18 Ağustos 2024

Post Apokaliptik Bilimkurgu Sinemasında Bir Mihenk Taşı: Mad Max Üçlemesi


Amerikan sineması altın çağından bugüne değin türlere yön veren, eğilimleri belirleyen bir sinema olageldi. Ülkenin geçtiği süreçler sinemasını da doğrudan etkiledi. Bu etkiden en çok nasibini alan ise korku ve bilimkurgu türleri oldu diyebiliriz. Soğuk Savaş döneminde bilimkurgu sineması uzaylı istilası filmlerinin istilası altındaydı. Bu furya 60’lı yıllardan itibaren Amerika-Rusya arasındaki silahlanma yarışı ve nükleer savaş tehlikesinin iyice artmasıyla yerini daha gerçekçi, tehdidin dış uzaydan değil içeriden gelebileceğini öngören filmlere bırakmaya başladı. 1963’te yaşanan Küba füze krizi, iki ülke arasındaki anlamsız rekabetin medeniyeti yok edebileceği, insanoğlunu kıyametin eşiğine getirebileceği paranoyasını had safhaya ulaştırdı. Olası bir nükleer savaş sonrasında insanoğlunun hayatta kalıp kalamayacağı, şayet kalırsa onu nasıl bir hayat, nasıl bir dünya beklediği sorusu 70’li yıllar bilimkurgu sinemasını derinden etkiledi. 60’lı yıllarda ilk örneklerini izlediğimiz post apokaliptik bilimkurgular, 70’lerde bir kimlik kazandı. O dönem başka örnekler de çıktı ama 1975 yapımı L. Q. Jones filmi A Boy and His Dog, çölleşmiş yeryüzü tasarımıyla Mad Max’in ana esin kaynağı oldu. Bu alt türde A Boy and His Dog’ın yakalayamadığı popülerliği devam filmi The Road Warrior’ın da etkisiyle Mad Max kazanınca; kıyamet sonrası alt türünün atmosferiyle örnek alınan ve akla gelen ilk örneği, George Miller’ın üçlemeye dönüşen efsane serisi oldu. Modern dünyanın adım adım yok oluşuna tanık olduğumuz seri, aksiyonunu ve yarattığı heyecanı bir kenara koyarsak insanoğlunun kendi sonunu hazırlayacağına vurgu yapmasıyla önemsenmesi gereken bir distopyadır.

Mad Max (1979)

Suç oranın arttığı ve çetelerin iyiden iyiye güçlendiği, devletin ise otoritesini kaybettiği, adaleti sağlamakta pek de başarılı olamadığı yakın bir gelecekte (günümüzden birkaç yıl sonrası) açılan Mad Max, bir giriş filmi olmasına karşın seyircisini bilgilendirme anlamında ketum davranır. George Miller, iki suçlunun peşine düşen polis biriminin amansız takibiyle filme hızlı bir giriş yapar. Önce polisler akabinde ise çeteler iş üzerinde gösterilir ve olayların tamamının yollarda cereyan etmesiyle filmin ana hatları belirlenir. Karakterlerimizi tanıdıktan kısa bir süre sonra da intikam teması öne çıkar. Polis biriminin en yetenekli ismi Max, eşi ve çocuğunu da düşünerek istifa etmek\kaçmak ister ancak Miller, kaçış olmadığını vurgular. Yakın bir gelecekte olmamız sebebiyle medeniyet ayaktadır ama çöküşün önüne geçilebilecek midir? İşte Mad Max’in bu soruya verdiği cevap devam filmlerinde net bir şekilde görülecektir. Miller’ın filmi post apokaliptik bilimkurgu alt türünü, yol filmleri ve aksiyonla buluşturur. Bu melezleşmenin etkisi sonraki yirmi yıl boyunca kıyamet sonrası bilimkurgularında karşımıza çıkacaktır.

Mad Max II: The Road Warrior (1981)

İlk filmin başarısı üzerine George Miller, tekrar kamera arkasına geçti ve daha görkemli bir devam filmiyle döndü. Miller’ın ilk filmdeki ketumluğunu da bir kenara bırakmasıyla Mad Max’in dünyasına ilişkin pek çok şey öğrendik. The Road Warrior’da ilk filmin dünyasından biraz daha uzaklaşıyoruz. Nedeni unutulmuş bir savaşın medeniyetin sonunu getirdiğini öğreniyoruz. Yeni dünya düzeninde sadece güçlü olanlar hayatta kalabiliyor. Max de onlardan biri: Tükenmiş, amaçsız kalmış, derbeder bir savaşçı olarak karşımıza çıkıyor. The Road Warrior’da hikayenin merkezinde petrol savaşı var. Max, ellerindeki petrolü çetelere kaptırmak istemeyen bir grup insanla yine bir miktar petrol üzerinden anlaşma yapıp savaşa giriyor.

Miller, ilk filmin kıyamet sonrasında aksiyon formülünü daha da ileri götürerek kusursuz bir biçimde uyguladığını söyleyebiliriz. Mad Max üçlemesinin en önemli halkası olan The Road Warrior, bunu büyük oranda hikayenin kimliğini bulmasına ve daha çok kıyamet sonrası atmosferinin tam karşılığını bulabilmesine borçlu diyebiliriz. Elbette Mad Max’in etkileri saymakla bitmez: filmde kullanılan araçlardan, kostümlere kadar o dünyanın içindeki birçok detayın kopyalandığını söylersek yanılmış olmayız.

Mad Max: Beyond Thunderdome (1985)

Bizi ikinci filmin 15 yıl sonrasına götüren Beyond Thunderdome, Mad Max üçlemesi’nin en zayıf halkası olarak selamlandı. Üçüncü filmde yol savaşçısı Max, çöldeki yolculuğuna devam ediyor ve kendisini Bartertown adlı bir mini şehirde buluyor. Burada kısıtlı teknolojik imkanlarla medeniyetin yeniden inşa edilme çabasını görüyoruz. Filmin ilk 40 dakikasına tekabül eden Bartertown bölümü, iç mekanda geçmesinin de etkisiyle karanlık bir tonda ilerliyor ve ilk iki filmin bir tekrarı olmamayı başarıyor. Ne var ki, Max’in çocuklardan oluşan bir kabilenin misafiri olduğu ikinci bölümde hızlıca düşüşe geçiyor film. Terminator serisinde olduğu gibi bir Mad Max klasiği olan kaçmalı-kovalamacalı hikaye örgüsü daha kısa olmakla birlikte üçüncü filmin son kısmında da var. Beyond Thunderdome’da belli bir gün işaret ediliyor: Kıyamet günü… Dolayısıyla bizi Mad Max’in dünyasına ulaştıran savaşın, uygarlığın izlerini silen bir nükleer savaş olduğu gerçeği netleşiyor. The Road Warrior’ın açılışında bahsedilen savaşlar, sanki uzun bir sürecin sonucunda dünyanın bu hale geldiğini söylüyordu. Diğer iki filmin aksine Beyond Thunderdome, seriye nokta koyarken umut aşılamayı da ihmal etmiyor.

Aksiyon Operası: "Mad Max: Fury Road" eleştirime buradan ulaşabilirsiniz