2010'lu yıllar, bilimkurgu filmlerinin gişe ve eleştirel başarısının yanına Altın Küre ve Oscar gibi ödülleri de ekleyerek ivmesini sürdürdüğü bir dönemdi. Vizyona girdiği 2013'te o yıla damgasını vuran Gravity, pek çok tartışmayı da beraberinde getirmişti hatırlarsanız. Geçtiğimiz hafta Imax salonlarında tekrar vizyon şansı bulan Interstellar da gerek kopardığı tartışmalarla olsun gerekse de ödül sezonundaki muhtemel adaylıklarıyla on yıl önce büyük yankı uyandırmıştı. O yıllarda sıklıkla karşılaştırılan, şimdilerdeyse günümüzün uzaya açılan en önemli bilimkuguları olarak kendilerine yer edinen bu iki filmi, bilimkurgu olmalarının dışında; uzayı mesken tutmaları, zamanı kullanım biçimleri, insanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüyle hareket etmesi ve gerçeklik paydası olmak üzere dört maddede ele aldım.
Uzay macerası ama…
Öncelikle Gravity’nin uzay boşluğu, Intestellar’ın uzay yolculuğu filmi olduğunu belirtelim. Zaten sadece bu ayrımla iki filmin ne kadar farklı olduğu anlaşılıyor. Ancak farklılıklar arasındaki ortak noktaları da es geçmemek gerekiyor. Gravity’de uzayın sükunet veren sessizliğinin, ana karakterimiz Dr. Ryan Stone boşlukta salınmaya başlayınca korkutucu bir hal alması, Interstellar’da mekikleri içinde güvenle yol alan kaşiflerimizin solucan deliğine girdiklerinde hissettikleriyle benzerlik taşıyor.
İki film de 2001: A Space Odyssey’in bilimkurgu sinemasında açtığı temaları, yine 2001’den beslenerek kullanıyor. Sonuçta 2001; uzay boşluğunda süzülme, uzayda tek başına kalma durumlarını ve uzay yolculuğu temasını derinlemesine işleyerek bilimkurguda uzay çağını açtı. Dolayısıyla Gravity ve Interstellar’ın çıkış noktalarının Kubrick’in başyapıtı olduğunu ve fakat Cuaron’un bir anti 2001 yarattığını, Nolan’ın ise kendi 2001’ini çektiğini söyleyebilriiz. Uzayın sinemadaki ilk gerçekçi temsilini veren Kubrick, Gravity ile Interstellar’ı sessizliğiyle de etkiledi. Gravity, ana karakterlerini uzayın boşluğuna bıraktığından ve gerçeklikten ödün vermediğinden sessizliğin değeri artıyor, Interstellar da Gravity kadar baskın olmamakla beraber uzayın sessizliğine önem veriyor. Ne var ki, iki film de tansiyonun yükseldiği anlarda müzikten olabildiğince faydalanıyor.
Gravity, ölçeğini küçük tutuyor, uzayı minimize ederek kendisine mesken ediniyor. Interstellar’da ise karakterlerimiz solucan delikleri aracılığıyla galaksi değiştiriyor. İnsanoğlu, uzayın hiç görmediği, gitmediği kadar uzak noktalarına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Bu durum filmlerin görsel yapısını doğrudan etkiliyor. Gravity’de dünyamız kadrajdan pek çıkmıyor ve uzaydan görünümüyle karakterlerimiz kadar bizi de etkiliyor. Interstellar, daha çok solucan deliğiyle akıllarda yer ediyor. Nolan, bizi sonsuzluğun ötesine doğru bir yolculuğa çıkarsa da görsel karşılık bulma anlamında beklentileri tam olarak karşılayamıyor. Burada bahsetmemiz gereken önemli bir ortak nokta var: Gravity’de dünya gözümüzün önünden ayrılmamasına, Interstellar’da ise artık başka bir galakside kalmış olmasına rağmen karakterlerimizin evlerine dönmeleri aynı sebepten (zaman) eşit derecede bir zorluk taşıyor.
Ortak düşmanımız zaman
Zaman kavramı Gravity ve Interstellar’da hayati bir öneme sahip. Gravity’de Dr. Ryan Stone’un hayatta kalması zamana endeksli. Eğer yaşam savaşından gerilim yaratma amacındaysanız, bunu zamana karşı verilen bir savaşa dönüştürdüğünüzde hakiki bir gerilim yaratmakta sıkıntı çekmezsiniz. Özetle Cuaron’un zamanı ve mekanı gerilim yaratmak için kullandığını, bunu da dinamik anlatısıyla kusursuz bir biçimde gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Gravity’de tek bir amaç doğrultusunda kullanılan “zaman”, Interstellar’da oldukça karışık ve zeki manevralarla karşımıza çıkıyor. İzafiyet Teorisi’ne sırtını yaslayan Nolan, zamanın göreceliliğini hikayenin önemli bir parçası haline getirmiş. Zamanın farklı akması veya algılanması, özellikle ana karakterlerimiz Cooper ile arkasında bıraktığı kızı Murph arasında fiziksel ve duygusal açıdan farklı durumların oluşmasına sebep oluyor. O zaman şunu söyleyebiliriz: zaman kavramı bilimselliğinin yanında filmin dramatik yapısı üzerinde de etkili. Spoiler olmaması için Interstellar’ın zamanı kavramıyla ilgili detaylarına girmeyeceğim. Ancak şunu da söylemeden geçmeyelim: dördüncü boyut olarak kabul edilen zaman, beşinci boyuttaki işleviyle filmin anahtarı diyebiliriz.
Kendini kurtarmak mı, insanlığı kurtarmak mı?
İki filmin de zayıf karnı burası. Gravity, kişisel bir hayatta kalma mücadelesini, sonunu tahmin etmekte zorlanmayacağımız bir biçimde ele alıyor. Mücadele sırasında hangi badirelerin atlatıldığı ve bu sırada karakterin olası dönüşümü önem kazanıyor. Klasik bir felaket senaryosuyla açılan ve insanoğlu için oldukça karamsar bir gelecek tablosu çizen Interstellar, insanoğlunun yeni yuva arayışından-neslini sürdürme çabasından, bir kahramanlık destanına uzanıyor. Şüphesiz ki, Nolan’ın insanlığı kurtarma klişesinden zeka dolu, yaratıcı bir bilimkurgu çıkarttığını ifade etmek lazım. İnsanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüyle verdiği savaş da filmlerimizin uzayı kullanım biçimleri gibi bir farklılık taşıyor. Kısacası ölçek farkı burada da karşımıza çıkıyor. Ortak noktaları ise insanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ederken sınırları zorlaması. Dr. Ryan Stone’un uzay boşluğundaki çırpınışları, en zor durumların bir şekilde üstesinden gelmesine karşılık, Interstellar’da çalışmalarını gizlilikle sürdüren NASA’nın solucan deliklerini kullanarak yaşanabilir yeni bir dünya bulmak gibi çılgın bir fikirle hareket etmesi eşleştirilebilir.
Ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?
İki film de vizyona girdiklerinde bilimsellikleriyle bolca övgü topladılar ve çeşitli tartışmalara sebep oldular. Cuaron’un bilimkurgu yaklaşımında gerçekçilik önemli bir yer tutuyor. Uzayın resmedilişi ve orada meydana gelen kimi olaylar bu yaklaşımdan nasibini fazlasıyla almış. İstasyonlar arası geçiş gibi mümkün olmayan durumlar ise kurgunun bir parçası. 3D’nin de katkısıyla seyircinin kendisini uzayda hissetmesi veya en azından mekana yabancılaşmaması, Gravity’nin gücünü gerçekçi yaklaşımından aldığının bir göstergesi.
Temel dayanağı teoriler olan Interstellar ise baş döndürücü kurgusundan ve tematik zenginliğinden güç alıyor. Kip Thorne’un solucan delikleriyle ilgili teorisi, Einstein’ın İzafiyet Teorisi ve teoride var olduğu öngörülen beşinci boyut (bilim insanlarının evrenin 11 boyutu olduğunu gösteren bir model geliştirdiğini biliyoruz) engin bir hayal gücüyle kurgulanıyor. Gravity, bilimin ulaştığı somut verileri ve bazı bilimsel gerçeklerin bir kısmını olduğu gibi yansıtırken, bir kısmını da kurgu gereği değiştirmekte sakınca görmüyor. Interstellar’ın da aynı tavrı hikayesine konu ettiği teoriler üzerinden sergilediğini söyleyebiliriz. Gerçekle kurguyu harmanlayan iki filmden Interstellar, Nolan’ın bilimkurgu sinemasına yeni alanlar açma isteği ve cesaretiyle (tür kapsamında) bir adım öne çıkıyor.
Sonuç
Gravity–Interstellar karşılaştırmasının amacı, yazıdan da anlaşılacağı üzere hangisinin daha iyi olduğu sonucuna varmak değildi. Amacım bilimkurgu sinemasına kısa süreli de olsa yeniden parlak günlerini yaşatan bu iki filmin kesişme, ayrışma ve ortak noktalarını belirlemekti. Kuşkusuz ki, iki filmin de birbirine üstünlük kurduğu, daha iyi olduğu alanlar var. Interstelar; zeka dolu senaryosu, cesareti, tematik zenginliği, inişleri-çıkışları, sürprizleri ve Nolan’ın enfes paralel kurgusu gibi birçok artısıyla dikkat çekiyor. Gravity; senaryo zafiyetini, ritmiyle, sinema duygusunu her anında yoğun biçimde hissettirmesi ve Cuaron’un yönetmenlik becerisiyle bertaraf ediyor. Filmin başarısı; hikayesi gereği minimal tuttuğu olay örgüsünü, gerçekçi yaklaşımı ve teknik kusursuzluğuyla bütünlemesinde gizli diyebiliriz.