12 Eylül 2024

80'li Yıllardan 5 Korku Filmi

80’ler korku sinemasından iyi-kötü olmasına bakmadan yakın zamanda tekrar göz attığım 5 korku filmi üzeri birkaç kelam etmek istedim. Zaman zaman istismar sinemasına da kayan oldukça sert korku filmlerine sahne olan 70’li yılların ardından 80’li yıllarla birlikte daha soft diyebileceğimiz korku filmlerinin üretildiği bir döneme girdiğimizi söyleyebilriiz. Korku-bilimkurgu, korku-komedi gibi melezleşmelerin arttığı, teen-slasher alt türünün patladığı 80’ler korku sineması bizim kuşak için hep özel kalacak sanırım. Ele aldığım beş film genel olarak dönemin eğilimlerinin birer ürünü diyebilriiz. Maniac, teen-slasher, Re-Animator bilimkurgu-korku melezi, Halloween III: Season of the Witch teen-slasher olmakla birlikte 80’li yıllardaki devam filmi furyasının enteresan bir örneği olarak tür içindeki yerini aldı. 

Dressed to Kill (1980)

Brian De Palma’nın korku alanındaki en yetkin işi olduğunu düşündüğüm Dressed to Kill, çift kişilikli psikopat bir katil hikayesi anlatır. Ama bu filmi Alfred Hitchcock klasiği Pyscho üzerinden okumak gerekir. Hitchcock filmlerine saygı duruşunda bulunmayı seven, zaman zaman da Hitchcock’a öykündüğünü söyleyebileceğimiz De Palma, Dressed to Kill’de kendi Pyscho’sunu çekmiş diyebiliriz. Açılış ve kapanıştaki duş sahneleri ve asonsördeki cinayet sahnesiyle Pyscho’nun unutulmaz duş sahnesini selam duran De Palma, daha ileriye giderek başroldeki sarışın karakterini tıpkı Pyscho’daki gibi beklenmedik şekilde filmin ilk bölümünde öldürüyor. Filmdeki pisikopat katilin çift kişilikli bir katil olması ve bunun ortaya çıkışı De Palma’nın hünerli ellerinde selefini aratmaz bir gerilime sahne oluyor. Cinsellik, röntgencilik, kişilik bölünmesi, kadınlara biçilen rol gibi pek çok De Palma filminde görebileceğimiz temaların, yönetmenin biçimci üslubuyla kusursuz bir gerilimle kotarıldığı film, türün en iyi örneklerinden.

Re-Animator (1985)

Frankenstein hikayesinden esinlenilerek yaratılan Re-Animator, daha sonra üçlemeye dönüşen ama özellikle 1985 yapımı ilk filmiyle döneminin kült korkularından birine dönüşen başarılı bir yapım. Bilimkurgu ve korku sinemasından sıkça karşımıza çıkan çılgın bilim adamı ve onun çılgın amacı doğrultusunda ortaya çıkan kaosu anlatan hikayelerden biri var burada da.. Tıpkı Doktor Frankenstein gibi ölülere can vermenin bir yolunu bulan bilim adamı Herbert West’in amacı aslında insanoğlunun aşamadığı tek şey olan ölüme çare bulabilmek. Ancak kendi keşfi olan yeşil sıvıyı ölülere enjekte ettiğinde sonuç hiç de umduğu gibi olmuyor. Bir tür zombi yaratıyor Herbert. Ve elbette işler önünü alamayacağı bir noktaya doğru yol alıyor.  Bilimkurgu ve korku türlerinin klas bir örneği olan Re-Animator, iddia edildiği gibi işin içine mizahı pek karıştırmıyor aslında. 80’li yıllara ait olması sebebiyle elbette dönemin korku-komedi akımından etkiler de taşıyor. Başarılı makyaj çalışması ve akıldan çıkmayacak birçok sahnesiyle görülmeyi fazlasıyla hak ediyor.

Maniac (1980)

John Carpenter’ın slasher türünün unutulmazları arasına adını yazdıran 1978 tarihli korku filmi Halloween’ın yakaladığı başarı 80’li yıllarda pek çok slasher veya teen-slasher’ın doğmasını sağladı. 1980’de çıkagelen Maniac da bunlardan biri. Çocukluğunda annesi tarafından cinzel tacize uğrayan Frank Zito, annesinden alamadığı intikamı genç kadınları öldürerek almaya çalışmaktadır. Öldürdüğü kadınların kafa derilerini yüzüp, evindeki mankenlerinin başına yerleştirir. Cinayet sahnelerinin başarılı bir şekilde kotarıldığı filmin en büyük eksiği polisiye örgüsünün olmaması diyebiliriz. Film,  ne yazık ki psikopat katilimiz Frank’in birbirini takip eden cinayetlerinin dışına çıkamıyor ve Frank’i de yeterince derinlikli bir karakter olarak çizemiyor. Elbette filmin amacı Halloween sonrası patlayan bu furyadan nasiplenmek, dolayısıyla da böyle bir çaba içerisine girilmemiş. 2012'de aynı adla yeniden çekilen film, orijinal Maniac’ın tüm eksikliklerini kapıyor. Eğer ikisini de görmediyseniz önceliği yeniden yapıma verin, pişman olmayacaksınız.

The Beyond (1981)

İtalyan korku sinemasının Dario Argento ve Mario Bava ile birlikte en yetkin ismi olan Lucio Fulci’nin iyi filmleri arasında yer alan The Beyond, hikaye kurgusu açısından klasik bir korku filmi. Cehennemin 7 kapısından biri üzerine inşa edilen bir otel, Lisa adlı bir kadına miras kalır. Oteli işletmek isteyen Lisa, onarım çalışmalarına başlar. O sırada işçi ölümleri başlar ve lanet Lisa’ya kadar ulaşır… Gore ve şiddet içeren sahnelerde elini korkak alıştırmayan Fulci, The Beyond’da bu bakımdan oldukça formunda. Zaman zaman bakmakta zorlanacağınız sahneler çeken Fulci, lanet üzerine inşa ettiği filmi son bölümde bir tür zombi filmine dönüştürüyor.  Sepya tonunda çekilen açılış sekansı başta olmak üzere akılda kalıcı sahneleri olan The Beyond, yine de türün müdavimleri dışında öneremeyeceğim ortalama bir korku denemesi.

Halloween III: Season of the Witch (1982)

Slasher türünün en uzun soluklu serilerinden biri olan Halloween filmlerinde Michael Myers’ın yarattığı dehşet ele alınır bilindiği gibi. Serisinin üçüncü filmi Season of the Witch’te ise Myers yok. Hatta filmin bir yerinde John Carpenter’ın klasikleşen ilk Halloween filminin Cadılar Bayramı gecesi yayınlanacağına ilişkin bir tv reklamı görüyoruz. Özetle bu filmi seriden bağımsız değerlendirmek gerekiyor. Cadılar Bayramı öncesinde Tv aracılığıyla insanları hipnotize edip ürettikleri çeşitli maskeleri sattıran Cochran adlı gizemli bir fabrikator ve babası onun adamları tarafından öldürülen bir kadınla olaya tanık olan bir doktorun sır perdesini aralama çabasının konu edildiği Season of the Witch, genel olarak serinin en zayıf halkası olarak karşılansa da korkutmayı da başaran dönemin ortalama korku filmlerinden esasında. Cadılık ve büyücülük gibi alanlara kayan Season of the Witch, bilimkurguya da göz kırpıyor. Bana kalırsa aldığı tüm olumsuz yorumlara rağmen bir şans verilmeli.

8 Eylül 2024

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #71 Byzantium


Interview with the Vampire (Vampirle Görüşme) gibi bir vampir filmi çekmiş usta yönetmen Neil Jordan’ın uzunca bir aradan sonra korku sinemasının eskimeyen alt türüne dönüş filmi Byzantium (Bir Vampir Hikayesi), 2000’li yıllarda değişim geçiren vampir filmlerine ayak uyduruyor. Jordan, 200 yıldır birbirlerine tutunarak, saklanarak ve sürekli yer değiştirerek var olma savaşı veren anne-kız vampirlerin hikayesiyle alt türe taze kan aşılayan önemli bir eserle çıkagelmişti.

Neil Jordon’ın filmi esasen Twillight’ın romantik vampir filmi denemesiyle açtığı yolu takip ediyor. Ancak hikâyeyi romantizm odaklı kurmak gibi bir gayesi olmadığından, yani dozunda kullandığı romantizmle Twillight ile olan ilişkisini minimumda tutarak, yönünü Let the Right One In’e çeviriyor. Bunun anlamı Byzantium'un dramatik yapısıyla da dikkat çeken bir vampir filmi olmaya çalışması diyebiliriz. Hayata farklı pencerelerden bakan anne-kızın ilişkisiyle dramatik altyapısını çok sağlam olmasa da en azından düzgün bir biçimde kurabilen Byzantium'da aşk hikayesi filmin ikinci yarısından itibaren devreye sokuluyor ve vampir anne-kızımızı bir kırılma noktasına doğru götürüyor. Genel olarak ise Jordan’ın zaman zaman Vampirle Görüşme tadı veren bir iş çıkarttığını düşünüyorum. Bu benzetmenin ana sebebi ise iki filmin de günümüzde açılıp, vampir karakterlerimizden birinin hikayesini anlatmaya başlamasıyla geçmişe yürümesi. Byzantium özellikle geçmişle bugün arasında git gelli bir yapı kuruyor. Burada geçmişin işlevi vampirliğin kökenini-kaynağı aydınlatmak olarak karşımıza çıkıyor.

Peki, Byzantium ne yapıyor da türe taze kan aşılıyor ona bakalım. Öncelikle filmin hali hazırdaki vampir mitolojisini kullanmak yerine kendi yarattığı mitolojiyi kullanması en önemli ayrıntı. Bu mitolojiye göre de vampir olabilmenin altın kuralı değiştirilmiş. -Spoiler olmaması için detayına girmeyelim- Filmi izlemeden önce yapmanız gereken şey vampirlere dair bildiklerinizi -ölümsüz olmaları, kanla beslenmeleri ve birkaç küçük ayrıntı dışında- unutmak olacaktır. Gün ışığına çıkamayan, soluk benizli, soğuk tenli, uzun dişli, kazıkla öldürülebilen, kutsal sudan ve sarımsaktan hazzetmeyen ve son olarak kanını emdiği kişiyi de bir vampire dönüştüren vampirlere sırtını dönebilen bir film Byzantium. Vampirliğin kökenine yönelik getirilen yeni yorum ise kuşkusuz ki, vampir külliyatı içinde çığır açabilecek bir çabanın ürünü. Ancak Neil Jordan, tüm yenilikçi fikirlerine rağmen Byzantium'u unutulmaz bir filmle dönüştürmeyi başaramamış. Fantezi ve korku unsurlarının yerini büyük oranda gerçekçi betimlemelere bırakması sorun yaratmasa da filmin düşük temposu Byzantium'un en büyük eksisi olmuş.

Yeni bir Vampir tanımıyla karşımıza çıkan Byzantium, kusurlarına rağmen türü sevenleri tatmin edebilecek yetkinlikte bir korku filmi.

4 Eylül 2024

9 Adımda Stanley Kubrick Sineması


Yönetmenlik sanatını aşılması imkansız bir noktaya taşıyan isimlerin başında, ustaların ustası Stanley Kubrick geliyor. Kariyerine sığdırdığı 13 filmle derin izler bırakan, yeni kuşak sinemacıları etkilemeye devam eden Kubrick’in başarısının ardındaki sır neydi? Başarısının ne kadarını dehasıyla açıklayabiliriz, bunu hiç düşündünüz mü? Bu yazıda Kubrick sinemasının belli başlı özelliklerine değinip, yönetmeni özel kılan neydi, ana hatlarıyla onu anlatacağım.

1- Edebiyat uyarlamaları

Gözlerden uzak bir yaşam süren Kubrick, film çekmediği zamanlarda vaktinin büyük kısmını okuyarak geçiriyordu. Aslında bu dönemler için, ünlü yönetmenin yeni filmi adına hikaye arayışı içine girdiği zamanlar da denilebilir. Hep yeni şeyler denemek istediğinden aradığı hikayeyi bulması zor oluyor ve filmleri arasındaki zaman dilimi de gittikçe uzuyordu. Kubrick, ne kadar yaratıcı bir yönetmen olursa olsun kendi hikayelerini yazan, özgün senaryolara imza atan biri değildi. 13 filminin 11’i edebiyat uyarlamasıydı. Evet, Kubrick belki kendi hikayelerini yazmıyordu ancak uyarlamasını yapacağı kitabın senaryolaştırılması aşamasında etkin bir rol üstleniyordu. Senaryoyu bazen kendi yazıyor, çoğunlukla da başka senaristlerle birlikte çalışıyordu. Kubrick’in, uyarlayacağı kitabın haklarını satın aldıktan sonra düşündüğü tek şey, okurken kafasında kurguladığı filmi çekebilmekti. Bu yüzden uyarlama aşamasına mutlaka müdahil oluyor, hatta gerekirse hikayeyi büyük oranda değiştirebiliyordu.

2- Gerçekçiliği

Kubrick filmlerinin en belirgin özelliklerinden biri de alabildiğine gerçekçi oluşlarıdır.  Kubrick, gerçeğe en yakın planı yakalamak ister ancak birincil amacı bu değildir. Seyircinin filmin içine girebilmesi, yarattığı dünyayı daha iyi algılayabilmesi, o havayı soluyabilmesi için çaba sarf eder. Barry Lyndon’da tamamen doğal ışık kullanma kararı buna iyi bir örnektir. İç mekanlarda ya dışarıdan gelen ışıkla yetinmiş ya da mum ışığında çekim yapmıştır. 2001: A Space Odyssey’de uzayın sessizliği, Full Metal Jacket’ın ikinci yarısında kurulan oldukça gerçekçi setler ve savaşın askerler üzerinde yarattığı tahribatın görsel karşılığının tam anlamıyla bulunabilmesi gibi birçok örnek verilebilir. Toparlarsak söylemek istediğim; Kubrick’in gerçekçi yaklaşımı sadece hayatın içinden sıradan anları resmettiği zamanlarla sınırlı olmadığı.

3- Duygulara yer yok!

Spielberg filmleri ne kadar duygusalsa, Kubrick’inkiler de bir o kadar duygu yoksunudur. Ancak filmlerinde duygulara yer vermemesi üzerinden olumsuz bir çıkarım yapmak söz konusu bile değil. Filmlerinin soğuk oluşu Kubrick sinemasının en karakteristik özelliklerinden biridir. Bu, zaman zaman Kubrick karakterleriyle seyircisinin özdeşlik kurmasını, empati yapmasını zorlaştırır. Dolayısıyla da Kubrick filmleri neden zor sorusuna verilebilecek cevaplardan birinin karakterler ile aramızdaki aşılmaz mesafe olduğu söylenebilir. 2001: A Space Odyssey’de insanoğlunun evriminin bir sonucu olarak makineleşen insan teması işlenir. A Clockwork Orange’da Alex De Large, deney aşamasındaki bir tedavi yöntemiyle hissizleşir. Eyes Wide Shut’ta karı-kocanın sevişmesinde duygulardan eser yoktur. Full Metal Jacket’ta ise askerler öldürmeye programlanmıştır -hatta öldürmek için doğdukları kasklarına yazılmıştır- ve insanı insan yapan değerleri bir kez daha elinden alınmıştır.

4- Mükemmellik arayışı

Stanley Kubrick dendiğinde hemen hemen herkesin aklına gelen ilk şey yönetmenin mükemmeliyetçi oluşudur. Bir sahneyi 40-50 kez tekrarlayarak çekmesi ve bunu oyuncularından alabileceğinin en iyisini alabilmek için yapması yönetmenin nasıl bir mükemmeliyetçi olduğunu gösteriyor. Filmlerinin çok uzun çekim süreçleri de yönetmenin kılı kırk yarmasıyla ilgili şüphesiz. Kubrick’in mükemmeliyetçiliği hep sahne tekrarlama örneğiyle verilse de bu özelliğini filmlerinin her aşamasında görmek mümkündür. Mesela Barry Lyndon’da doğal ışık kullanmak istemesinin sonucu iç mekanlarda salt mum ışığı kullanılması gerekiyormuş ama bunu başarabilmek için uygun bir lens bulunmuyormuş. Kubrick girdiği arayışta Apollo’nun aya iniş programında kullanılması için yapılmış ve boşa çıkmış üç adet 50 mm.lik hareketsiz kamera lenslerini keşfetmiş. Lensler film kameralarına uyumlu değilmiş ve kameraya adapte edebilmek için 3 ay harcamış. Görüldüğü gibi mükemmele ulaşabilmek için her türlü fedekarlığı ve azmi gösteren bir sinemacıdır kendisi. Kontrol manyaklığının sebebi de mükemmeliyetçiliğidir. Bu iki özelliği birbirini tamamlar.

5- Kontrol manyağı

Mükemmele ulaşma isteğinin bir sonucu kontrol manyaklığıdır sanırım. Her şeyin kusursuz olması için çabalayan ve sonsuz bir özgüvene sahip olan Kubrick, filmlerinin her aşamasıyla yakından ilgilenen bir yönetmendi. Oyuncu seçiminden, teknik ayrıntılara dağıtımından kurgusuna ve hatta tanıtımına kadar her aşamaya müdahil olması ve son sözü söyleyen kişi olması, esasında başarısının ardındaki en önemli detaydı. Kendisiyle çalışanların zor bir yönetmen olduğunu söylemesinin altında da mükemmeliyetçiliğiyle kontrol manyaklığı yatıyor denilebilir.

6- Kendisini sürekli yenilemesi

Sürekli farklı türler deneyerek kariyerini sürdürmesinin altında yatan gerçek, kendisini sürekli yenileme, tekrara düşmeme düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz. Art arda üç bilimkurgu filmi çekti (Dr. Stranglove, 2001: A Space Odyssey ve A Clockwork Orange) ancak üçü de tematik ve görsel anlamda birbirinden çok farklı işlerdi. Kubrick, yenilenmenin geçmişi terk etmeden ileri gitmek olması gerektiğini düşünüyordu. Sanatında bunu düstur edinmişti. Kubrick’i özel kılan ayrıntılardan biri de bu sözlerde gizlidir. Kubrick, aslında her filminde kendisini keşfe çıkıyordu. Neler yapabileceğini, sınırlarını ne kadar zorlayabileceğini görmek ona heyecan veriyordu. Hemen hemen her Kubrick filminin bir meydan okuma niteliğinde olmasının sebebi sinemayı bir deney alanına çevirmesidir.

7- Rahatsız edici filmler kuşağı

Bir Kubrick filmi izliyorsanız emin olabileceğiniz bir şey vardır: O da bir noktasında sizi mutlaka rahatsız edecek bir şeyler olmasıdır. A Clockwork Orange ve Full Metal Jacket gibi bazı Kubrick filmleri doğrudan provokatiftir ve diken üstünde bir seyir sunar. Ancak genel olarak tüm filmlerinin kendine has bir rahatsız ediciliği vardır. Mutlu ve klasik sonları sevmez Kubrick. The Shining gibi seyircinin beklentisine karşılık verdiği bir korku filminde dahi finalde huzur bulamayız. Eğer filmi kötücül bir sonla bitirmemişse, onun yerine mutlu bir son tecih etmemiştir. Soru işaretleriyle dolu ucu açık bir son izleriz ya da bir belirsizlikle noktalanır filmleri.

8- Sembolik anlatım ve saklı gerçekler

Kubrick, 2001: A Space Odyssey ile birlikte yeni bir döneme girmiştir. Bu bilimkurgu destanı, sinemada pek çok açıdan çığır açmasının yanında yoğun sembolik anlatımıyla da eşsizdir. Kubrick, derinlik yakalamak için sembolik anlatıyı yeğlemiş ve sinema varoldukça tartışılacak bir sanat eseri yaratmıştır. 2001 sonrasında da sembolizme sıkça başvurmuştur Kubrick. Hatta son filmi Eyes Wide Shut’ta daha da ileri gittiğini söylenebilir. Biraz araştırırsanız filmin birbirinden tamamen farklı iki okuması olduğunu göreceksiniz. Kubrick’in sembolizmin yanı sıra bazı filmlerinde yüzeydeki hikayenin altında başka bir hikaye daha doğrusu saklı gerçekleri anlattığı iddiası dikkate değerdir. Kubrick, The Shining’de Amerika’nın Ay’a çıkışının sahte olduğunu mu anlatmaya çalışıyordu? Bu iddia ve daha fazlası için Room 237 adlı belgesele göz atabilirsiniz.

9- Müzik kullanımı

Kubrick, 2001: A Space Odyssey’de klasik müzik tercih ederek, sinema-müzik ilişkisine yeni bir boyut kazandırmıştır. Genellikle bir sahneyi bazen daha heyecanlı, bazen daha korkutucu  kılmak ya da çoğunlukla duygunun seyirciye geçmesini sağlamak amacıyla kullanılan müzik, 2001 ile birlikte ilk kez bir filmin anlatımına doğrudan katkı yapan ve anlatıyı güçlendiren bir unsur olarak karşımıza çıkıyordu. Kubrick, Johann Strauss’un vals türündeki bestesi Mavi Tuna’sını dönüp duran uzay mekiğiyle eşleştirerek sahneye başka bir hava katmıştı. Ve Richard Strauss’un Also Sprach Zarathustra’sını tema müziği yaparak epik anlatıyı güçlendirmiş ve filme entelektüel bir derinlik katmıştır Kubrick. A Clokwork Orange’da da Beethoven’ın 9. Senfonisi’ni kullanılarak aynı etkinin yakalandığı söylenebilir. Kubrick, kurgu masasında müziğe göre görüntüyü kesebiliyordu. Bu, film müziği hazırlamada kullanılan geleneksel yöntemin tam tersiydi ve ancak Kubrick gibi bir sinemacıdan beklenebilecek bir yöntemdi.