Darren Aronofsky, insanoğlunun içinden bir türlü çıkamadığı, varoluş problemiyle ilgilenmeye devam ediyor. Pi’de sayılardaki anlam arayışı ve hayatın sırrına vakıf olabilme arzusu, The Fountain’de ise ölümsüzlük arayışından girip sonsuza dek yaşama düşüncesiyle insanın varoluş problemine farklı noktalardan yaklaşmıştı. Aronofsky, yedinci uzun metraj çalışması mother! ile sinemasının temel direği olan varoluş meselesine geri dönüyor. Kendisinin de belirttiği gibi bu kişisel bir film. Buradan çıkan sonuç da ateist olan yönetmenin sanatını kendi iç çatışmasından besliyor oluşudur. Yalnız, ilk kez bu kadar ileri gittiğini düşünüyorum.
Issızlığın ortasında gösterişli bir ev ve o evin pek de sevimli olmayan sakinleri… Bir sanatçı ve o sanatçının gölgesinde yaşayan bir kadın, bir eş, bir anne… Eve gelen sürpriz misafirlerle gelişen olaylar, tırmanan gerilim, sinir bozucu bir anlatı ve her şeyi açıklığa kavuştururken kafamızı allak bullak eden soruların oluşmasına neden olan unutulmaz bir final… mother!’ı nasıl anlatmalı, nereden başlamalı?
Yazı bu noktadan itibaren spoiler içermektedir, izlemeden okumayınız!
Öncelikle Aronosfky’nin -ateist olduğunu bilmemize karşın- bir zamanlar, bu kanıya varmadan evvel, tanrının varlığıyla ilgili içine düştüğü derin ikilemin izlerini, ister istemez sanatına yansıttığını belirtelim. Aronofsky şu soruyla yola çıkmış: Eğer bir tanrı varsa, insanı ve bu hayatı bir tanrı yaratmışsa, bu nasıl bir tanrıdır? Bu soruya tekrar döneceğiz ama yönetmenin hikâyesini yazarken hangi fikrin üzerine gittiğine bir bakalım. Aronosfky, tıpkı Kubrick gibi tanrının varlığına inanmazken dahi Yaratılış’tan uzak duramıyor, kendisi için bir teori olsa da bu teorinin cazibesinden besleniyor. Yaratılış’a göre ilk insan Âdem’dir. Peki, bu Âdem, ilk Âdem’midir? Bu tartışma oldukça eskidir. Tanrı, insanı yaratmış ancak yarattığı insandan hoşnut olmamıştır. Tekrar ve tekrar denemiş ve bugün yeryüzünde yaşayan insanoğlunun atası olan Adem’i yaratana dek pek çok nesil yok etmiştir. Sürekli başa sarıp, arzuladığı insanı yaratmak için uğraşmıştır. Peki, Tanrı nasıl bir insan yaratmak istemişti, amacına ulaşmış mıydı, ulaşamadıysa neden ulaşamamıştı? İşte Aronofsky, mother!’ın hikâyesini bu sorular etrafında şekillendirmiş. Ancak yönetmenin alegorik bir anlatımı tercih etmiş olması -bu hikâye başka türlü anlatılamazdı- filme duyulan nefretin ve hayranlığın müsebbibi diyebiliriz. Elbette insanın yeniden yaratımından önce, dünyanın pek çok kez yok edilip, yaratıldığı düşüncesi, bir yeniden yaratım döngüsü Aronofsky'nin daha çok ilgisini çekmiş. Ama buna rağmen konunun insan-tanrı ilişkisi özelinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten yeniden yaratımın başka bir sebebi olamaz.
Eğer bir tanrı varsa, insanı ve bu hayatı bir tanrı yaratmışsa, bu nasıl bir tanrıdır? Aronofsky, ortaya attığı bu soruya daha önce kimsenin cüret edemediği bir sertlikte cevap veriyor. Bütün suçu tanrıya atarken, tanrının tüm denemelerine rağmen insanoğlunun bir başarısızlık abidesine dönüşmesini engelleyemediğinin altını çiziyor. Kusurlu, yetersiz ve ancak azimli tanrı temsiliyle çok tartışılacaktır mother! Tanrının insan bedeninde vücut bulduğu bir başka filmden, Pier Paolo Pasolini’nin Teorema’sından esintiler taşıyan mother!, olanca sertliğine rağmen sevgi arayışı ve tanrının sanatçı yönünü işaret etmesiyle bir denge kurmayı da deniyor sanki. Aronofsky, tanrının var olduğu fikri üzerinden giderek, kötülüğün kaynağını bulmaya çalışıyor. İnsan hamurunda kötülük varsa, bunun sebebi tanrıdan başkası olamaz. Şu halde insanın insana yaptıklarını, tanrının insana yaptıkları veya yapılmasına izin verdikleri şeklinde yorumlayabiliriz. Ama niçin? Tüm acılar, Tanrı, sevilmek ve el üstünde tutulmak istediği için mi çekiliyor? Bizler, tanrının oyun bahçesindeki önemsiz yaratıklar mıyız? Aronofsky’nin bu sorulara verdiği cevap koca bir “Evet”. Ve siz, tanrıya ve dinlere mi inanıyorsunuz, alın öyleyse diyor adeta.
Yaşayan bir organizmaya dönüştürülen evin dünyamızı temsil ettiği çok açık. O halde bu evde yaşananlar da dünyada yaşananlar olmalı. Tanrıyla insanoğlunun hikâyesinde en can alıcı kısımların es geçilmesi beklenemezdi Aronofsky’den. Tanrının, kendisine tapınan kullarının, oğlunu kurban edişi ve tanrının kayıtsızlığı… Tanrı, her şeye rağmen insanoğlundan vazgeçemiyor. Ya insanoğlu?
Oldukça zengin bir içeriğe sahip olan mother!, biçimiyle de Aronofsky’ye yakışan bir film. İkinci yarısından itibaren yönetmenin tavizsiz bir sertlikle, bir çılgınlığa doğru sürüklediği mother!, seyircisini rahatsız etmeyi, hatta boğmayı başarıyor. Anne karakterinin çaresizliği, çırpınışları, seyircinin çaresizliğine dönüşüyor. Tıpkı anne gibi bu sürreal çılgınlığa teslim olmaktan başka çaremiz kalmıyor. Kapalı alan geriliminde birinci sınıf bir iş çıkaran yönetmen, karakterlerinin psikolojisi üzerine yeterince kafa yorduğunu da belli ediyor.
Öte yandan Aronofsky’nin, The Fountain ve Noah’ta olduğu gibi Yaratılış’tan aldığı hikâyeleri ve mitolojik unsurları bir potada eritmeye devam ettiğini görüyoruz. The Fountain’de Adem ve Havva mitini ve Hayat Ağacı efsanesini, Maya mitolojisindeki Xibalba ile eşlerken, Noah’ta Nuh Tufanı’nı mitolojik bir yaklaşımla ele almıştı. Mother!’da ise Yaratılış’ı temel alırken, içine mitolojik bir karakter yerleştirmekten geri durmuyor Aronofsky. The Fountain’de olduğu gibi yüzde yüz uyumlu olduğu söylenemez ama bu formülü yine başarıyla uyguladığını söyleyebiliriz.
Son söz: Sinema, Darren Aronofsky gibi yönetmenlerle diri kalmaya devam edecek. İzleyenleri derin düşüncelere sürükleyen mother! gibi filmler de baş tacı edilmeye... 9.7\10