31 Temmuz 2019

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor - #68 The Broken Circle Breakdown


İnançlı bir dövmeci olan Elise ile Bluegrass grubuyla Bonjo çalıp şarkı söyleyen Ateist Didier’in ilişkisi mercek altına alın The Broken Circle Breakdown (Kırık Çember), Felix van Groeningen'in dördüncü uzun metrajıydı ve vizyona girdiği yıl oldukça iyi tepkiler almıştı.

Film, kansere yakalanan küçük kızlarının yıpratıcı tedavi sürecinde birbirlerine sarılan Didier ve Elise’in zor günlerinde açılıyor ve kısa bir süre sonra karakterlerimizin tanışmalarının bir süre sonrasına götürüyor bizi. Çok geçmeden Elise ve Didier’in dünü ve bugününü paralel bir kurgu eşliğinde izlerken buluyoruz kendimizi. The Broken Circle Breakdown kurgusuyla Blue Valentine ve 21 Grams’ı anımsatıyor. Filmin ilk yarısı Blue Valentine’de olduğu gibi karakterlerimizin işlerin ters gittiği bugünü ile kendilerini aşka, tutkuya ve müziğin ritmine kaptırdıkları mutlu günleri arasında gidip geliyor. İki filmi bağlayan nokta ise geçmişin düz bir kurguyla ilerleyip bugüne yakın bir zamana erişmesi. Groeningen, ikinci yarıyla birlikte beklenmedik bir şekilde bu işleyişi değiştiriyor. Artık daha karmaşık bir kurgu anlayışı ile yoluna devam ediyor film. Yönetmenin kurguyla bu kadar oynaması bir ilişkinin tüm evrelerini resmederken; tanışma, flört, evlilik, çocuk, ayrılık gibi birçok ilişkinin başından geçen klasik safhaları devamlı aralara giren şarkılardan da destek alıp, filmin farklı noktalarına dağıtarak filmin hikaye itibariyle gittikçe sertleşen o ağır havasını bir nebze olsun kırabilmek. Bu konuda Groeningen’in oldukça başarılı olduğunu, klasik hikayeye farklı bir tat getirdiğini düşünüyorum. Kısaca biçimsel müdahalenin The Broken Circle Breakdown'ı yukarı taşıdığını söyleyebiliriz. 

The Broken Circle Breakdown’ın hikayesi karakter çatışmasına uygun zemin oluşturacak şekilde yazılmış. Kızlarının kansere yakalanması Didier ve Elise’in mutlu giden birlikteliklerinin üzerine bir karabasan gibi çöküp ikisini de yıpratıyor. Ancak, umutla kenetlenen karakterlerimizi daha zor günler bekliyor. Bir noktadan sonra birbirlerini suçlamaya başlıyorlar ama Didier’in ateist, Elise’in inançlı olması bu ilişkiyi çıkmaza sokuyor. Tanıştıklarında Elise’e Amerika hayranlığından, Amerikan Rüyası’ndan bahseden Didier, gün gelip de çocuklarının iyileşmesinin önüne ket vuranın muhafazakar düşünce yapısının ve dolayısıyla da Amerika’nın olduğunu fark ettiğinde haklı olarak isyan ediyor. Didier’in filmin son bölümüne denk gelen ve kendisi için bir tür boşalma anlamına da gelen etkileyici tiradı, frenleri patlayıp yokuş aşağı giden bir aracı anımsatıyor. Kontrolünüzü kaybettiğinizde kendinize ve sevdiklerinize zarar verirsiniz… 

Yönetmen Groeningen, Didier karakteri üzerinden az önce bahsettiğimiz düşünce yapısını eleştirme fırsatını iyi değerlendiriyor. Hikayeye yedirilen Amerikan hayranı bir karakter, 11 Eylül saldırısına yapılan atıf ve aile için umutların yitirilişinde yapılan Amerika vurgusu, ana hikayeyi besleyen unsurlar diyebiliriz. Groeningen, hayat ve ölüm üzerine düşündüren bir dramla kariyerinde önemli bir adım daha atıyor. Duygu sömürüsüne kaçmadan meselesini anlatmabilmesiyle de takdirimizi kazanıyor. Teatral bir metinden sinemaya uyarlanan eser, muhtemelen oyunu görenler için de iyi bir seyir olacaktır. Sinemanın anlatım olanaklarıyla yeni bir kimlik kazanan film, sağlam dramatik yapısı ve romantizmiyle hatırlanacak ve bir şekilde içinize dokunacak…