22 Mayıs 2025

The Imitation Game

En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil 7 dalda Oscar adaylığıyla vizyona girdiği yıl adından sıkça söz ettiren filmlerden olmayı başaran The Imitation Game, bir II. Dünya Savaşı filmi olması, bir biyografi olması ve tarzı gibi özellikleriyle “Oscar için çekilmiş” hissiyatı yaratmıştı. Elbette öyle bir düşünceyle yola çıkılmasına rağmen temiz senaryosu, kurgu masasındaki hamleleri ve Morten Tyldum’ın ne yapmak istediğini bilen bir yönetmen olması gibi etkenlerle hakkı teslim edilmesi gereken iyi bir film diyebiliriz The Imitation Game için.

Savaşlar cephede değil, masa başında kazanılır!

Cephede yaşananlarla ilgilenmeyen The Imitation Game, klasik bir II. Dünya Savaşı filmi değil. Bu, ‘savaşlar cephede değil, masa başında kazanılır’ın filmi.  Almanlar’ın çözülmesi imkansız olarak görülen Enigma şifrelerinin kırılarak, matematik ve stratejiyle kazanılan II. Dünya Savaşı’nın perde arkasında yaşananları odağına alıyor. İngiltere’nin en yetenekli şifre çözücülerinden kurulan bir ekibin, zamana karşı verdikleri savaş; sırlar, çeşitli fedakarlıklar ve özveriyle kazanılıyor. Filmin başarısı da cepheyi göstermeden savaşı hissettirebilmesinde. Açıkçası Naziler nasıl kaybetti sorusuna II. Dünya Savaşı’nı konu alan birçok filmden daha açık bir cevap verebilmesi önemli bir detay bana kalırsa.

Alan Turing: Bir dehanın portresi

Okul yıllarında zekasıyla kısa zamanda fark edilen Alan Turing, diğer çocuklardan farklı olduğu için arkadaşları tarafından dışlanıyor, hatta ötekileştiriliyor. Matematik, fizik gibi derslere ilgilisi, yolunun kriptografiyle kesişmesine olanak tanıyor. Dehası onu asosyalleştirirken, kaderini de belirliyor. Çocukluk ve gençlik döneminde yaşadıklarının cinsel eğilimi üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur kestirmek güç ancak, filmin akışı içerisinde Turing’in homoseksüelliği önemli bir noktada duruyor. Homoseksüelliğin yasal olmaması savaş yıllarında ama özellikle de sonrasında Alan Turing’in yaşamını derinden etkiliyor. O, modern dünyayı değiştirirken, aynı toplum onun tercihlerini ve yaşam biçimini kabullenemedi. Dolayısıyla başarı ve zaferleri, muhafazakar düşünce yapısına kurban gitti, onu trajik bir sona götürdü denilebilir. Ama elbette geç de olsa adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Filmde, Alan Turing’i Benedict Cumberbatch’ın ölçülü bir performansla canladırdığını görüyoruz. 

Modern bilgisayarın öncüsü ‘Christopher’

İlk çağlardan bugüne değin, insanoğlunun doğaya, hayvanlara ve kendi türüne karşı üstünlük kurma çabası yeni gereksinimler doğurmuştur. İlk aletin icat edilmesindeki saflığı bir kenara koyarsak, savaşlar teknolojik gelişmeler için bir katalizör işlevi görüyor denilebilir. Bu noktadan The Imitation Game’e bakarsak; II. Dünya Savaşı’nda Almanlar’ın icat ettiği Enigma adlı makinelerle yapılan şifreli iletişimi kırabilmek için İngilizler de başka bir makine icat ediyor. Matematik dehası Alan Turing’in bir makineyi bir başka makineyle alt etme düşüncesi, modern bilgisayarın öncüsü olarak kabul edilen teknolojinin doğuşu anlamına geliyor. Buradan da şu sonuca varabiliyoruz: Savaşlar yeni teknolojik gelişmelere önayak olurken, teknolojik gelişmelerin de savaşlar üzerindeki dönüştürücü bir etkisi var. Bilgisayarın icadı, savaşı kazanma motivasyonuna dayansa da Turing’in esas motivasyonunun bilim insanının yaratma ediminden aldığı-alacağı hazla veya başarma duygusuyla daha iyi açıklanabileceğini söyleyebiliriz.

Temiz işçiliğiyle takdir edilmeli

Yönetmenimiz Morten Tyldum, Alan Turing’in biyografisini onun okul yılları, savaş yılları ve hayatının son dönemine denk gelen 1950’ler olmak üzere üç farklı zaman diliminde incelemiş. Çizgisel bir akışın tercih edilmemesi, kurgudaki temiz işçilikle birleşince ortaya iyi akan, dinamik bir biyografi çıkmış. Hayatının üç zaman dilimine sıkıştırılması, Turing’in diğer başarılarının ve onu ölüme götüren sürecin atlanması gibi önemli detaylara yer verilmemesi ise filmin eksileri denebilir. Savaşı daha çok gerçek görüntülerle veren Tyldum, “gerçek hikayeden uyarlanmıştır” bilgisinin altını çiziyor. Şifrenin kırılma anı ve sonrasında doruk noktasına ulaşan The Imitation Game, seyir keyfi yüksek bir film.

10 Mayıs 2025

En İyi 9 Güney Kore Filmi

Güney Kore, Türkiye gibi ülke sinemalarının son yirmi-yirmi beş yılına baktığımızda, çıkışa geçtiklerini, uluslararası arenada adlarını daha çok duyurabildiklerini görürüz. Başarılarının sırrı birçok yaratıcı yönetmen çıkarabilmiş olmaları. 2000'ler Güney Kore sinemasının altın kuşak diye anabileceğimiz; Kim-ki duk, Park-chan wook, Na Hong-jin, Bong Joon-ho, Chan-dong lee ve Jee-woon kim gibi yetenekli yönetmenler, ülke sinemasının yükselişinde başat rol oynadılar. Tür bazında özellikle de korku ve suç filmlerinde özgün işler çıkarmalarının yanı sıra, aşina olduğumuz, klişe hikayelere de kendi bakış açılarını katarak bir farklılık yakaladıklarını söyleyebiliriz. 2019'da izlediğimiz Parasite'in 92. Oscar Ödülleri'nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uluslararası Film ve En İyi Orijinal Senaryo olmak üzere dört dalda ödül kazanması, Güney Kore sinemasındaki çıkışın şimdilik zirve noktasına ulaştığının bir göstergesi.

9- Parasite (Gisaengchung)

Zengin Park ailesi ile ekonomik olarak zor günler geçiren Kim ailesi arasındaki keskin zıtlığı filmin merkezine yerleştiren Bong Joon-ho, filmi boyunca sosyal sınıflar arasındaki yoğun çatışmayı irdeliyor. Kim ve Park ailesinin yaşam tarzları arasındaki keskin tezat, sınıf meselelerini hicivli bir şekilde sorgulatıyor. Yönetmen tüm karakterlere eşit mesafeden yaklaşıyor. Zira filmdeki karakterlerin hiçbirinin dürüst olmadığını görüyoruz. Toparlarsak Parasite, metni ve anlatısıyla çok sağlam bir film. Toplumsal eleştirilerini inceden vermesi, türsel zenginliği ve hikayenin nereye gideceğinin kestirilemezliğiyle çok eğlenceli ve düşündürücü bir film.

8- Memories of Murder (Salinui chueok)

Bong Joon-ho'nun ikinci uzun metrajlı filmi olan Memories of Murder'da, yağmurlu günlerde, kırmızı giyen kadınları her zaman kendi iç çamaşırlarını kullanarak öldüren bir seri katilin peşine düşen cinayet masası polislerinin hikayesini anlatıyor. Atmosfer kurmadaki başarısıyla dikkat çeken film, aralara serpiştirdiği mizah unsurlarıyla kasvetli hikayesini yumuşatmayı tercih ediyor. Yönetmen, bu taşra polisiyesinde katil kim sorusuyla merak unsurunu hep diri tutuyor ancak etkili bir gerilim yarattığı söylenemez. Zira Bong Joon-ho'nun en az olayın kendisi kadar ana karakterlerimizin psikolojisiyle de ilgilendiğini söyleyebiliriz. Dramatik yapısı oldukça iyi kurulmuş bir polisiye Memories of Murder.

7- The Chaser (Chugyeogja)

Na Hong-jin'in ilk uzun metraj çalışması olan The Chaser, genel seyirci için rahatsız edici sayabileceğimiz sert bir polisiye. Dedektifliği bırakıp pezevenklik yapan ana karakterimizin, kızlarının birer birer kaybolmasıyla, kendisini bir kovalamacanın ortasında bulması filmin ana izleğini oluşturuyor. Seri katilin kimliğini erkenden açık eden film, anlaşıldığı üzere gizem yaratma peşinde koşan polisiyelerden biri değil. Na Hong-jin, gerilimi iki şekilde yaratıyor: birincisi takip sahneleri, ikincisi ise son kaçırılan kadının kurtarılıp kurtarılamayacağı bilinmezliği üzerinden. The Chaser, Hollywood polisiyelerinden ayrılsa da, aşina olduğumuz bir kurgu anlayışına sahip. Seyircisini her anın da diri tutabilen, kasvetli ve ustaca yönetilmiş bir film.

6- Thirst (Bakjwi)

Park Chan-wook, Thirst'te kendisini hastanelerdeki ölümcül hastalara adayan ve bu uğurda bir virüs kaparak ölen bir rahibin, farkında olmadan vampir kanı verilmesiyle hayata dönmesi ve yeni yaşamında vampirliğiyle rahipliğinin yarattığı çelişkiler üzerine gidiyor. Lafı dolandırmadan söylemeliyiz ki, Thirst, vampir mitolojisine yeni bir yorum getirmekle kalmayan, onu yeniden yazacak kadar iddialı bir hikayeye sahip. Ancak Chan-wook’un böyle bir iddiası ve niyeti yok. İnsanlığa hizmet eden bir rahibin, gün gelipte vampire dönüşmesiyle içine düştüğü ikilem, korkuya değil dramatik yapıya hizmet ediyor. Usul usul ilerleyip, akıllara kazınan sahneleriyle seyirciyi neye uğradığını şaşırtan ve sona geldiğinde dokunaklı bir aşk öyküsüne dönüşen film, Park Chan-wook’un usta işi yönetmenliğiyle devleşiyor. Korku sinemasının son dönem ürünlerinde, dramatik bir taban üzerine inşa edilen filmlerin en olgun ve kusursuz olanı diyebiliriz.

5- I Saw the Devil (Akmareul boatda)

Karanlık Sırlar ve Acı Tatlı Hayat gibi filmleriyle seyircinin ilgisini çekmeyi başaran Kim Jee-woon'un I Saw the Devil'ı, oldukça sert bir intikam filmiydi. Psikopat bir seri katil, işinde oldukça yetenekli bir ajanın nişanlısını katledince, karakterlerimiz arasında amansız bir kedi-fare oyunu başlar. Güney Kore'den çıkma bir intikam hikayesi olarak Oldboy'dan etkilendiğini söyleyebileceğimiz film, daha çok ana karakterimiz Dae-hoon'un intikam yöntemi ve onun dönüşümüyle hatırlanacaktır. Kanlı sahneleriyle ve yarattığı vahşetle seyircisini zorlayan Kim Jee-woon, göstermekten çekinmeyen tavrıyla övgünün yanı sıra yergi de topladı. Anlatısındaki ustalıkla seyircisini koltuğuna çivileyen bir suç filmi I Saw the Devil.

4- 3-Iron (Bin-Jip)

Boş evlere girip oralarda vakit geçirmek gibi bir rutini olan bir adam, bir gün bu ziyartlerinin birinde yalnız olmadığını anlar. Kadınım ona uyum sağlamasıyla aralarında ilginç bir ilişki başlar. Kim Ki-duk'un en sıradışı filmlerinde olan 3-Iron, neredeyse hiç diyalog içermemesiyle dikkat çekmişti. Ana karakterlerimizin hiç konuşmadan seyirciye geçirdikleri duyguyu tarif etmek oldukça zor. Dolayısıyla Kim-Ki duk'un tercihinin sebebinin sinemada pek deneyimlemediğimiz bir romantizme ulaşmak olduğunu düşünüyorum. Karakterlerimizin anormal davranışları sebebiyle onlarla empati kuramasak da, aralarındaki romantizmle onları anlamaya başlıyor ve hatta içselleştirebiliyoruz. 3-Iron, 62. Venedik Film Festivali'nde Kim Ki Duk'a En İyi Yönetmen ödülünü getirmişti. Özetle benzersiz bir sinema deneyimi diyebiliriz.

3- The Wailing (Gokseong)

The Wailing'de, bir yabancının ıssız bir kasabaya taşınması sonrasında, oradaki halkın hastalanmaya başlaması ve hastalananların da çevresindekileri öldürmesiyle açılan cinayet soruşturması hikaye ediliyor. Polisiye örgüsüyle açılan ve bir süre öyle devam eden film, çok geçmeden doğa üstü korkuya geçiş yapıyor. Orada durduğunu da söyleyemeyiz. Korku alt türleri arasında gezinerek, seyirciyi sürekli şaşırtabilen bir filmden bahsediyoruz. Zombiler ve şeytan çıkarma seansı gibi birbirinden uzak görünen pek çok  korku unsurunu seyircisini yadırgatmadan ustaca bir araya getirebiliyor yönetmen Na Hong-jin. Şok edici anlarıyla kısa sürede günümüz korku klasiklerinden birine dönüşmekte hiç zorlanmadı The Wailing.

2- Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring (Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom)

Yaşlı bir keşiş ve çırağını merkeze alan Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring'de her bölüm bir mevsimle ilişkilendiriliyor ve mevsimleri de yaşamımız için birer metafor olarak kullanıyor. Hayatın döngüsel doğasına vurgu yapıldığını söyleyebiliriz.  Kim-ki Duk'un dingin anlatısıyla maneviyatımıza seslenen benzersiz bir başyapıt çıkardığını düşünüyorum. Hayatta yaptığımız seçimler ve bu seçimlerin sonuçları üzerine derin okumalar yapabileceğimiz, baştan sona sembolizm yüklü bir film Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring. Yönetmenin kariyer zirvesi olmakla birlikte Güney Kore sinemasının da en iyi filmlerinden biri.

1- Oldboy (Oldeuboi)

Son 15 yılını, kendisine hiç açıklanmayan nedenlerle, köhne bir otel odasında hapsedilerek geçiren Oh Dae-su'nun intikam hikayesi, karmaşık olay örgüsüne karşın oldukça sürükleyici bir filmdi. Yunan tragedyalarını akla getiren Oldboy, Park-chan Wook'un intikam üçlemesinin ikinci filmiydi. Cannes Film Festivali'nde Grand Prix ödülüne uzanan Oldboy, seyircisini dehşete düşüren fikirlerini, şok etkisi yaratan twistiyle açığa çıkarıp, sersemletici bir etki bırakmıştı. Park-chan Wook'un yönetmenlik becerisiyle tam bir sinema şöleni... Güney Kore sinemasının rönesansını başlatan filmlerden...