Sinemada seri katil hikâyelerini temel olarak ikiye ayırabiliriz. Birincisi ve en çok karşımıza çıkan örneği seri katilin, bir dedektif veya dedektifler tarafından yakalanmaya çalışıldığı polisiye adı altında etiketlediğimiz filmlerdir. İkincisi ise polisin kurguya dâhil edilmediği, katil ile kurbanları arasında geçen, katilin kimi zaman doğaüstü güçlerinin olabildiği, korku kodlarıyla yazılan slasher, teen-slasher gibi alt türleri de içine alabilen korku filmleridir diyebiliriz. Son dönemin en çok konuşulan korku filmi serisi Saw’ı ise iki kategoriye de dâhil edebiliyoruz. Bu özelliği de tür kapsamında kıymetini arttırıyor. Serinin her filminin, birer istismar sineması örneği olması ise başarısının sorgulanmasına neden oluyor. Kuşkusuz ki bu durumun, korku sineması özelinde, 70’li yılların korku eğilimlerine dönüşün bir işareti olduğu da unutulmamalı.
Özellikle 70’li yılların sonu ve 80’li yıllar, seri katil tiplemeleriyle efsaneleşen korku filmlerinin dönemiydi: Freddy Krueger (A Nightmare on a Elm Street), Michael Myers (Halloween), Jason Voorhees (Friday the 13th) öldürülemeyen, bir şekilde geri dönebilen ve birer korku ikonuna dönüşen bu karakterler uzun serilerle günümüze kadar sirayet etti. Bu başarının bir benzerini de 2000’li yıllarda gördük. Yönetmen James Wan’ın senarist Leigh Whannell’le birlikte yarattıkları Saw, çok geçmeden uzun bir seriye dönüştü. 80’lerde ve 90’larda Freddy Krueger, Michael Myers ve Jason Voorhees ne ifade ediyorsa, Saw’ın seri katili Jigsaw da bunun 2000’li yıllardaki karşılığı oldu. Bir anlamda James Wan’ın 80’li ve 90’lı yılların slasher mirasını devraldığını görüyoruz.
Kurbanlarını yanlış yola sapan insanlar arasından seçen ve onları hayatlarının değerini anlamaları için ölümcül bir oyun oynamak zorunda bırakan Jigsaw, oyunu kuralına göre oynadıkları takdirde kurbanlarına yeni bir hayatın kapılarını da açan bir seri katil. Dolayısıyla Jigsaw’ın felsefesi, onu diğer seri katillerden ayırıyor. Esasında kendi halinde yaşayan John Kramer -gerçek adı bu- kansere yakalanıyor ve bu hastalıkla mücadelesinde beklenen direnci gösteremiyor. İntihar girişiminde bulunup, başarısız olduğunda nihai amacını buluyor. John Kramer veya kurbanları üzerinden, öleceğimiz tarihi bilseydik göstereceğimiz reaksiyon ne olurdu, kalan hayatımızı nasıl yaşardık, hayata bakışımız değişir miydi? gibi soruları sorabiliriz. John Kramer, cevapları yaşayarak buluyor ve felsefesini de bu sorular etrafında şekillendiriyor. İnsanlar ölümün soğukluğuyla yüzleşmeli, hayatları için fedakârlıkta bulunmalı ve mücadele etmeliler. Kramer’in yaşadıklarını yaşamalı, onun gördüklerini görmeliler. Ancak böyle yaparlarsa hayatları anlam kazanabilir, yanlış yoldan dönebilirler. Bu doğrultuda Jigsaw’ın insanların hayatlarına müdahale ederek dünyayı daha iyi bir yere dönüştürmek istediğini düşünmemiz olası. Ancak düşüncesi ne olursa olsun, seçtiği yöntem ulvi amacını anlamsızlaştırıyor, onun acımasız bir katil olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Jigsaw’ın ben kimseyi öldürmüyorum, katil değilim minvalindeki açıklamaları, sadece kendisinin ve birkaç takipçisinin inandığı safsatadan öte gitmiyor. Jigsaw’ın yaptığı şey vahşet saçarak insanlara hayat dersi vermek. Kurbanlarına küçük de olsa kurtulma şansı vermesi ve kurtulduğunuz takdirde yepyeni bir insan olacağınızı müjdelemesi, incelikle hazırlanmış tuzakları ve yapacağınız fedakârlıkları düşününce çok da anlamlı gelmiyor. Zaten şiddet ve zulüm getiren hangi öğreti amacına ulaşmıştır ki?
Saw
İlk filmde ayaklarından zincirle bağlanmış olarak, köhne bir mekânda uyanan iki insanın hayatta kalma savaşına tanık olduk. Karakterlerimiz başlarına ne geldiğini anlamaya çalışırken, filmin bizleri yönlendirdiği bir hikâye kurgusu eşliğinde arkamıza yaslandık ve düğümü çözmeye çalıştık. Flashback sahneleriyle kapalı alan geriliminin dışına çıkabilen, zayıf da olsa polisiye örgüsü de bulunan bu ilk film, özellikle sürpriz finaliyle türü sevenler için unutulmaz bir korku deneyimine dönüşmekte pek zorlanmadı. Hikâyenin ana ekseninde iki kurbanımız var. Jigsaw’ın kurguladığı oyun gereği sadece biri hayatta kalabilecek. Ya da yanlarına bırakılan testerelerle ayak bileklerini kesebilir ve bu oyuna bir son verebilirler. Kendi hayatın için ne kadar ileri gidebilirsin diye soruyor Jigsaw ve kurbanlarının sınırlarını zorlamasını istiyor. Yönetmen James Wan, kan ve şiddetin ön planda tutuyor ve istismar sinemasına yakın duran tavrı da filmin amacını tartışılır kılıyor. Her ne olursa olsun matematiği iyi kurulan Saw, türe yenilik getirmemesine karşın ulaştığı nokta itibariyle özgün sıfatını hak ediyor. Yönetmen Wan’ın seyircinin dikkatini bir an bile dağıtmayan hikâye kurgusu ve anlatısının ve de gerilimi hissetmemizi sağlayan enfes soundtrack çalışmasının hakkını teslim etmemiz gerekiyor.
Saw II
James Wan’ın çekilmesiyle yönetmen koltuğunu Darren Lynn Bousman devraldı. Saw, devam filmleriyle bir seriye dönüştürülmek için son derece uygun bir projeydi ve serinin ikinci filmi kısa sürede izleyiciyle buluştu. İlk filme göre daha çok ölümcül oyunlu, daha çok sürprizli, daha çok karakterli ve daha komplike bir senaryoyla hedefi büyütmeye çalışan senarist Whannell ile yönetmen Bousman, esasında bir devam filminden beklenebilecek hemen hemen her şeyi yapıyor. İlk filme halel getirmemelerine ve bir noktaya kadar başarılı da olmalarına karşın, Saw II seyirci üzerinde aynı etkiyi bırakamayan bir devam filmi olmaktan kurtulamadı. Bir eve kapatılan kurbanlarımızın kurtulabilmek için kurulan tuzaklara düşmeleriyle, kendisini yakalatarak polisleri de oyuna dâhil eden Jigsaw’ın büyük oyununu paralel olarak izliyoruz. 90’ların polisiye klasiği Se7en’dan aşırılmış bir fikir olsa da Jigsaw’ın kendini yakalatmasıyla felsefesini biraz daha iyi anlama fırsatı buluyor, onu daha fazla görüyoruz. İlk filmle kurulan bağlantıları gibi hoş detayları da seyir keyfini arttırdığını söyleyelim.
Saw III
İlk filme de gönderme yapan açılış sekansıyla, izleyeceğimiz filmin ne kadar sert olacağının işaretini de veren Saw III’yi serinin bir önceki halkasında olduğu gibi yine Darren Lynn Bousman yönetti. Üçüncü filmde durumu ağırlaşan Jigsaw’ın yardımcısı Amanda ile oyunlarına devam ettiğini görüyoruz. İlk filmde Jigsaw’ın kurbanlarından biri olup, hayatta kalmayı başaran, ikinci filmde oyuna dâhil edilen Amanda, üçüncü filmin kilit ismi diyebiliriz. Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide gezinen Jigsaw, bu durumu dahi kurbanı için ölümcül bir oyuna dönüştürecek kadar ileri gidiyor bu kez. İlk iki filme oranla bakmakta zorlanacağımız sahne sayısının artması bir handikaba dönüşse de, filmin merkezinde kurbanlar yerine Jigsaw’ın yerleştirilmesiyle farkını ortaya koyabildi Saw III. Sonuçta kurbanların birbirine benzeyen hikâyeleri ve gördükleri işkencelerle kendini tekrar eden bir seri olmaktan kurtulamayan Saw’ın farklı yollara saptığında takdir görmesi anlaşılabilir karşılanmalı. Kurgusu ve finaldeki sürpriziyle serinin en iyi devam filmi olmayı başarıyor.
Saw IV
Dördüncü filmle birlikte Saw serisi anlamsızlaşmaya başladı. Bunun başlıca sebebi de cesur bir kararla Jigsaw’ın öldürülmesiydi. Seri üçleme olarak kalabilseydi daha iyi hatırlanacaktı. Jigsaw’ın otopsisi ile açılan Saw IV, otopside seri katilimizin midesinden çıkan kasetle yeni bir boyut kazanıyor. “Her şey yeni başlıyor” mesajı veren Jigsaw’ın, eserini devam ettirme konusunda ne kadar istekli olduğunu görüyoruz. Ancak, Amanda da devre dışı kaldığına göre oyunlar nasıl devam edecekti? Filmin bu soruya verdiği cevap bir hayli can sıkıcı. Serinin dördüncü halkası, Riggs adlı polis dedektifinin Jigsaw’ın kendisi için hazırladığı sınavlarla ilerliyor. Diğer yandan Jigsaw’ın eşinin sorgusunu izliyoruz ve suç ortağı olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz. Flashback sahneleri Jigsaw’ın kanser olmadan önceki hayatından kesitler sunarak, karakterin dönüşümünü daha iyi anlamamızı sağlıyor. Filmin belki de tek artısı bu denilebilir. Saw IV’un oyunları, kurbanları ve finaldeki kötü sürpriziyle bayağılaştığı ve Saw serisinin bu filmle birlikte uçurumdan aşağıya yuvarlanmaya başladığı söylenebilir.
Saw V
Saw serisinin her filminin öncekilerin boşluklarını doldurma ve izlediğimiz sahnelere yeni bir bakış açısıyla bakmamızı sağlamak gibi bir işlevi var. Saw V, serinin ikinci ve üçüncü filmlerine geri dönmemizi sağlarken, dördüncü filmde Jigsaw’ın misyonunu üstlenen Dedektif Hoffman’ı ve onu yakalamaya çalışan başka bir dedektifi odak noktasına yerleştiriyor. Saw IV gibi V. bölümün de temel sorunu seriyi devam ettirebilmek adına bu hikâyeyi sakız gibi uzatmak. Dedektif Hoffman’ın motivasyonunu anlamakta zorlanıyor ve ikna edici bulmuyoruz. Bu da filmi ciddiye almamızı zorlaştırıyor. Şu bir gerçek ki; Hoffman’ın misyonu devralmasıyla geri dönüyoruz. Jigsaw’ın Hoffman’ı eğitmesi, kendi deyimiyle rehabilite etmesi, Jigsaw’ı Saw serisinde canlı tutabilmek için bulunmuş iyi bir yöntem. Buna karşın dedektiflerin birbirlerinin kuyusunu kazması veya kurbanların yaşam savaşının heyecan yaratmaktan uzak olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Serinin ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerinin yönetmeni Bousman’ın koltuğuna oturtulan deneyimsiz David Hackl’ın ortaya koyduğu işin de vasatı aşamadığı bir gerçek.
Saw VI
Serinin bir önceki filminde olduğu gibi yine ilk yönetmenlik deneyimini yaşayacak bir isimle -Kevin Greutert- anlaşılarak yola çıkılan Sav VI, kan ve şiddet oranının artmasıyla ters orantılı olarak, düşüşün sürdüğü bir seri üretim ürünüydü. Açılışta izlediğimiz sahneyle artık işlerin iyice çığırından çıktığını anlıyoruz. Bu filmde ortaya çıkan sorun filmin girişinde kurbanlardan birinin hayatta kalma motivasyonu doğrultusunda yaptıkları diyebiliriz. Ana hikâyeye girildiğinde bir sigorta şirketi çalışanlarının, hayatlarının patronlarının eline bırakıldığı birçok aşamadan oluşan bir oyun izliyoruz. Bu bölümde Jigsaw’ın misyonunu devam ettiren dedektif Hoffman için çember daralıyor, Jill Tuck (Jigsaw’ın eşi) kocasının vasiyetini yerine getirmeye çalışıyor ve onun da masum olmadığını anlıyoruz. VI. bölümde her anlamda işin suyunun çıkarıldığını söyleyebiliriz. Üçüncü bölümün sürpriz sonunun üzerine başka bir sürpriz eklenmesi, aslında öyle değilmiş dediğimiz olayların aslında öyle de değildi denilerek sürekli değiştirilmesi ciddiyetten uzaklaşıldığının bir göstergesi. Saw VI, serinin en zayıf bölümlerinden biri.
Saw 3D
Serinin son filmi olarak duyurulan Saw 3D’de oyunların artık iyiden iyiye şova çevrildiğini görüyoruz. Camdan bir odada, halkın gözü önünde gerçekleşen oyunla artık seyirciye önceki filmlerde görmediği şeyler sunulmak istenildiğini anlıyoruz. Bu uğurda tutarlılık ve inandırıcılığın rafa kaldırıldığını, şovun ön plana alındığını net bir biçimde söyleyebiliriz. Zaten filmin 3D olması da bunu destekliyor. Serinin yedinci filmiyle diğer beş devam filminin eksik parçaları tamamlanıyor. İlk filmde ayağını testereyle keserek kurtulan doktora ne olduğunu öğrenememiştik. Saw 3D, bu soruyu cevaplayarak açılıyor ve çember Dr. Gordon karakterine biçilen rolle tamamlanıyor. Jigsaw’ın oyunundan kurtulduğunu söyleyerek şöhret olan sahtekâr Bobby Dagen ve ona bu yalanında arka çıkanların oyuna tabi tutulduğu ve kontrolden çıkan Dedektif Hoffman ile Jigsaw’ın eşi arasındaki ölüm kalım savaşını izlediğimiz bu son bölüm gore ve vahşet sahneleriyle korkudan ziyade gerçek bir istismar filmi örneği olduğunu haykırıyor.