21 Nisan 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #78 Moon


Duncan Jones, ilk uzun metraj denemesi olan Moon ile sinema dünyasına hızlı bir giriş yapmıştı. Hollywood blockbusterlarına terfi ettikten sonra kariyeri yokuş aşağı gitse de sadece ilk filmiyle dahi ne kadar yetenekli bir yönetmen olduğunu kanıtlamıştı. 2000'li yılların kayda değer bilimkurgularından olduğunu düşündüğüm film, ana akım sinemaya ve hızlı kurguya alışkın seyircilere pek hitap etmeyebilir belki ama türün müdavimleri için oldukça kıymetli bir iş diyebiliriz. 

Düşünsel altyapısı ve matematiği iyi kurulmuş bir bilimkurgu filmi Moon. Duncan Jones'un 5 milyon dolar gibi çok mütevazi bir bütçeyle böylesine bir filmin altından kalkmayı başarması en baştan takdirle karşılanması gereken bir durum. Bir de filmin görsel olarak muadillerinin altında kalmaması şaşkınlığımızı daha da artırıyor. Moon, gerek görselliği gerekse de dingin anlatımıyla 1960 ve 70'li yılların bilimkurgu filmlerini anımsatıyor.  Dramatik yapısı ise o dönem filmlerini düşündüğümüzde Moon'un artısı diyebiliriz. Jones, ilk filminde distopik bir dünya tablosundan uzaya açılıyor. Çözümün Ay'da bulunduğu ilginç bir hikaye ele alıyor. Daha da ilginci klonlama mevzusuna girip, buradan da insanoğlunun varoluşsal sorunlarını klonlara adapte ederek derinlikli bilimkurgu tanımının hakkını veriyor. 

Filmin esin kaynaklarına bakacak olursak üzerinde durmamız gereken ilk film elbette 2001: A Space Odyssey olacaktır. İki filmin pek çok açıdan benzeştiği ve ayrıştığı hususlar var. Benzeştikleri ilk detay filmdeki yapay zeka Gerty'nin 2001'deki yapay zeka Hal9000'den pek de farklı olmaması. Ama tabi yönetmen Jones, yapay zeka ile insanın mücadelesini, klon mevzusuyla farklı bir yaklaşımla ele alıyor. Bu mücadele yerini klonlarla, onları istedikleri gibi kullanan Lunar adlı şirketin bir tür kandırmaca üzerine kurduğu düzenle değiştiriliyor. Ayrıca Moon, Kubrick'in bilimkurgu destanı gibi evrensel bir hikaye anlatmıyor. Bu noktada ayrılıyorlar. Moon'da karakterlerimizin varoluşsal bir sorgulama içine çekilmesi de yine 2001: A Space Odyssey'in mirası. Moon'un 2001'dekine çok benzeyen set tasarımları ve görsel tercihleri yine benzeştikleri hususlara örnek gösterilebilir. Yönetmen Jones'tan duyduğumuz kadarıyla esinlendiği diğer film ise Alien. Moon'daki şirket mevzusu Alien'la doğrudan ilişkilendirilebilir.

Moon'da gerilimi sağlayan ana unsur zaman zaman klonların giriştiği münakaşa onun dışında neredeyse başladığı tonda biten bir film bu. Yapay zeka Gerty ile birlikte üç karakterli, kağıt üstünde hem biçimsel hem de içerik anlamında mütevazı bir filmden söz ediyoruz. Hikayenin gizemli yönleri kısa süre içinde ortaya çıktığı için seyirciyi diri ve içinde tutabiliyor film. Yapay Zekayı seslendiren Kevin Spacey ve müziklere imza atan Clint Mansell filmin başarısında önemli bir paya sahip kuşkusuz. Moon, zamanla kendi kitlesini yaratsa da popüler bilimkurgulardan biri olamadı. Bu sebeple türü sevenlere önermek istedim.

1 Nisan 2025

Trier'in Pornografiyle İmtihanı: Nymphomaniac

Kimileri onu provakatör olarak görse de, Danimarka’nın sinema sanatına en büyük hediyesi olarak gördüğüm aykırı işlerin adamı Lars von Trier, cinsel içerikli dört saatlik Nymphomaniac'ı, vizyona girdiğinde epey konuşulmuş, tartışma yaratmış ve ülkemizde yasaklanmıştı. İki bölüm halinde izlediğimiz Nymphomainac'ın esasında beş buçuk saatlik sansürlenmemiş bir versiyonu olduğu söyleniyor.  Bu haliyle dahi seyirciyi zaman zaman rahatsız eden ve zorlayan film hakkında vizyona girdiğinde yaptığım değerlendirmeyi paylaşmak istedim.

Nemfomanyak bir kadının hikayesi

Trier, tüm filmi seks bağımlısı Joe’nun kendisine yardım etmek amacıyla onu evine davet eden Seigman adlı bakir bir adama hayat hikayesini anlatması biçiminde kurgulamış. Flashback sahneleriyle Joe’yu, ikisi arasındaki diyaloglarla da Seigman’ı tanıyoruz. Bu noktada Trier ilginç bir şey yapıyor. Pasif (dinleyen) konumundaki Seigman’a önemli bir rol biçiyor. Seigman, başından geçenleri anlatan Joe’yu entelektüel birikimiyle yönlendiriyor. Joe’nun sıra dışı hayatının kapısını açan anahtar işlevi görüyor ve hikayenin hangi kısımlarını anlatacağını da belirliyor diyebiliriz Seigman için. Trier filmini belli bir noktadan başlayıp, sonra o noktaya nasıl ulaştığımızı anlatan ve en son Inside Lıewyn Davis’de de kullanılan hikaye kurgusunu kullanmayı tercih etmiş. Bu şekilde karakterimizin o noktaya nasıl geldiğini merak etmemizi sağlayacak bir formülü de devreye sokmuş yönetmen.

Erotik değil, pornografik drama

Başta hardcore ve softcore olmak üzere iki farklı versiyonu olacağı söylenen, ancak daha sonra iki bölüm halinde karşımıza çıkacağını öğrendiğimiz Nymphomaniac’ın erotik-dram olacağını düşünüyordum, yanılmışım. Film, porno mu değil mi tartışmaları sürerken, belirtmekte fayda var Nymphomaniac pornografik bir drama. Ancak bir porno filmde görebileceğiniz detayları göstermekten çekinmeyen Trier, biraz ileri gitmiş olsa da derdi porno çekmek değil. Yapmak istediğinin biçimci üslubu ve estetik yaklaşımını tekrarlayarak seks bağımlısı bir kadının toplum içinde nasıl algılandığını, bu bağımlılığın onu nasıl bir yalnızlık içine ittiğini göstermek olduğunu düşünüyorum. Neden porno değil sorusuna verilebilecek diğer cevap ise Trier’ın malum sahneleri bazen matematiksel verilerle sunması, ekran bölmeler, avlanan hayvanlarla eşlemeler gibi pek çok detay ile dikkati başka yöne çekmesi diyebiliriz.

Nymphomaniac Bölüm 1 ve Bölüm 2

Kill Bill gibi tek film olarak çekilip, stüdyo baskısı vb. sebeplerle iki bölüm halinde izlediğimiz filmleri ayrı ayrı değerlendirmeyi çok doğru bulmuyorum. Nymphomaniac Bölüm 1 ve 2’yi  filmin ilk yarısı ve ikinci yarısı şeklinde ayırarak değerlendirmek gerekiyor. Buradan baktığımızda ilk yarıda genç Joe’ya Stacy Martin’in hayat verdiği bölümler, genel olarak bağımlılığın tadını çıkartan, bunu bir oyun olarak gören ve sonrasını düşünmeden yaşayan bir kadının yaşadıklarını yansıttığından daha çabuk akan, soft bir ilk yarı sunarken, ikinci yarıda Charlotte Gainsbourg’un canlandırdığı Joe’ya geçmemizle birlikte Joe’nun zor dönemi başlıyor. Bundan sonra pornografik anlamda olmasa da soft’tan hard’a geçtiğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle nemfomanyak Joe’dan mazoşist Joe’ya geçiyoruz. Karakterin geçirdiği değişim ve dönüşüm ilk yarı ve ikinci yarıda net bir şekilde görülüyor.

Antichrist-Melancholia sonrası Trier sineması ya da depresyondan çıkış

Antichrist ve Melancholia, Trier’ın kendisinin de belirttiği üzere yönetmenin geçirdiği depresyonun dışavurumu olan oldukça sert filmlerdi. Antichrist’te ima edip, Melancholia’da kıyameti koparan Trier, Nymphomainac ile depresyondan çıktığını açıkça belli ediyor.  Bunun en net göstergesinin de Tirer’ın özellikle dramatik anlamda ilk yarıya oranla ağırlaşan ve yönünü değiştiren filmi çocuksu, şımarık ve komik bir finalle noktalaması olduğunu düşünüyorum. Fevkalade Antichrist göndermesini de (Antichrist’tekinden  farklı neticelendiğinden) Trier’ın depresyondan çıkış mevzusunu destekleyici bir argüman olarak görebiliriz.

Öte yandan Trier’ın Dogville’den beri ısrarla sürdürdüğü episodik anlatıyı Nymphomaniac’ta daha ileri götürdüğünü görüyoruz. Perdeye düşen bölüm yazılarının yanında bu kez ana karakterimiz Joe’nun kendi hikayesini anlatırken spontane biçimde başından geçenleri bölümlere ayırması, “o zaman bu bölümün adı şu olacak” demesi  Trier’den daha önce görmediğimiz enteresan bir uygulama diyebiliriz. Antichrist-Melancholia’nın kendi içinde tutarlı ve estetik açılış sekansları ise muhtemelen hikaye yapısı gereği yönetmenin vazgeçtiği biçimci bir numara olmuş.

Sonuç olarak; Nymphomaniac yarattığı beklentiye belli ölçüde karşılasa da filmi Trier filmografisi içinde üst sıralara konumlandırmak pek mümkün değil.