu. Şimdi stüdyo filmin gişede daha iyi iş yapması için Deckard’ı geri getirmekle kalmadı, ona önemli bir rol biçti. Deckard’ın geri dönmesi, onun bir replikant olmadığının kanıtıdır.  (Belki %100 değil ama Deckard'ın replikant olduğuna yönelik bir ipucu yok. Replikantların yaşlanabildiğine dair bir bilgi verilmediğini de unutmamak lazım) Dolayısıyla bu durumun öncelikle Ridley Scott’ın filmine bozucu nitelikte bir zarar verdiğini söyleyebiliriz. Blade Runner 2049 açısından baktığımızda, açıklığa kavuşan bu gerçekle -yaşlılığını da hesaba katarak- karakterin cazibesini kaybettiğini görüyoruz. Deckard artık bir soru işareti değil. İşte bu açık, başka bir soru işareti oluşturularak giderilmeye çalışılmış: Ana karakterimiz K’nin kim olduğu sorusuyla…

Yanlış ata oynamak

Blade Runner 2049’un temel sorunu, yanlış hikâye tercihi üzerinden şekillendirilen senaryosu diyebiliriz. İlk filmin de yazarlarından biri olan Hampton Fancher’in yanına Michael Green verilerek birlikte iyi bir iş çıkarması beklenmiş. Senarist ekibimiz, ilk filmin dünyasından 30 yıl sonrasında neler olmuş olabileceğine dair yürüttükleri fikir sonucunda Blade Runner 2049’a kusursuz bir temel atmışlar. Öyle ki, filmin açılışında altyazı ile geçilen bilgilendirmelerle, yeni fikirlerle Blade Runner’ı geliştiren bir devam filmi izleyeceğimizi sanarak heyecana kapılıyoruz. Ne var ki, senaristlerimiz yanlış yola sapıyor ve bu yoldan geri dönmüyor. Replikantların ölüm probleminin çözülmüş olması, yeni model (Nexus 8) geliştirilmiş replikantların üretilmesi, replikant avcısının yine bir replikant olması gibi detayların hiçbirinin üzerine gidilmediğini görüyoruz. Peki, ne yapıyor yazarlarımız? Bir Blade Runner olan replikantımız K’yi alıyorlar ve bir gizemin içerisine doğru sürüklüyorlar. Bu gizemle birlikte karakterimiz hem kendi gerçekliğini ve kimliğini sorguluyor hem de Deckard’ın hikâyeye dâhil olması sağlanıyor. Burada yapılan hata, hikâyenin ana meselesini akrabalık bağları üzerine kurmak. Bu yolla Blade Runner 2049, Blade Runner ile organik bir bağ kuruyor. İlk filmle organik bir bağ kurma çabası, referanslarla da destekleniyor. Amaç ise Blade Runner’ın dünyasından uzaklaşmamak. Ama sonuç hiç de öyle olmuyor. Karakterlerimizin kişisel sorunlarına (küçük resim) odaklanılması, büyük resmin ıskalanmasının da nedeni. Ridley Scott’ın başyapıtı, insanoğlunun yarattığı varlığa tıpkı tanrı gibi yasa koyarak onu sınırlandırması, replikantların var oluşlarını sorgulaması ve replikantın tanrısıyla buluşması gibi ayrıntılarıyla felsefi bilimkurgu tanımının hakkını veriyordu. Blade Runner’ı Blade Runner yapan da felsefi yaklaşımıydı. Blade Runner 2049 ise karakterlerimizin kişisel meselelerinin peşine takılıp kalıyor. Replikantın kendi türünü yok etmesi, ölüm sorununun çözülmesi ve doğum yapabilme gibi fikirler hunharca harcanıyor. Akılda kalıcı, filmi ileriye taşıyabilecek bir karakter yaratılamadığını da görüyoruz. Diğer bir sorun da filmin süresi. Blade Runner 2049’un 163 dakikalık süresi de aleyhine işliyor. İlk filmden daha ağır ilerliyor ve içi de yeterince doldurulamadığı için anlamsızlaşıyor Villeneuve’un filmi. 

Villeneuve – Deakins şov

Arrival ile ne kadar yetenekli bir yönetmen olduğunu kanıtlayan Villeneuve, Blade Runner 2049’da da maharetlerini sergiliyor. Film, hayal kırıklığına dönüşse de heziteme dönüşmüyor. Uzun süresine rağmen filmin bir an bile tökezlememesinin sebebinin de yine Villeneuve’un yönetmenliği olduğunu düşünüyorum. Deakins’ın ilk filmi aratmayan sinematografisi de seyircinin filme ilgisini kaybetmemesinde önemli bir pay sahibi. Blade Runner 2049’un başka artıları da var kuşkusuz. Kıyamet olarak bahsedilen olay, sahte anı yaratmanın incelikleri, orijinal filmle kurulan bağlantılar bunlardan bazıları. İflas eden Tyrell şirketinin küllerinden yeni bir imparatorluk kuran Wallace karakterinin emelleri ve replikantların köleliği üzerine söyledikleri, Blade Runner’ın dünyasını geliştirme-zenginleştirme işlevini tam olarak yerine getiremese de seyirciye düşünebileceği kimi veriler sunuyor.

Blade Runner 2049’u bir hayal kırıklığı olarak niteleyeceksek, ellerinden gelenin en iyisini ortaya koyan Villeneuve – Deakins ikilisini dışarıda tutmak zorundayız. Sorumlular önce senaristlerimiz, sonra da stüdyo. Bu senaryodan daha iyi bir film çıkarılamazdı. 7\10

2 Ekim 2017

Tanrı'nın kayıtsızlığı: mother!


Darren Aronofsky, insanoğlunun içinden bir türlü çıkamadığı, varoluş problemiyle ilgilenmeye devam ediyor. Pi’de sayılardaki anlam arayışı ve hayatın sırrına vakıf olabilme arzusu, The Fountain’de ise ölümsüzlük arayışından girip sonsuza dek yaşama düşüncesiyle insanın varoluş problemine farklı noktalardan yaklaşmıştı. Aronofsky, yedinci uzun metraj çalışması mother! ile sinemasının temel direği olan varoluş meselesine geri dönüyor. Kendisinin de belirttiği gibi bu kişisel bir film. Buradan çıkan sonuç da ateist olan yönetmenin sanatını kendi iç çatışmasından besliyor oluşudur. Yalnız, ilk kez bu kadar ileri gittiğini düşünüyorum.

Issızlığın ortasında gösterişli bir ev ve o evin pek de sevimli olmayan sakinleri… Bir sanatçı ve o sanatçının gölgesinde yaşayan bir kadın, bir eş, bir anne… Eve gelen sürpriz misafirlerle gelişen olaylar, tırmanan gerilim, sinir bozucu bir anlatı ve her şeyi açıklığa kavuştururken kafamızı allak bullak eden soruların oluşmasına neden olan unutulmaz bir final… mother!’ı nasıl anlatmalı, nereden başlamalı?

Yazı bu noktadan itibaren spoiler içermektedir, izlemeden okumayınız!

Öncelikle Aronosfky’nin -ateist olduğunu bilmemize karşın- bir zamanlar, bu kanıya varmadan evvel, tanrının varlığıyla ilgili içine düştüğü derin ikilemin izlerini, ister istemez sanatına yansıttığını belirtelim. Aronofsky şu soruyla yola çıkmış: Eğer bir tanrı varsa, insanı ve bu hayatı bir tanrı yaratmışsa, bu nasıl bir tanrıdır? Bu soruya tekrar döneceğiz ama yönetmenin hikâyesini yazarken hangi fikrin üzerine gittiğine bir bakalım. Aronosfky, tıpkı Kubrick gibi tanrının varlığına inanmazken dahi Yaratılış’tan uzak duramıyor, kendisi için bir teori olsa da bu teorinin cazibesinden besleniyor. Yaratılış’a göre ilk insan Âdem’dir. Peki, bu Âdem, ilk Âdem’midir? Bu tartışma oldukça eskidir. Tanrı, insanı yaratmış ancak yarattığı insandan hoşnut olmamıştır. Tekrar ve tekrar denemiş ve bugün yeryüzünde yaşayan insanoğlunun atası olan Adem’i yaratana dek pek çok nesil yok etmiştir. Sürekli başa sarıp, arzuladığı insanı yaratmak için uğraşmıştır. Peki, Tanrı nasıl bir insan yaratmak istemişti, amacına ulaşmış mıydı, ulaşamadıysa neden ulaşamamıştı? İşte Aronofsky, mother!’ın hikâyesini bu sorular etrafında şekillendirmiş. Ancak yönetmenin alegorik bir anlatımı tercih etmiş olması -bu hikâye başka türlü anlatılamazdı- filme duyulan nefretin ve hayranlığın müsebbibi diyebiliriz. Elbette insanın yeniden yaratımından önce, dünyanın pek çok kez yok edilip, yaratıldığı düşüncesi, bir yeniden yaratım döngüsü Aronofsky'nin daha çok ilgisini çekmiş. Ama buna rağmen konunun insan-tanrı ilişkisi özelinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten yeniden yaratımın başka bir sebebi olamaz.

Eğer bir tanrı varsa, insanı ve bu hayatı bir tanrı yaratmışsa, bu nasıl bir tanrıdır? Aronofsky, ortaya attığı bu soruya daha önce kimsenin cüret edemediği bir sertlikte cevap veriyor. Bütün suçu tanrıya atarken, tanrının tüm denemelerine rağmen insanoğlunun bir başarısızlık abidesine dönüşmesini engelleyemediğinin altını çiziyor. Kusurlu, yetersiz ve ancak azimli tanrı temsiliyle çok tartışılacaktır mother! Tanrının insan bedeninde vücut bulduğu bir başka filmden, Pier Paolo Pasolini’nin Teorema’sından esintiler taşıyan mother!, olanca sertliğine rağmen sevgi arayışı ve tanrının sanatçı yönünü işaret etmesiyle bir denge kurmayı da deniyor sanki. Aronofsky, tanrının var olduğu fikri üzerinden giderek, kötülüğün kaynağını bulmaya çalışıyor. İnsan hamurunda kötülük varsa, bunun sebebi tanrıdan başkası olamaz. Şu halde insanın insana yaptıklarını, tanrının insana yaptıkları veya yapılmasına izin verdikleri şeklinde yorumlayabiliriz. Ama niçin? Tüm acılar, Tanrı, sevilmek ve el üstünde tutulmak istediği için mi çekiliyor? Bizler, tanrının oyun bahçesindeki önemsiz yaratıklar mıyız? Aronofsky’nin bu sorulara verdiği cevap koca bir “Evet”. Ve siz, tanrıya ve dinlere mi inanıyorsunuz, alın öyleyse diyor adeta.

Yaşayan bir organizmaya dönüştürülen evin dünyamızı temsil ettiği çok açık. O halde bu evde yaşananlar da dünyada yaşananlar olmalı. Tanrıyla insanoğlunun hikâyesinde en can alıcı kısımların es geçilmesi beklenemezdi Aronofsky’den. Tanrının, kendisine tapınan kullarının, oğlunu kurban edişi ve tanrının kayıtsızlığı… Tanrı, her şeye rağmen insanoğlundan vazgeçemiyor. Ya insanoğlu?

Oldukça zengin bir içeriğe sahip olan mother!, biçimiyle de Aronofsky’ye yakışan bir film. İkinci yarısından itibaren yönetmenin tavizsiz bir sertlikle, bir çılgınlığa doğru sürüklediği mother!, seyircisini rahatsız etmeyi, hatta boğmayı başarıyor. Anne karakterinin çaresizliği, çırpınışları, seyircinin çaresizliğine dönüşüyor. Tıpkı anne gibi bu sürreal çılgınlığa teslim olmaktan başka çaremiz kalmıyor. Kapalı alan geriliminde birinci sınıf bir iş çıkaran yönetmen, karakterlerinin psikolojisi üzerine yeterince kafa yorduğunu da belli ediyor.

Öte yandan Aronofsky’nin, The Fountain ve Noah’ta olduğu gibi Yaratılış’tan aldığı hikâyeleri ve mitolojik unsurları bir potada eritmeye devam ettiğini görüyoruz. The Fountain’de Adem ve Havva mitini ve Hayat Ağacı efsanesini, Maya mitolojisindeki Xibalba ile eşlerken, Noah’ta Nuh Tufanı’nı mitolojik bir yaklaşımla ele almıştı. Mother!’da ise Yaratılış’ı temel alırken, içine mitolojik bir karakter yerleştirmekten geri durmuyor Aronofsky. The Fountain’de olduğu gibi yüzde yüz uyumlu olduğu söylenemez ama bu formülü yine başarıyla uyguladığını söyleyebiliriz. 

Son söz: Sinema, Darren Aronofsky gibi yönetmenlerle diri kalmaya devam edecek. İzleyenleri derin düşüncelere sürükleyen mother! gibi filmler de  baş tacı edilmeye... 9.7\10