31 Temmuz 2019

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor - #68 The Broken Circle Breakdown


İnançlı bir dövmeci olan Elise ile Bluegrass grubuyla Bonjo çalıp şarkı söyleyen Ateist Didier’in ilişkisi mercek altına alın The Broken Circle Breakdown (Kırık Çember), Felix van Groeningen'in dördüncü uzun metrajıydı ve vizyona girdiği yıl oldukça iyi tepkiler almıştı.

Film, kansere yakalanan küçük kızlarının yıpratıcı tedavi sürecinde birbirlerine sarılan Didier ve Elise’in zor günlerinde açılıyor ve kısa bir süre sonra karakterlerimizin tanışmalarının bir süre sonrasına götürüyor bizi. Çok geçmeden Elise ve Didier’in dünü ve bugününü paralel bir kurgu eşliğinde izlerken buluyoruz kendimizi. The Broken Circle Breakdown kurgusuyla Blue Valentine ve 21 Grams’ı anımsatıyor. Filmin ilk yarısı Blue Valentine’de olduğu gibi karakterlerimizin işlerin ters gittiği bugünü ile kendilerini aşka, tutkuya ve müziğin ritmine kaptırdıkları mutlu günleri arasında gidip geliyor. İki filmi bağlayan nokta ise geçmişin düz bir kurguyla ilerleyip bugüne yakın bir zamana erişmesi. Groeningen, ikinci yarıyla birlikte beklenmedik bir şekilde bu işleyişi değiştiriyor. Artık daha karmaşık bir kurgu anlayışı ile yoluna devam ediyor film. Yönetmenin kurguyla bu kadar oynaması bir ilişkinin tüm evrelerini resmederken; tanışma, flört, evlilik, çocuk, ayrılık gibi birçok ilişkinin başından geçen klasik safhaları devamlı aralara giren şarkılardan da destek alıp, filmin farklı noktalarına dağıtarak filmin hikaye itibariyle gittikçe sertleşen o ağır havasını bir nebze olsun kırabilmek. Bu konuda Groeningen’in oldukça başarılı olduğunu, klasik hikayeye farklı bir tat getirdiğini düşünüyorum. Kısaca biçimsel müdahalenin The Broken Circle Breakdown'ı yukarı taşıdığını söyleyebiliriz. 

The Broken Circle Breakdown’ın hikayesi karakter çatışmasına uygun zemin oluşturacak şekilde yazılmış. Kızlarının kansere yakalanması Didier ve Elise’in mutlu giden birlikteliklerinin üzerine bir karabasan gibi çöküp ikisini de yıpratıyor. Ancak, umutla kenetlenen karakterlerimizi daha zor günler bekliyor. Bir noktadan sonra birbirlerini suçlamaya başlıyorlar ama Didier’in ateist, Elise’in inançlı olması bu ilişkiyi çıkmaza sokuyor. Tanıştıklarında Elise’e Amerika hayranlığından, Amerikan Rüyası’ndan bahseden Didier, gün gelip de çocuklarının iyileşmesinin önüne ket vuranın muhafazakar düşünce yapısının ve dolayısıyla da Amerika’nın olduğunu fark ettiğinde haklı olarak isyan ediyor. Didier’in filmin son bölümüne denk gelen ve kendisi için bir tür boşalma anlamına da gelen etkileyici tiradı, frenleri patlayıp yokuş aşağı giden bir aracı anımsatıyor. Kontrolünüzü kaybettiğinizde kendinize ve sevdiklerinize zarar verirsiniz… 

Yönetmen Groeningen, Didier karakteri üzerinden az önce bahsettiğimiz düşünce yapısını eleştirme fırsatını iyi değerlendiriyor. Hikayeye yedirilen Amerikan hayranı bir karakter, 11 Eylül saldırısına yapılan atıf ve aile için umutların yitirilişinde yapılan Amerika vurgusu, ana hikayeyi besleyen unsurlar diyebiliriz. Groeningen, hayat ve ölüm üzerine düşündüren bir dramla kariyerinde önemli bir adım daha atıyor. Duygu sömürüsüne kaçmadan meselesini anlatmabilmesiyle de takdirimizi kazanıyor. Teatral bir metinden sinemaya uyarlanan eser, muhtemelen oyunu görenler için de iyi bir seyir olacaktır. Sinemanın anlatım olanaklarıyla yeni bir kimlik kazanan film, sağlam dramatik yapısı ve romantizmiyle hatırlanacak ve bir şekilde içinize dokunacak…

22 Temmuz 2019

Lirik Bir Korku Klasiği: Nosferatu


Bugün bir popüler kültür ürünü olan vampirlerin kökeni çok eskilere dayanır ve çıkış noktasıyla ilgili farklı inanışlar ve efsaneler vardır. Vampirleri popüler kültürün vazgeçilmez bir figürüne dönüştüren ise sinemadan önce edebiyattır. İlk vampir hikâyesi Johann Ludwig Tieck’in Wake not the Dead’i olsa da Bram Stoker’ın 1897’de yayımlanan Dracula adlı romanı öyle bir başarı yakaladı ki, kısa süre içinde vampir mitosuna yepyeni bir alan açtı. Bu alan da sinemaydı… İlk vampir filmi Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi (Nosferatu: eine Symphonie des Grauens), Dracula’nın ilk uyarlamasıydı ancak romanın hakları satın alınmadığı için efsanevi vampir Kont Dracula’nın adı, Kont Orlok yani nam-ı diğer Nosferatu olarak değiştirildi. Her ne kadar, karakterlerin adlarında ve hikâye örgüsünde bazı değişiklikler yapılmış olsa da Bram Stoker’ın eşi filmi dava etti. Dava kazanılınca, filmin gösterimi durduruldu, kopyaları yakıldı. Bu süreçte yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi, korku sinemasını derinden etkilemeyi başardı. 

Bir canavar yaratmak! 

Yönetmen F. W. Murnau, Nosferatu’yu Dracula’dan uyarlasa da sinemanın ilk vampirini yaratırken Bram Stoker’ın eserinden belli ölçüde uzaklaşmış. Stoker’ın pelerinli bir asilzade olarak tasarladığı Kont Dracula, Murnau’nun yaratmak istediği canavarın karşılığı değildi. Murnau, yaratacağı vampir için belli başlı özellikleri Dracula’dan ödünç alıp, onu bir ürkünçlük abidesine dönüştürdü. Kel kafası, uzun biçimsiz burnu, sivri uzun dişleri sebebiyle fareyi andıran yüzü, aksak yürüyüşü, kamburu, pençeye benzeyen elleri ve kapkara kıyafetiyle seyirciyi sadece görünümüyle ürkütmeyi başaran bir karakterdir Nosferatu. Murnau’nun ete kemiğe bürünen gerçek bir canavar yaratmak istediği çok bellidir. Gölgesi ve aynada yansıması olmayan Dracula’nın aksine, daha somut bir canavar düşlemiştir yönetmen. Murnau, ilk vampir filmini çektiğinin bilincinde olmasının da etkisiyle suretini göstermeden evvel seyircisini bilgilendirir. Ana karakterimizden Hutter, Kont Orlok’un şatosuna doğru yaptığı yolculuk esnasında tesadüfen eline aldığı bir kitaptan ilk vampir Nosferatu’yla ilgili bilgi edinir. Yöre halkının Kont Orlok’un şatosunun bulunduğu yeri hayaletler diyarı olarak bellemesi ve o bölgeden imtina ile uzak durması, seyirci üzerinde beklenen algıyı yaratır. Murnau, bir canavarda olması gereken tüm özellikleri incelikle düşünür ve Nosferatu’ya bir mit bahşeder. 

Nosferatu’nun başarısı sessizliğinde ve lirik anlatımında gizli 

Murnau, sessiz sinema döneminin akla ilk gelen isimlerinden biri. Bunu da büyük oranda Nosferatu ve Faust uyarlamalarına borçludur. Evet, Nosferatu’nun yaklaşık yüz yıldır sayısız vampir filmi çekilmesine karşın, aşılamamış olmasının ardında yatan gerçek, sessizliği ve lirik anlatımıdır. Murnau hikayesini anlatırken dilin heyecana bağlı işlevinden faydalanır. Nosferatu bir sessiz sinema örneği olduğundan karakterler duygularını sadece mimiklerle ifade etmek zorundadır. Murnau da korku ve gerilim yaratabilmek için coşkun bir anlatıma ihtiyaç duyar. Filmin adında senfoninin kullanılması da boşuna değildir. Çünkü senfoninin kelime anlamı ses ve renk uyumudur. Yönetmen benzer bir uyum yakalamak için çabalamıştır. Film de gücünü sessizliği ve lirizminin uyumundan alır. Diğer yandan özenle yaratılan Frankenstein’in canavarı gibi Nosferatu’nun konuşmaması da filmin lehinedir. Sessizlikleri üzerlerindeki gizemi artırıcı bir işleve sahiptir. 

Dışavurumcu Alman sinemasında gotik bir korku şaheseri 

Dışavurumcu akımın sinemadaki öncüsü Das Cabinet des Dr Caligari, Fritz Lang ve F. W. Murnau gibi Alman sinemasının o dönemki en önemli isimlerini etkiledi. Murnau, Das Cabinet des Dr. Caligari’nin izinden gitse de dışavurumcu sinemada kendi tarzını ortaya koydu. Robert Wiene’in filmi, ününü başta dekor olmak üzere sanat yönetimine borçluydu. Murnau ise aynı etkiyi gerçek mekan kullanarak elde etti ve gerçeküstü bir hikaye anlatsa da, onu olabildiğince gerçekçi kılmaya özen gösterdi. Işık ve gölge kullanımıyla o güne kadar görülmemiş bir estetik doygunluk yakaladı. Özellikle Nosferatu’nun duvara yansıyan gölgesiyle yaratılan gerilim veya pençeli elinin gölgesinin kurbanı üzerinde ilerleyişi gibi ürpertici sahneler, filmin korku sinemasının köşe taşlarından biri olmasında kilit bir role sahipti. 

Sessiz sinema – lirizm uyumunun yanı sıra, bir gotik edebiyat ürününün dışavurumcu bir anlayışla beyazperdeye uyarlanması neticesinde, birbirini her anlamda tamamlayan bir sanat eseri ortaya çıktı diyebiliriz. Gotik korkunun doğaüstü karakterler, şato, kale vb. yapılarda yaratılan tekinsizlik ve büyük oranda atmosfere dayalı bir yapı kurma gibi özellikleriyle, dışavurumcu sinemanın gölgeli ışıklandırmaları, karanlığın hakim olması, gerçeküstücü anlayışı ve şiddeti estetize etmesi gibi temelde benzer olan özelliklerini bir araya getiren Murnau, Nosferatu’yu üslubuyla ölümsüz kılmıştır. 

Bir uyarlama olarak Nosferatu 

Bram Stoker’ın karakterlerin günlükleri ve birbirlerine gönderdikleri mektuplar üzerinden kurguladığı Dracula, ince detaylarıyla dikkat çeken bir roman. Eserin ilk uyarlamasına baktığımızda Murnau’nun sadece belli bölümlerinde hikaye akışı bakımından esere sadık kaldığını görüyoruz. Sadık kalınan kısımlar da bir özet niteliğindedir diyebiliriz. İlginçtir ki, yönetmen bu durumu zekası ve yetenekleriyle lehine çevirebilmiştir. Murnau, öncelikle Van Helsing gibi bazı kilit karakterleri hikayeden çıkarmış ve genel olarak da karakterleri basitleştirme yoluna gitmiştir. Ardından da aralarındaki ilişkileri minimize ederek korku öğesine odaklanmıştır. Eserin özündeki romantizmi tamamıyla yok etmemiş ama erotizmden eser bırakmamıştır. Bunu da sinemanın çok yeni bir sanat oluşuna ve korku sinemasında böyle bir geleneğin henüz oluşmamış olmasına bağlayabiliriz. “Bir canavar yaratmak” alt başlığı içerisinde değindiğimiz gibi Murnau, daha klasik bir canavar yaratma eğiliminde olduğundan Bram Stoker’ın bir aristokratı vampire dönüştürerek sınıfsal farklılıklar üzerinden oluşturduğu alt metni çöpe atmıştır. Elbette asıl sebep Nosferatu’nun sonradan vampir olmaması, vampir olarak doğmasıdır. Ucubeliğini de bu lanetli doğuma bağlayabiliriz. Murnau, uyarlama sırasında bilinçli ya da bilinçsiz yaptığı bazı tercihlerle vampirizmi esnekleştirmiş ve hatta kendi kurallarını kabul ettirebilmiştir. Yönetmenin vampirlerin gün ışığında yanarak yok olması gerektiğine yönelik düşüncesi çok tutmuştur. 

Dracula’nın resmi uyarlamaları sonrasında sinemada iki farklı vampir ekolü oluştuğunu ve Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi’nin hemen hemen Bram Stoker’ın Dracula’sı kadar vampir alt türünü beslediğini ve ona yön verdiğini söyleyebiliriz. Bu yüzdendir ki, yaklaşık yüz yıldır korku sinemasının vazgeçilmez figürlerinden biri olmayı başaran vampirlerin geçirdiği değişimi daha iyi anlayabilmek ve bu alt türe hâkim olabilmek için Murnau’nun başyapıtını tekrar tekrar izlemek gerekiyor.

9 Temmuz 2019

En İyi 10 Epik Film


Şiir ve edebiyatta olduğu gibi sinemada da çoğunlukla antik dönemlerdeki kahramanlık hikayelerinin destansı bir dille anlatıldığı tür olan epik; mitoloji, kutsal kitaplar, tarihe geçmiş büyük savaşlar veya iz bırakmış kişiliklerin biyografileri, kahramanlık hikayeleri ve anlatılageldikçe efsaneleşmiş olaylardan beslenir. Türün sinemadaki yolculuğuna baktığımızda, miladının 1914 İtalyan yapımı Cabiria olduğunu, 20’li yıllarda The Ten Commandments ile dini epiğin devreye girdiğini, altın dönemini ise 50’li ve 60’lı yıllarda yaşadığını görüyoruz. Türün 70’li yıllarla birlikte çaptan düştüğünü ve 90’lardaki kıpırtıların ardından 2000’de Gladyatör’ün göz kamaştıran ticari ve eleştirel başarısı, bunu takiben Yüzüklerin Efendisi serisinin epik\fanteziyi canlandırması, geçtiğimiz yıl Noah, bu yıl vizyona girecek Exodus gibi dini\epiklerin sahne alması gibi faktörlerle günümüzde epik sinemanın o şaşaalı günlerine erişemese de üretken bir dönemden geçtiğini söyleyebiliyoruz. 

Peki, epik film dediğimiz zaman ne anlıyoruz, ne anlamalıyız? Epik, hemen hemen her türle yakın ilişki içinde olduğundan epik film sınıflaması genellikle yanış yapılmakta veya yapılamamakta. Epik film dediğimizde öncelikle izleyeni coşturan, galeyana getiren, o damara seslenen işleri gözümüzün önüne getirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda, yapılmış epik film listelerini incelediğinizde Rüzgar Gibi Geçti’den Doktor Jivago’ya, Titanik’ten Schindler’in Listesi’ne, bilimkurgu ve savaş filmlerine kadar sayısız filmin epik olarak değerlendirilebildiğini göreceksiniz. Ancak en büyük yanlış, özellikle epik sinemada tür değerlendirmesi yaparken filmin baskın olmayan türünü baz almak ve bazen de büyük ölçekli, gösterişli dev yapımları epik olarak değerlendirmek. Öyle düşündüğümüz zaman Avatar da epiktir. Ama filmin bilimkurgu olduğunu göz ardı edebilir miyiz? Evet, Avatar aynı zamanda epik\fantezidir fakat epik sinemaya bu şekilde bakarsak sınırlarını çizmemiz çok güç olacaktır. Burada yapmamız gereken filmdeki epik unsurların o filmi epik yapmaya yetip yetmeyeceğini dartabilmek ve alt tür listelerine yönelmek olacaktır. Bu yüzdendir ki, en iyi 10 epik film listemi hazırlarken kılıç sandalet epiklerini ve tarihi epik olarak da adlandırabileceğimiz filmleri baz aldım. Tarihi epik derken de Gandhi gibi biyografi epikleri eleyip Abel Gance’ın biyografik epik olmasının yanında şablonumuza da uyan Napolyon’unu almayı uygun gördüm. Dönem filmine yakın duran eserleri dışarıda tutup, tarihi epiği de sadece tarihte yaşanmış olayları ele alan filmler olarak düşünmediğimi belirtmek istiyorum. Kurosawa epikleri bu şekilde listedeki yerlerini aldılar. Yine bu yaklaşım neticesinde Excalibur ve Yüzüklerin Efendisi üçlemesi gibi epik\fantezileri değerlendirme dışında tuttuğumun altını çizeyim. 

10- The Fall of the Roman Empire (1964) 

Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılma, bir anlamda dağılma sürecini odağına alan Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü, tarihsel gerçekleri araya kurgusal karakterler de ilave ederek süsleme yoluna giden, bu sayede de epik anlatıyı güçlendirmeyi başaran önemli bir iş. El Cid ile epik sinemada harikalar yaratan Anthony Mann’in bu alandaki yetkinliğini tekrar gösterme fırsatı bulduğu film, altın çağın en görkemli yapımları olan Ben-Hur, Spartaküs ve Kleopatra’dan açıkça etkilenmiş. Roma’yı tüm ihtişamıyla görselleştiren, imparatorluğu çöküşe götüren sebepleri didaktik olmadan anlatabilmeyi başaran Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü listeme girmekte de pek zorlanmadı. 

9- Spartacus (1960) 

Stanley Kubrick’in ilk kez bir süper prodüksiyonun kamera arkasına geçme şansı yakaladığı filmi Spartaküs, yönetmenin imza attığı diğer eserlerinden çabucak ayrılmasına karşın, onun dokunuşuyla büyü bir başarı yakaladı. Roma döneminde Spartaküs’ün önderliğinde vuku bulan köle ayaklanması, önce Anthony Mann’e emanet edilmiş, çekimler başlamış ancak Mann kovulunca Kucrick’le anlaşılmıştı. Çekim aşamasında yapılan pek çok değişiklik - senaryonun elden geçirilip, savaş sahnelerinin eklenmesi- Kubrick’in titiz çalışma metodu ve mükemmeliyetçiliği de eklenince bir klasik doğdu diyebiliriz. Elbete bugün filme dönüp baktığımızda kusuzsuz bir iş olduğunu iddia edemeyiz. Ancak hakkını da teslim etmek gerekiyor. 

8- Gladiator (2000) 

Altın Çağ epiklerine öykünen Ridley Scott’ın en iyi film dahil 5 Oscar ödülü kucaklamayı başaran filmi Gladyatör, öyle bir başarıya imza attı ki, epik sinemanın 2000’li yıllardaki lokomotif filmi olmakta zorlanmadı. Mevki veya rütbe sahibi ana karakterini önce en dibe çekip, tekrar saygınlık kazandırma-yükseltme ve intikam hikayesini arenaya taşıyarak heyecanlı bir maceraya dönüştürme formülünü Ben-Hur’dan ödünç alarak Gladyatör’e uyarlayan senaristlerimiz, karakter yaratma ve seyirciyi tavlama konusundaki üstün bir beceri sergiliyorlar. Şüphesiz ki, övgülerimize mazhar olması gereken başlıca isim yönetmenimiz Ridley Scott… Onun vizyonu ve maharetli elleri olmadan Gladyatör’ün günümüzün klasiklerinden birine dönüşmesi pek de olası değildi. 

7- Napolyon (1927) 

Abel Gance, sessiz sinema dönemindeki eserleri ama özellikle de 1927’de gösterime giren Napolyon biyografisiyle tarihe geçti. Günümüze yaklaşık 5.5 saatlik versiyonuyla ulaşabilen film, Napolyon’un askeri dehasını çocukluk döneminden başlayarak anlatmaya koyulur. Albert Dieudonne’un delici bakışları ve sarsılmaz duruşuyla ortaya koyduğu Napolyon Bonapart kompozisyonu, Abel Gance’ın döneminin çok ilerisindeki kurgu teknikleri ve yönetmenlik becerisiyle birleştiğinde epik sinemanın ilk başyapıtı doğar. İlk yarısında Napolyon’un gözden düşüşü ve yükselişini coşkun bir anlatımla izlerken, ikinci yarısında Fransız İhtilali ve ülke içindeki karışıklıklara odaklanırız. Napolyon’un gönül ilişkisi devreye girip de uzunca bir zaman çaldığında epik anlatısı zarar gören film, netice itibariyle türün en parlak işlerinden biri olmuştur. 

6- Ran (1985) 

Akira Kurosawa’nın Shakespeare’in ölümsüz eseri Kral Lear’dan yaptığı serbest bir uyarlama olan Ran, epik sinemada daha önce ortaya koyduğu işlerle “Kurosawa epiği” diye bir alt başlık açan üstadın türe teatral bir tat da kattığı çarpıcı bir filmdi. Krallığını üç oğlu arasında paylaştırmak istediğinde öngöremediği olaylar yaşayan, öz oğullarınca ihanete uğrayan otoritesi sarsılmaz Efendi Hidetora’nın trajik hikayesi, Kurosawa’nın ellerinde destansı bir biçimde hayat buluyor. Ran’ı türdeşleriyle karşılaştırdığımızda teatralliğinin yanında dramatik kompozisyonlarıyla diğerlerinden ayrıldığını görürüz. Yönetmenin başyapıtları arasında üst sıralara yazdığımız film; sinematografisi, oyunculukları ve estetiğiyle ışıl ışıl parlamaya devam ediyor. 

5- Braveheart (1995) 

80’li ve 90’lı yıllar aksiyon sinemasının önemli isimlerinden Mel Gibson’ın ikinci yönetmenlik çalışması Cesur Yürek, en iyi film ve yönetmen dahil 5 dalda Oscar kazanarak -Gibson’ın yönetmenlikteki tecrübesizliğini düşürsek- beklenmedik bir başarı yakaladığını söyleyebiliriz. İskoçya’nın bağımsızlık mücadelesini, ülkenin ulusal kahramanı olarak kabul edilen William Wallace etrafında kurgulayarak anlatmaya koyulan Gibson, epik anlatının sınırlarını zorlayan bir özgürlük destanı yazmıştı. Bir hayli kanlı ve cüretkar savaş sahneleriyle dikkat çeken film; kuzey ülkelerinin kasvetli havası, makyaj çalışması ve genel anlamda sanat yönetimiyle tür içinde eşşiz bir noktaya yerleşti. Seyirciyi bir çırpıda avucunun içine alması ise Cesur Yürek’in en büyük kozuydu. 

4- El Cid (1961) 

11. yüzyıl İspanya’sında El Cid adlı bir halk kahramanının ülkesinin bölünmemesi için verdiği büyük savaşı anlatan filmin kamera arkasında Anthony Mann var. El Cid için gerçek bir kahramanlık destanı diyebiliriz. Hikayesini tarihsel gerçeklerden alıp; sadakat, cesaret, onur gibi erdemleri, kurguyla sarmalayan, düello ve savaş sahnelerini, aşkı, ihtirası kısacası bir epik filmden beklediğimiz her şeyi sunuyor bu film. Epik sinemanın vazgeçilmez ismi Charlton Heston ve Sophia Loren’in katkıları, prodüksiyon kalitesi, bol figürasyonu, gerçek mekanları ve daha birçok detayıyla unutulmaz bir epik El Cid. Ben-Hur, Spartaküs, Kleopatra kadar popüler bir film olmaması sizi yanıltmasın. 

3- Lawrence of Arabia (1962) 

Dev prodüksiyonların adamı David Lean denince aklımıza gelen ilk film Arabistanlı Lawrence’dır. Usta sinemacının 7 Oscar’lı başyapıtı, içeriği sebebiyle bizde pek çok tartışmaya da sebep olmuştu. İngiliz casus T. E. Lawrence’ın İngiliz İstihbaratı tarafından Arapları, Osmanlılara karşı kışkırtması veya İngilizlerin yanında yer almalarını sağlama amacıyla Arabistan’a gönderilmesi ve sonrasında yaşananları mercek altına alan film, tarihe sadık kalma düşüncesinde olmadığından işin yalnızca kurgusal ayağına bakmak gerekiyor. Bu şekilde yaklaştığımızda da epik film kodlarını iyi bilen Lean’in türün en iyi örneklerinden birini çıkardığını kabul etmek gerekiyor. Seyircisini Arabistan çöllerinde tutkulu bir maceraya çıkaran film, haklı bir şöhrete sahip. 

2- Seven Samurai (1954) 

Kariyeri boyunca Japon kültürünün önemli parçalarından Samurayları filmlerine konu edinen Akira Kurosawa’nın, dünya sinemasını en fazla etkilemeyi başarmış eseri kuşkusuz ki, Yedi Samuray’dır. Seyircisini 16. yüzyıl Japonya’sına götüren film, tek varlıkları olan ekinlerini haydutlara kaptırma tehdidiyle yüz yüze gelen köy ahalisinin, çareyi kendilerini savunmak için samuray kiralamada bulmalarını ve sonrasında yaşanan epik mücadeleyi odağına alıyor. Farklı karakterlerdeki samuraylarla, köylüler arasında ilişkiyi yer yer mizahi öğelerle süsleyen Kurosawa, türün karakteristik özelliklerini hikayesine yedirir ve yönetmenlik sanatının en nadide işlerinden birini ortaya koyar. Epik sinemanın altın çağını müjdeleyen Yedi Samuray, yalnız ait olduğu türün değil sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri. 

1- Ben-Hur (1959) 

William Wyler’ın 11 Oscarla taçlandırılan şahaseri Ben-Hur için epik film şablonunu en iyi uygulayan ve türe yön veren film diyebiliriz. Filmin merkezinde Roma döneminde, kutsal topraklarda Ben-Hur adlı zengin Yahudi prens ve çocukluk arkadaşı general Messala arasındaki çatışma yer alır. Ben-Hur’un düşüş ve yükselişi hikayenin ana eksenini oluştururken, Hz. İsa’nın öyküsüne de tanık oluruz. Hz. İsa, filmde Ben-Hur’u derinden etkileyen bir figür olarak çiziliyor. Bu da Wyler’ın, filmini tüm bir epik film külliyatı içinde ayrıksı bir noktaya taşımaya yetiyor. Ben-Hur’un hikayesi o kadar tutkulu ki, Wyler bunu teknik açıdan yakaladığı kusursuzlukla birleştirdiğinde ortaya çıkan eser, epik sinemanın aşılmaz kalesine dönüşüyor.