15 Ekim 2024

En İyi 5 Açılış Sekansı


Filmlerin sonu ne kadar önemliyse açılışları da o denli önemlidir. Özellikle filmleri de hızlı tükettiğimiz bir dönemden geçerken. Sinema seyircisi artık daha tahammülsüz. Eğer sıkılırsa, emeğe saygı göstereyim gibi bir düşüncede saplanıp kalmadan sinema salonunu terk edebiliyor. Ya da ev sinemasında ileri sararak izleyebiliyor filmini. Durumun farkında olan yapımcı, senarist ve yönetmenler de seyirciyi filme bağlamak için açılışta türlü numaralar deniyor. Filmin son sahnesinin baştan vermek, açılışta filmin genel izleğinden farklı bir görsel yapı kurmak, farklı bir anlatım biçimi denemek ya da direkt şok etmek. Hal böyle olunca da bazen birbirinin tekrarı açılışlar izleyip filmden soğuyor, bazen de daha ilk karesiyle havaya girip sıkıca bağlanabiliyoruz filmlere.

Seçimlerime gelecek olursak, beni en çok etkilemeyi başarmış açılışlar üzerinde durduğumu belirtmek isterim. Açılış sekanslarını filmin bütününden soyutlayıp değerlendirmeye çalıştım. Ancak filme yaptığı katkıyı da göz ardı etmedim. Listeyi 5 filmle sınırlamış olsam da Raging Bull’dan Scream’e, Vertigo’dan Antichrist’e, Memento’ya, Kill Bill Vol 1’e, The Fall’a ve A Clockwork Orange’a kadar pek çok efsanevi açılış sekansının da adını anmak istiyorum. İşte bana göre sinema tarihinin en çarpıcı 5 açılış sekansı:

5- Hiroshima mon amour

Birbirine sarılmış, üzerleri kumla kaplı iki çıplak bedenin yakın plan çekimiyle açılır filmimiz. Hayır hayır kum değil bu, kül... Hiroshima’nın külü... Birlikte olan iki insanın üzerine kül yağdıran Alan Resnais, izi asla silinmeyecek bir yaranın üzerinde filizlenen aşkı görselleştirmenin yolunu bulmuş. Ve karakterlerimiz konuşmaya başladığında ikinci tokadı yiyoruz. “Sen Hiroshima’da hiçbir şey görmedin” diyor Lui. Elle ise her şeyi gördüğünü söyleyip, anlatmaya başlıyor. Ancak Lui, Elle’nin hiçbir şey görmediğini ısrarla tekrarlıyor. Belgeselci bir üslupla çekilmiş Hiroşhima görüntülerinin akmasıyla sahne devam eder. Hiroshima Mon Amour’un açılış sekansını kelimelere dökmek neredeyse imkansız. Görmek, yaşamak ve hissetmek şart.

4- Persona

Bir projektörün görüntüsü, ışık ve belli belirsiz çıkan rakamlar.. Makaranın sesi eşliğinde önce bir çizgi filmden kareler, ardından da sessiz bir filmden… Bir Tarantula, kurban edilen bir koyunun boynundan boşalan kanlar ve bir ele çakılan ve her vuruşta biraz daha saplanan bir çivi... Bergman hızlı bir kurguyla rahatsız edici görselleri art arda sıralayıp, bir çocuk ve uyuyan yaşlı insanları huşu içinde betimleyerek sürdürdüğü açılış sekansını, çocuğun kameraya bakması ve perdede beliren yüze dokunmasıyla sonlandırıyor. Bergman, birbiriyle alakasız ve rastgele yerleştirilmiş hissi uyandıran görüntü parçalarıyla tedirginlik ve huzur gibi birbirine zıt duyuları, seyircisinin ana hikayeye girmeden önce yaşamasını ve bu karmaşık duyularla daha büyük bir etki yakalayabileceğini düşünmüş sanki. Sonuç olarak bu açılış sekansı, filmden bağımsız olarak da düşünebildiğimiz bir kısa film başyapıtı, bir şaheser..

3- Melancholia

İlk karede Justine’in dumura uğratan o bakışları, beni benden alır. Sahi ne gizlidir o bakışlarda? Her şeyi bilen ve mutlak sonu kabullenmiş bir ruhun yansımasıdır adeta o bakışlar. Wagner’in Tristan ve Isoldesi, Melancholia’da dünyanın yitip gidişine yakılan bir ağıta dönüşür. Büyük plan işlemeye başladığında, doğa çok geçmeden kendini teslim etmeye başlar. Kuşların kendilerini boşluğa bırakışını, Claire’in çırpınışlarını, Justine’in ise dimdik duruşunu izleriz. Trier, açılış sekansına ‘Prolog’ yani önsöz adını vererek, önsöz mantığını sinemaya uyguluyor. Tüm filmde olup bitecekleri yaklaşık 8 dakika sürecek gerçeküstü ve filmde tekrar kullanmayacağı sahnelerle anlatıyor. Açılışı slow motion çeken Trier, hedeflediği etkiyi kısa yoldan elde ediyor. Bu açılış sekansı, insanın estetik duyusuna seslenmekle kalmayıp, insanoğlunun güzele ulaşma gayesini, her şey son bulurken de canlı tuttuğunun altını çiziyor. Trier, kıyameti olabilecek en estetik biçimde koparırken, sinema başta olmak üzere sanatı yüceltiyor.

2- 2001: A Space Odyssey

Stanley Kubrick’in insanın doğuşunu evrim teorisini arkasına alarak görselleştirdiği destanı 2001: A Space Odyssey'e bu teorinin tezatı yaratılıştan aldığı referansla başlaması farklı okumaları da beraberinde getiriyor. Filmin yaklaşık üç dakika süren diliminde zifiri bir karanlığa eşlik eden belli belirsiz bir müzik kulağımıza çalınır. Biliriz ki, tüm kutsal metinlerde “başlangıçta yeri ve göğü engin karanlıklar örtüyordu” yazar. Neye inanırsa inansın Kubrick’in destanına o derin karanlıklardan başlayıp, bir gezegenin ardında yükselen güneşi, Richard Straus’un Zarathustra’sı eşliğinde vererek devam etmesi ve filmin ilk bölümü olan İnsanın Doğuşuna geçmesi, sonsuzluğa uzanmadan evvel her adımı sırasıyla atmak istemesinin ve ne yapmak istediğinin açık bir göstergesi. Karanlıklardan ve güneşin yükselişinin ardından, Dünya’daki o ilk gün doğumunun en yalın halinin ve sessizliğinin görsel ve işitsel karşılığını bulan Kubrick, filmin üç parçalı anlatısını bir anlamda açılış için de uyguluyor. Kısaca şöyle diyebiliriz: Belki de bir çoğunuza sıradan gelebilecek bu açılış sekansı, söz konusu Stanley Kubrick ve en derin filmi olduğunda büyük bir anlam ifade ediyor. İfade ettikleri bir yana, her seyredişte gözünüzde büyüyen bir açılış bu.

1- Apocalypse Now

Ham hali 5 saat süren Apocalypse Now’ın çöpten çıkarılan sahnelerinden kurgulanarak meydana getirilen açılış sekansı, bu antimilitarist ve destansı savaş filmi için olabilecek en mükemmel açılış anlamına geliyor. Bir helikopter sesi, bir orman görüntüsü, Jim Morrison’ın The End parçası ve bom! Büyük bir alev topuna dönüşen ormana hayretle bakarken, bir anda bu görüntüler üzerine bindirilen yüzbaşı Willard’ın baş aşağı çevrilmiş görüntüleri, tarif etmesi zor bir etki yaratıyor. Karanlık çöker, ancak alevler geceyi aydınlatır. Sabah, savaş denen cehennem kaldığı yerden devam eder. Vietnam’dan Willard’ın kaldığı otel odasına geçeriz. Ana karakterinin ruh halini bir çırpıda özetlemeyi başaran Coppola, helikopterin pervanesinden çıkan sesi, tavanda dönüp duran pervaneyle eşleştirerek de sanatını konuşturur. Tüm sekans boyunca çalan The End, savaşı ve yaşattıklarını daha canlı ve daha estetik bir havaya sokar. 70’li yılların babası Francis Ford Coppola’dan sinema tarihine atılmış bir Napalm bombası Apocalypse Now, açılış sekansı ise tüm açılışların efendisi, hep de öyle kalacak!

8 Ekim 2024

Neden Underrated?: Watchmen


Çizgi roman dünyasının başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Watchmen, film hakları 1986’da alınmasına rağmen bir türlü hayata geçirilememiş bir rüya projeydi. Birçok kez yönetmen değiştiren ve sancılı bir prodüksiyon aşaması geçiren film, sonunda 300 ile parlayan Zack Snyder’e emanet edilmişti. Alan Moore’un 80’ler Amerika’sının alternatif bir gerçekliğini sunduğu eseri, klasikleşmiş süper kahraman algısını ve dünyasını yıkıyor ve oldukça kasvetli atmosferiyle de kendine has olabilmeyi başarıyordu.

Süper kahraman filmleri 2000’li yıllarda patladı, fantastik sinemayı besleyen ana damar haline geldi. Belli formüllerin dışına çıkmayan, çabuk tüketime uygun bir biçimde -küçümseme amaçlı söylemiyorum- üretilen bu filmler, Hollywood’un risk almak istemediği yapımlar olarak biliniyor. Temelde gişeye oynayan süper kahraman filmlerinin de zaman zaman cesur örnekleriyle karşılaşıyoruz. Watchmen bunların başında geliyor. Soğuk Savaşı’ın dolayısıyla da nükleer savaş paranoyasının sürdüğü ve Nixon’ın hala başkan olduğu bir 80’ler portresi çizen Watchmen, emekliye ayrılmış bir süper kahramanın ölümüyle açılarak zaten ne kadar farklı bir noktada durduğunu belli ediyor. İşte Watchmen’ın önemsenmemesinin ana sebebi tam da bu: farklı olmak…  

Watchmen, pek çok açıdan türün diğer örneklerinden ayrılıyor. Alternatif gerçeklik yaratmasından, kurgusuna, süper kahramanlarımızın toplumdaki konumuna ve hatta içinde uzun bir seks sahnesi olmasına kadar sayabileceğimiz kendine has birçok özelliği var. Özellikle de tercih edilen flasbackli kurgu anlayışı ve filmin bir süper kahraman filmi değilmişçesine bir anlatı tutturularak çekilmesi klasik bir Hollywood blocbusterı bekleyen seyirciyi ters köşeye yatırdı. Avengers’taki gibi esprilerin havada uçuştuğu, aksiyonun hız kesmediği, dolayısıyla da genel kitle için ‘eğlencesiz’ bir dünya sunduğu için sevilmedi Watchmen.

Çizgi romanın karmaşık yapısı sebebiyle uyarlamasının bir hayli zor olduğunu hesaba katarsak Snyder’ın hafife alınmaması gereken bir iş başardığını söyleyebiliriz. Watchmen’i baş tacı eden küçük bir kitlenin dışında, filmin genel olarak önemsenmemesini şöyle yorumlayabiliriz:  süper kahraman filmleri yediden yetmişe her yaş grubuna hitap etme düşüncesiyle çekilirler ve yaş sınırlamasına takılmamak için özen gösterirler. Watchmen ise sadece yetişkinler için çekilmiştir. Kafamızdaki süper kahraman imajını yerle bir eden film; oldukça sağlam dramatik yapısı, ‘yaşayan’ karakterleri, nefis görselliği ve estetiğiyle bir çizgi roman uyarlamasından çok daha fazlasını sunan bir başyapıttır.

5 Ekim 2024

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #72 Haute Tension


Korku sineması adına, son 10 yılın en sansasyonel filmi olan Haute Tension (Yüksek Tansiyon), Alexandre Aja’nın ilk korku denemesi olmakla birlikte Fransız korku sinemasının yükselişinde lokomotif görevini de üstlenmekte. Alex ve Marie’nin sınavlarına çalışmak için Alex’in ailesinin de yaşadığı kırsaldaki evine gitmeleri, gece geç saatlerde iri kıyım bir psikopatın kapıyı çalıp, evdekileri vahşice öldürmeye başlamasıyla açılan hikaye temelde oldukça basit ve klişe görünüyor. Ancak Aja, görünürdeki basitliği iki şekilde (biçim ve saklı içerik) kırıyor, ikisinin de ucunu akılalmaz bir sürpriz finalle bağlayarak… Bu öyle bir final ki, derin psikolojik tahlilleri elzem bir hale getiriyor ve hikaye akışının da önemini kaybetmesine neden oluyor. Hikaye akışının önemini kaybetmesinin Hollywood anlatısına alışmış seyircide ters tepki yaratmasını, filmin mantıksız ve saçma gibi yakıştırmalara da maruz kalmasını doğal karşılamak gerekiyor.

70’li yıllar korku filmlerinin izini süren, özellikle de The Texas Chainsaw Massacre’dan aldığı referanslarla yola çıkan Haute Tension, yarattığı psikopat katil tiplemesiyle Slasher alt türü içinde yapı-bozucu kimliğiyle yükseliyor. Sessiz ve derinden kendi hayran kitlesini bulan filmde; Alexandre Aja, göstermekten çekinmediği ‘Gore’ sahneleriyle olabildiğince sert ve tavizsiz, ani korkutma hilelerine hiç bulaşmayıp hakiki bir gerilimle seyirciyi sarabilmesi ve şok etme düşüncesini gerçek anlamda başarabilmesiyle de takdiri hak ediyor. Haute Tension’la Fransız korku sinemasının Hollywood’a kafa tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nefes kesici ve Fransız korku sineması adına aşılması zor bir eşik bana kalırsa. Zamanla kült statüsüne erişeceğini de düşünüyorum.