2000'li yıllarda hak ettiği değeri bulamadığını düşündüğüm Türk filmlerinden beşine kısa kısa değinmek ve yeni seyircilere ulaşmasında bir katkım olmasını istedim. Kimisi kopya sayısının azlığı, kimisi genel kitleye hitap etmemesi, kimisi de anlaşılamamak gibi sebeplerle pek ses getiremedi. Elbette vizyon sonrası bir şekilde seyircisine ulaştılar, eleştirmenlerden övgü ve ödül de aldılar ama IMDb gibi sitelerde puanları oldukça düşük kaldı. Sinemayla yakından ilgilenen seyirci muhtemelen hepsini izlemiştir. Genel izleyiciye ulaşıp, bilinirliliğinin artmasını da önemsiyorum açıkçası.
Kusursuzlar (2013)
50. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleriyle dönen Kusursuzlar, çıkışını Canavarlar Sofrası ile yapan Ramin Matin’in, başta oyuncu yönetimi olmak üzere ne kadar yetenekli bir yönetmen olduğunu ispatlayan önemli bir film. Çeşitli sebeplerle birbirlerinden kopmuş iki kız kardeşin, kaybettikleri anneannelerinin Çeşme’deki yazlığına sözde tatile gelmeleriyle aralarındaki problemlerin bir bir ortaya dökülmesini ve yüzleşmelerini anlattığını söyleyebileceğimiz film; henüz ilk dakikalarından itibaren iki kardeş arasındaki uzaklığı ve gerilimi ustalıkla vermeyi başarıyor. Kardeşlerin arasındaki sırrın açığa çıktığı sahnede İpek Türkcan ve Esra Bezen Bilgin’in göz dolduran performanslarıyla etki dozunu artıran Kusursuzlar; erkek egemen bir toplumda, merkezine aldığı iki kadın karakteriyle hasıraltı edilen kadın sorunlarını dile getiriyor. Kan bağının büyük ve güçlü olana çeşitli sorumluluklar yüklemesi ve “koruma içgüdüsü” ile hareket ettirmesi, küçük ve zayıf olanın ise benzer şekilde “korunma ihtiyacı” duyması, karakterlerimizin yaşanmışlıkları sonrasında çelişkili durumlar yaratıyor. Bu uzun sürecin yarattığı tahribat da Kusursuzlar’ı kusursuz bir karakter draması yapmaya yetiyor.
Gözetleme Kulesi (2012)
Pelin Esmer’e 19. Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Gözetleme Kulesi, yönetmenin tarzını oturttuğu film olarak öne çıkıyor. Esmer, Seher’in dramıyla ülkemizdeki genç kızların kemikleşmiş sorunlarından birini merceğine alıyor. Film, 2013 Türkiye’sinde ebeveynlerin hala değişmeyen “kız çocuğu” algısının nasıl sonuçlar doğurabildiğini gerçekçi gözlemlerle perdeye taşıyor. Bir anlamda kesişen yollar hikayesi olarak da bakabileceğimiz Gözetleme Kulesi’nin en önemli özelliği yönetmenin minimal tarzında gizli. Filmin, minimal sinemamız içerisinde ayrıksı durmasındaki ana etken farklı damardan beslenen iki hikaye anlatması diye düşünüyorum. Açarsak; Nihat’ın gözetleme kulesindeki yalnızlığı, yaşadıklarının onu bu noktaya sürüklemesi klasik minimal film şablonuna cuk oturuyor. Seher’in durumu ise çok farklı… Sessiz başlayıp bir isyanın sesine dönüşüyor ve film sona yürürken ani çıkışları, duygusallığı ve iki karakterin birbirini tamamlamasıyla kendine has bir minimal anlatı doğuyor. Toparlarsak; Pelin Esmer fazlasıyla bizden olan hikayesini seyircisine yabancılaştırmadan anlatmayı başarıyor, Olgun Şimşek ve Nilay Erdönmez’in üst düzey performanslarıyla iz bırakan bir eser olup çıkıyor Gözetleme Kulesi.
Jin (2013)
Yedinci uzun metrajı Jin’de; A Ay, Beş Vakit ve Hayat Var’da olduğu gibi odağına yine bir genç kızı alarak, bize ve hayata dair umutla umutsuzluk arasında gidip gelen bir hikaye anlatmaya koyulan Reha Erdem, kemikleşmiş Türkiye meselelerini masalsı bir dünya dokuyarak ele alıyor. Dağda; örgütten, askerden, bombalardan kaçabilen, vahşi doğada zor yaşam koşullarına bir şekilde adapte olabilen ama ovaya indiğinde kamuflajsız, bir nevi ‘çıplak’ kalan bir küçük kızın varolma savaşını, yaşıtları gibi bir hayata kavuşabilme özlemini; çıkışsızlığa vurgu yaparak anlatıyor Erdem. Öte yandan büyük şehir taşra veya ıssız bir coğrafya fark etmeksizin insanın her yerde kendisinden farklı olanı dışladığını-ötekileştirdiğini ve bunun böyle sürüp gittiğinin altını çizip, savaşın doğaya ve hayvanlara da büyük zarar verdiğini söyleme fırsatı buluyor Jin. Filmin sinemamız açısından en önemli özelliği ise yakaladığı görsel doygunluğu mistik, fantastik ve masalsı bir sona ulaştırması ve bunu da tamamen “bizden” hikayesine yedirirken yadırgatıcı olmamayı başarması diyebiliriz.
Nar (2011)
80’li ve 90’lı yıllarda senarist kimliği, 2000’li yıllrda ise yönetmenliğiyle yeni kuşak sinemacılarımız içinde önemli bir yer edinen Ümit Ünal, zamansal sıçramalı tek mekan filmi Ara’dan sonra bir kez daha -giriş ve son kısmını saymazsak- bu alanda ürün verdiği ve bu kez bir kesişen hayatlar hikayesi anlattığı yedinci uzun metrajı Nar; karakterler arasındaki gerilimi kapalı alanda sıkışmışlık durumuyla destekleyen taze fikirlerle dolu bir film. “Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: hem çok benzeriz hem de çok farklıyız” diyen Ümit Ünal, bugünün dünyasında örtülü de olsa devam eden sınıfsal farklılıklara dikkat çekiyor Nar’da. Bununla birlikte dünya değişse de modernleşse de güçlü olanın ayakta kaldığı düzenin değişmediğini söyleme fırsatı buluyor yönetmen. Hikayenin başa sarılıp karakterlerin değişmesiyle de filmin en önemli cümlesi kuruluyor: “Hepimiz farklı hayatlar yaşasak da aynı sistemin bir parçasıyız ve bugün “öteki”nin başına gelen yarın seni bulabilir.” Adalet arayışından, vicdani sorgulamalara uzanan bir karakter draması Nar; teatral tadıyla, diyaloglarındaki incelik ve genel olarak Ümit Ünal’ın birinci sınıf işçiliğiyle sinemamız adına gerçek bir övünç kaynağı…
Kosmos (2009)
Reha Erdem’in Kars’ın bir sınır şehrini mesken tutan filmi Kosmos, şehre gelmesiyle mucizeler yaratan, şifa dağıtan ve yöre insanına umut veren bir meczubun, zaman ve mekandan bağımsız öyküsünü anlatıyor. Kosmos karakterini bir gizem perdesiyle kaplayan Erdem, onu bir döngü içine hapsediyor. Kosmos’un şifa dağıtmasının, iyilik yapmasının yanı sıra bir hırsız oluşu iyiliğin ve kötülüğün insanoğlunda birlikte varolmasıyla, salt iyinin ise yaratıcıya özgü olmasıyla akalalı olduğunu düşünüyorum. Adının da çağrıştırdığı gibi Kosmos her şeyi temsil ediyor sanki. Ermişliğinin yanında oldukça basit biri, hatta hiçbir şey bilmediğini söyleyen ama hayata ve ölüme dair farkındalığı olan bir adam o. Kosmos bu dünyaya ait olmayan bir figür, Erdem’in de dediği gibi bir insanlık ideali, yani o idealin cisimleşmiş hali bir nevi… Genel bir çerçeve çizersek; gittiği yerlere mucizeler götüren ama anlaşılamayan ve bunun sonunca da hep kaçmak zorunda kalan, böyle devinip giden göçebe bir hayat hikayesinden mistik bir film çıkaran Erdem; insana, insanın doğayla, ölümle, hayatla, kendisinden farklı ve ulaşılmaz olanla ilişkisine dair içi dolu cümleler kuruyor Kosmos’ta. Neptün ile Kosmos arasında tıpkı hayvanlarınki gibi içgüdüsel bir bağ kurarak inanılmaz bir ahenk yakalıyor. Karakter olarak Kosmos bir insanlık idealiyse, film de sinemamız için ulaşılması gereken bir ideal olmalı…