18 Haziran 2025
Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #79 The Devil's Backbone
4 Haziran 2025
Bir Bilimkurgu Klasiği: Terminator Serisi
James Cameron’ın yarattığı Terminator serisi, 30 yılı aşkın bir süredir post apokaliptik bilimkurgu alt türünün göz bebeklerinden biri konumunda. Bu seriyi özel kılan neydi? Başarısını hangi formüllere borçluydu Terminator? Öncelikle Cameron’ın vizyonuna borçlu olduğunu ve yönetmenin alt türü çok iyi etüt ettiğini söyleyelim. Cameron, tematik açıdan oldukça zengin bir kıyamet sonrası bilimkurgusu yaratırken birçok filmden faydalanmış, 1968 sonrasındaki süreci iyi değerlendirmiş. Termınator, kıyamet sonrasına zaman yolculuğu aracılığıyla ulaşan Planet of the Apes’in formülünü tersten uygulayarak alt türe zenginlik ve bir farklılık kattı denilebilir. Film, 2001: A Space Odyssey’in bireysel olarak yaklaştığı makine – insan mücadelesini de alenen bir savaşa çevirmiş, insanoğlunu yokoluşa sürükleyecek bir hikayede işlemiştir. Westworld’ün insan suretindeki makineleriyle, Blade Runner’ın karanlık atmosferi Cameron’a ilham vermiş. Şüphesiz ki, Termınator post apokaliptik bilimkurgu alt türüne pek çok yenilik getirmiş olsa da, türün diğer örneklerini gibi nükleer felaket paranoyasından beslenmiştir. Mad Max serisi ve Escape from New York’ta olduğu gibi kıyamet sonrasında aksiyon düşüncesini hikâyenin günümüzde geçen ayağında hayata geçirmiştir Cameron. İlk üç film, Mad Max gibi kaçmalı-kovalamacalı yapıya bel bağlamış ve bu, Terminator filmlerinin klasik bir öğesine dönüşmüştür.
Serinin efsaneleşmesinde yönetmen Cameron’ın ardından en büyük
pay Arnold Schwarzenegger’a aittir diyebiliriz. Kendisine Klye Reese rolü teklif
edilen, ancak sibernetik makine T-800’ü tercih eden Arnold, özellikle ikinci
film sonrasında karakteriyle ikonikleşmiş, “I’II be back” (Geri döneceğim)
repliğini haklı çıkarırcasına hep geri dönmüştür. Cameron sonrasında düşüşe geçen seriyi diriltmek için birçok yol denendi ama Terminator’ı özüne
döndürme çabası beklenen sonucu vermedi.
The Termınator
Seyircisine oldukça zengin bir dünya sunan Termınator,
distopyasında umududa yer açan kıyamet sonrası bilimkurgularından. Yapay zeka
ile insanoğlunun gelecekte vuku bulan çetin savaşıyla ilk buluşmamız, düşük bütçe
faktörüne rağmen muazzam bir deneyime dönüşmüştü. 2029 yılının karanlık
dünyasında açılan film, makinelerle insanlığın dengelerin sürekli değiştiği
savaşından günümüze uzanır. Yapay zeka Skynet’in şeytani bir planı vardır: Direnişin
lideri John Connor’ı henüz doğmadan yoketmek… Bunun için görevlendirilen T-800
model sibernetik makine görevini tamamlayana kadar durmayacaktır. Biraz
düşündüğünüzde hikâyenin İncil’den beslendiğini fark edeceksiniz. John Connor,
insanlığın kurtuluş umudu, mesihidir. Onu doğuran Sarah Connor’da Meryem Ana
olarak düşünülebilir. Zira, mesele sadece kurtarıcıyı doğurması değil, henüz
teorik olarak doğmamış\varolmamış biri tarafından hamile bırakılması söz
konusudur. John Connor’ı özel yapan da belki bu ince detaydır.
The Termınator, serinin en karanlık filmi olmakla birlikte
gerilimin yaratma hususunda da devam filmlerinin önündedir. Bunun sebebi de
karakterlerimiz arasındaki güç eşitsizliğinin diğer filmlere göre daha dengesiz
olmasıdır. Kısıtlı bütçe de Cameron’ı aksiyondan ziyade gerilime yöneltmiştir.
İlk filme bakarak insanoğlunu yok oluşa sürükleyen makine-insan savaşında tüm
suçu zaman yolculuğu teknolojisi üzerine atabiliriz. Çünkü gelecekten gelen Cyborg
yok edilse bile, sağlam kalan bir kolu ve işlemcisi Skynet’in doğuşunu olanaklı
kılacaktır. Bu noktada oluşan paradoksun ise filme bir derinlik kattığı
söylenebilir.
Terminator II: Judgement Day
The Terminator’ın ticari başarısı sonrasında Aliens ve The
Abbys gibi iki bilimkurgu başyapıtı daha çekerek bir anda hem türün hem de
döneminin en önemli yönetmenlerinden birine dönüşen James Cameron, stüdyodan
100 milyon dolar gibi yüksek bir bütçe kopararak hayalini kurduğu filmi yapmak
için kolları sıvamıştı. Aradan geçen 7 yılda efekt teknolojisindeki geldiği
nokta da kuşkusuz bu hayali hayata geçirmesine olanak tanıdı denilebilir. İlk
filmin hikâye kurgusunu tekrarlayan Cameron, Arnold Schwarzenegger’in
seyircinin belleğinde taze kalmayı başaran Cyborg karakterini koruyucu bir
meleğe dönüştürmesi film adına küçük ancak çok etkili bir hamleydi. Hikâyeyi 10
yıl sonrasına taşıyan Cameron, T-800’ü babasız büyüyen John Connor için bir
baba figürü gibi konumlandırdı. Böylece durmak bilmeyen aksiyon içine
duygusallık da katarak inanılmaz bir kimya oluşturdu. Judgement Day, bir devam
filmi olsa da öncülünün çok ötesine geçti. Efektlerin, görseliğin ve doyumsuz
aksiyonun bunda büyük payı olsa da, Judgement Day’in tematik açıdan daha zengin
bir film olması, Terminator’ün dünyasını genişletmesi klasikleşmesinde etkili
oldu. Makine-insan savaşının kendi içinde makine-makineye karşı, makinenin
insanlaşması gibi alt başlıklar açılarak genişletilmesi iyi bir örnektir. İlk
filmde zorunlu olarak öne çıkan gerilimin, bu filmde yerini tam anlamıyla
gerçek bir aksiyona bırakması, bilimkurgu\aksiyon melezleşmesinin Terminator
filmlerine daha uygun olmasıyla ikinci film parladı. Karakterlerin kendini
bulması da atlanmaması gereken bir detaydır. Sarah Connor’ın sinema tarihinin
en güçlü kadın karakterine bürünüşü, John Connor’ın ortaya çıkışı, T-800’ün
insanoğlunun tarafına geçişi ve civa alaşımlı T-1000’in varlığı Judgement Day’e
çok şey kattı. Sayısız unutulmaz sahnesiyle hafızalarımıza kazınan bu film,
görsel dokusu, aksiyonu ve kusursuzluğuyla 90’lı yıllar bilimkurgu sinemasının
zirvesine oturdu.
Terminator 3: Rise of the Machines
James Cameron, Terminatör serisine daha fazlasını
veremeyeceğini düşündüğünden ve kendini de tekrar etmekten kaçındığı için
üçüncü filmin kamera arkasına geçmeyi kabul etmedi. Çok da tecrübeli bir isim
olmayan Jonathan Mostow’ın yönettiği Terminator 3: Rise of the Machines, formüllerin
dışına çıkmayan klasik bir devam filmiydi. İkinci filmin 10 yıl sonrasına
taşınan hikayede yetişkin ve bir nevi derbeder bir John Connor çıktı karşımıza.
Skynet’in onu yok etmek için bir kez daha şansını denediği filmde, Judgement
Day’de olduğu gibi makine-makineye karşı durumu söz konusuydu. Artık
klasikleşen otobanda takip sahneleriyle yine büyük keyif verse de, serinin
hayranları aksiyon ve görsellikten çok daha fazlasını beklediğinden Rise of the
Machines kısmen de olsa hayal kırıklığı yarattı. Kaderimizi değiştirip
değiştiremeyeceğimiz meselesi üzerine kafa yoran filmde kaçınılmaz olanın
gerçekleşeceğini vurguladı yönetmen Mostow. Zaten Rise of the Machines’in seri
içindeki önemi geçmiş ve geleceği birleştirmesiydi. Ortada seriyi ileri
taşıyacak bir hikaye olmaması, Cameron’ın vizyonuna ihtiyaç duyulması ve
tekrara düşülmesi gibi sebeplerle beklentileri karşılayamayan üçüncü bölüm, her
şeye rağmen başarılı bir işti.
Terminator: Salvation
22 Mayıs 2025
The Imitation Game
En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil 7 dalda Oscar adaylığıyla vizyona girdiği yıl adından sıkça söz ettiren filmlerden olmayı başaran The Imitation Game, bir II. Dünya Savaşı filmi olması, bir biyografi olması ve tarzı gibi özellikleriyle “Oscar için çekilmiş” hissiyatı yaratmıştı. Elbette öyle bir düşünceyle yola çıkılmasına rağmen temiz senaryosu, kurgu masasındaki hamleleri ve Morten Tyldum’ın ne yapmak istediğini bilen bir yönetmen olması gibi etkenlerle hakkı teslim edilmesi gereken iyi bir film diyebiliriz The Imitation Game için.
Savaşlar cephede değil, masa başında kazanılır!
Cephede yaşananlarla ilgilenmeyen The Imitation Game, klasik
bir II. Dünya Savaşı filmi değil. Bu, ‘savaşlar cephede değil, masa başında
kazanılır’ın filmi. Almanlar’ın çözülmesi imkansız olarak görülen Enigma
şifrelerinin kırılarak, matematik ve stratejiyle kazanılan II. Dünya Savaşı’nın
perde arkasında yaşananları odağına alıyor. İngiltere’nin en yetenekli şifre
çözücülerinden kurulan bir ekibin, zamana karşı verdikleri savaş; sırlar,
çeşitli fedakarlıklar ve özveriyle kazanılıyor. Filmin başarısı da cepheyi
göstermeden savaşı hissettirebilmesinde. Açıkçası Naziler nasıl kaybetti
sorusuna II. Dünya Savaşı’nı konu alan birçok filmden daha açık bir cevap
verebilmesi önemli bir detay bana kalırsa.
Alan Turing: Bir dehanın portresi
Okul yıllarında zekasıyla kısa zamanda fark edilen Alan Turing, diğer çocuklardan farklı olduğu için arkadaşları tarafından dışlanıyor, hatta ötekileştiriliyor. Matematik, fizik gibi derslere ilgilisi, yolunun kriptografiyle kesişmesine olanak tanıyor. Dehası onu asosyalleştirirken, kaderini de belirliyor. Çocukluk ve gençlik döneminde yaşadıklarının cinsel eğilimi üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur kestirmek güç ancak, filmin akışı içerisinde Turing’in homoseksüelliği önemli bir noktada duruyor. Homoseksüelliğin yasal olmaması savaş yıllarında ama özellikle de sonrasında Alan Turing’in yaşamını derinden etkiliyor. O, modern dünyayı değiştirirken, aynı toplum onun tercihlerini ve yaşam biçimini kabullenemedi. Dolayısıyla başarı ve zaferleri, muhafazakar düşünce yapısına kurban gitti, onu trajik bir sona götürdü denilebilir. Ama elbette geç de olsa adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Filmde, Alan Turing’i Benedict Cumberbatch’ın ölçülü bir performansla canladırdığını görüyoruz.
Modern bilgisayarın öncüsü ‘Christopher’
İlk çağlardan bugüne değin, insanoğlunun doğaya, hayvanlara
ve kendi türüne karşı üstünlük kurma çabası yeni gereksinimler doğurmuştur. İlk
aletin icat edilmesindeki saflığı bir kenara koyarsak, savaşlar teknolojik
gelişmeler için bir katalizör işlevi görüyor denilebilir. Bu noktadan The
Imitation Game’e bakarsak; II. Dünya Savaşı’nda Almanlar’ın icat ettiği Enigma
adlı makinelerle yapılan şifreli iletişimi kırabilmek için İngilizler de başka
bir makine icat ediyor. Matematik dehası Alan Turing’in bir makineyi bir başka
makineyle alt etme düşüncesi, modern bilgisayarın öncüsü olarak kabul edilen
teknolojinin doğuşu anlamına geliyor. Buradan da şu sonuca varabiliyoruz:
Savaşlar yeni teknolojik gelişmelere önayak olurken, teknolojik gelişmelerin de
savaşlar üzerindeki dönüştürücü bir etkisi var. Bilgisayarın icadı, savaşı
kazanma motivasyonuna dayansa da Turing’in esas motivasyonunun bilim insanının
yaratma ediminden aldığı-alacağı hazla veya başarma duygusuyla daha iyi
açıklanabileceğini söyleyebiliriz.
Temiz işçiliğiyle takdir edilmeli
Yönetmenimiz Morten Tyldum, Alan Turing’in biyografisini
onun okul yılları, savaş yılları ve hayatının son dönemine denk gelen 1950’ler
olmak üzere üç farklı zaman diliminde incelemiş. Çizgisel bir akışın
tercih edilmemesi, kurgudaki temiz işçilikle birleşince ortaya iyi akan,
dinamik bir biyografi çıkmış. Hayatının üç zaman dilimine sıkıştırılması,
Turing’in diğer başarılarının ve onu ölüme götüren sürecin atlanması gibi
önemli detaylara yer verilmemesi ise filmin eksileri denebilir. Savaşı daha çok
gerçek görüntülerle veren Tyldum, “gerçek hikayeden uyarlanmıştır” bilgisinin
altını çiziyor. Şifrenin kırılma anı ve sonrasında doruk noktasına ulaşan The
Imitation Game, seyir keyfi yüksek bir film.
10 Mayıs 2025
En İyi 9 Güney Kore Filmi
Güney Kore, Türkiye gibi ülke sinemalarının son yirmi-yirmi beş yılına baktığımızda, çıkışa geçtiklerini, uluslararası arenada adlarını daha çok duyurabildiklerini görürüz. Başarılarının sırrı birçok yaratıcı yönetmen çıkarabilmiş olmaları. 2000'ler Güney Kore sinemasının altın kuşak diye anabileceğimiz; Kim-ki duk, Park-chan wook, Na Hong-jin, Bong Joon-ho, Chan-dong lee ve Jee-woon kim gibi yetenekli yönetmenler, ülke sinemasının yükselişinde başat rol oynadılar. Tür bazında özellikle de korku ve suç filmlerinde özgün işler çıkarmalarının yanı sıra, aşina olduğumuz, klişe hikayelere de kendi bakış açılarını katarak bir farklılık yakaladıklarını söyleyebiliriz. 2019'da izlediğimiz Parasite'in 92. Oscar Ödülleri'nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uluslararası Film ve En İyi Orijinal Senaryo olmak üzere dört dalda ödül kazanması, Güney Kore sinemasındaki çıkışın şimdilik zirve noktasına ulaştığının bir göstergesi.
9- Parasite (Gisaengchung)
Zengin Park
ailesi ile ekonomik olarak zor günler geçiren Kim ailesi arasındaki keskin
zıtlığı filmin merkezine yerleştiren Bong Joon-ho, filmi boyunca sosyal
sınıflar arasındaki yoğun çatışmayı irdeliyor. Kim ve Park ailesinin yaşam
tarzları arasındaki keskin tezat, sınıf meselelerini hicivli bir şekilde
sorgulatıyor. Yönetmen tüm karakterlere eşit mesafeden yaklaşıyor. Zira
filmdeki karakterlerin hiçbirinin dürüst olmadığını görüyoruz. Toparlarsak
Parasite, metni ve anlatısıyla çok sağlam bir film. Toplumsal eleştirilerini
inceden vermesi, türsel zenginliği ve hikayenin nereye gideceğinin
kestirilemezliğiyle çok eğlenceli ve düşündürücü bir film.
8- Memories of Murder (Salinui chueok)
Bong
Joon-ho'nun ikinci uzun metrajlı filmi olan Memories of Murder'da, yağmurlu
günlerde, kırmızı giyen kadınları her zaman kendi iç çamaşırlarını kullanarak
öldüren bir seri katilin peşine düşen cinayet masası polislerinin hikayesini
anlatıyor. Atmosfer kurmadaki başarısıyla dikkat çeken film, aralara serpiştirdiği
mizah unsurlarıyla kasvetli hikayesini yumuşatmayı tercih ediyor. Yönetmen, bu
taşra polisiyesinde katil kim sorusuyla merak unsurunu hep diri tutuyor ancak
etkili bir gerilim yarattığı söylenemez. Zira Bong Joon-ho'nun en az olayın
kendisi kadar ana karakterlerimizin psikolojisiyle de ilgilendiğini
söyleyebiliriz. Dramatik yapısı oldukça iyi kurulmuş bir polisiye Memories of
Murder.
7- The Chaser (Chugyeogja)
Na
Hong-jin'in ilk uzun metraj çalışması olan The Chaser, genel seyirci için
rahatsız edici sayabileceğimiz sert bir polisiye. Dedektifliği bırakıp
pezevenklik yapan ana karakterimizin, kızlarının birer birer kaybolmasıyla,
kendisini bir kovalamacanın ortasında bulması filmin ana izleğini oluşturuyor.
Seri katilin kimliğini erkenden açık eden film, anlaşıldığı üzere gizem yaratma
peşinde koşan polisiyelerden biri değil. Na Hong-jin, gerilimi iki şekilde
yaratıyor: birincisi takip sahneleri, ikincisi ise son kaçırılan kadının
kurtarılıp kurtarılamayacağı bilinmezliği üzerinden. The Chaser, Hollywood polisiyelerinden
ayrılsa da, aşina olduğumuz bir kurgu anlayışına sahip. Seyircisini her anın da
diri tutabilen, kasvetli ve ustaca yönetilmiş bir film.
6- Thirst (Bakjwi)
Park Chan-wook, Thirst'te kendisini hastanelerdeki ölümcül
hastalara adayan ve bu uğurda bir virüs kaparak ölen bir rahibin, farkında
olmadan vampir kanı verilmesiyle hayata dönmesi ve yeni yaşamında vampirliğiyle
rahipliğinin yarattığı çelişkiler üzerine gidiyor. Lafı dolandırmadan
söylemeliyiz ki, Thirst, vampir mitolojisine yeni bir yorum getirmekle
kalmayan, onu yeniden yazacak kadar iddialı bir hikayeye sahip. Ancak
Chan-wook’un böyle bir iddiası ve niyeti yok. İnsanlığa hizmet eden bir
rahibin, gün gelipte vampire dönüşmesiyle içine düştüğü ikilem, korkuya değil
dramatik yapıya hizmet ediyor. Usul usul ilerleyip, akıllara kazınan
sahneleriyle seyirciyi neye uğradığını şaşırtan ve sona geldiğinde dokunaklı
bir aşk öyküsüne dönüşen film, Park Chan-wook’un usta işi yönetmenliğiyle
devleşiyor. Korku sinemasının son dönem ürünlerinde, dramatik bir taban üzerine
inşa edilen filmlerin en olgun ve kusursuz olanı diyebiliriz.
5- I Saw the Devil (Akmareul boatda)
Karanlık Sırlar ve Acı Tatlı Hayat gibi filmleriyle seyircinin ilgisini çekmeyi başaran Kim Jee-woon'un I Saw the Devil'ı, oldukça sert bir intikam filmiydi. Psikopat bir seri katil, işinde oldukça yetenekli bir ajanın nişanlısını katledince, karakterlerimiz arasında amansız bir kedi-fare oyunu başlar. Güney Kore'den çıkma bir intikam hikayesi olarak Oldboy'dan etkilendiğini söyleyebileceğimiz film, daha çok ana karakterimiz Dae-hoon'un intikam yöntemi ve onun dönüşümüyle hatırlanacaktır. Kanlı sahneleriyle ve yarattığı vahşetle seyircisini zorlayan Kim Jee-woon, göstermekten çekinmeyen tavrıyla övgünün yanı sıra yergi de topladı. Anlatısındaki ustalıkla seyircisini koltuğuna çivileyen bir suç filmi I Saw the Devil.
4- 3-Iron (Bin-Jip)
Boş evlere
girip oralarda vakit geçirmek gibi bir rutini olan bir adam, bir gün bu
ziyartlerinin birinde yalnız olmadığını anlar. Kadınım ona uyum sağlamasıyla
aralarında ilginç bir ilişki başlar. Kim Ki-duk'un en sıradışı filmlerinde olan
3-Iron, neredeyse hiç diyalog içermemesiyle dikkat çekmişti. Ana
karakterlerimizin hiç konuşmadan seyirciye geçirdikleri duyguyu tarif etmek
oldukça zor. Dolayısıyla Kim-Ki duk'un tercihinin sebebinin sinemada pek
deneyimlemediğimiz bir romantizme ulaşmak olduğunu düşünüyorum.
Karakterlerimizin anormal davranışları sebebiyle onlarla empati kuramasak da,
aralarındaki romantizmle onları anlamaya başlıyor ve hatta
içselleştirebiliyoruz. 3-Iron, 62. Venedik Film Festivali'nde Kim Ki Duk'a En
İyi Yönetmen ödülünü getirmişti. Özetle benzersiz bir sinema deneyimi
diyebiliriz.
3- The Wailing (Gokseong)
The Wailing'de, bir yabancının ıssız bir kasabaya taşınması sonrasında, oradaki halkın hastalanmaya başlaması ve hastalananların da çevresindekileri öldürmesiyle açılan cinayet soruşturması hikaye ediliyor. Polisiye örgüsüyle açılan ve bir süre öyle devam eden film, çok geçmeden doğa üstü korkuya geçiş yapıyor. Orada durduğunu da söyleyemeyiz. Korku alt türleri arasında gezinerek, seyirciyi sürekli şaşırtabilen bir filmden bahsediyoruz. Zombiler ve şeytan çıkarma seansı gibi birbirinden uzak görünen pek çok korku unsurunu seyircisini yadırgatmadan ustaca bir araya getirebiliyor yönetmen Na Hong-jin. Şok edici anlarıyla kısa sürede günümüz korku klasiklerinden birine dönüşmekte hiç zorlanmadı The Wailing.
2- Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring
(Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom)
Yaşlı bir keşiş ve çırağını merkeze alan Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring'de her bölüm bir mevsimle ilişkilendiriliyor ve mevsimleri de yaşamımız için birer metafor olarak kullanıyor. Hayatın döngüsel doğasına vurgu yapıldığını söyleyebiliriz. Kim-ki Duk'un dingin anlatısıyla maneviyatımıza seslenen benzersiz bir başyapıt çıkardığını düşünüyorum. Hayatta yaptığımız seçimler ve bu seçimlerin sonuçları üzerine derin okumalar yapabileceğimiz, baştan sona sembolizm yüklü bir film Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring. Yönetmenin kariyer zirvesi olmakla birlikte Güney Kore sinemasının da en iyi filmlerinden biri.
1- Oldboy (Oldeuboi)
Son 15 yılını, kendisine hiç açıklanmayan nedenlerle, köhne bir otel odasında hapsedilerek geçiren Oh Dae-su'nun intikam hikayesi, karmaşık olay örgüsüne karşın oldukça sürükleyici bir filmdi. Yunan tragedyalarını akla getiren Oldboy, Park-chan Wook'un intikam üçlemesinin ikinci filmiydi. Cannes Film Festivali'nde Grand Prix ödülüne uzanan Oldboy, seyircisini dehşete düşüren fikirlerini, şok etkisi yaratan twistiyle açığa çıkarıp, sersemletici bir etki bırakmıştı. Park-chan Wook'un yönetmenlik becerisiyle tam bir sinema şöleni... Güney Kore sinemasının rönesansını başlatan filmlerden...
21 Nisan 2025
Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #78 Moon
1 Nisan 2025
Trier'in Pornografiyle İmtihanı: Nymphomaniac
Kimileri onu provakatör olarak görse de, Danimarka’nın sinema sanatına en büyük hediyesi olarak gördüğüm aykırı işlerin adamı Lars von Trier, cinsel içerikli dört saatlik Nymphomaniac'ı, vizyona girdiğinde epey konuşulmuş, tartışma yaratmış ve ülkemizde yasaklanmıştı. İki bölüm halinde izlediğimiz Nymphomainac'ın esasında beş buçuk saatlik sansürlenmemiş bir versiyonu olduğu söyleniyor. Bu haliyle dahi seyirciyi zaman zaman rahatsız eden ve zorlayan film hakkında vizyona girdiğinde yaptığım değerlendirmeyi paylaşmak istedim.
Nemfomanyak bir kadının hikayesi
Trier, tüm filmi seks bağımlısı Joe’nun kendisine yardım
etmek amacıyla onu evine davet eden Seigman adlı bakir bir adama hayat
hikayesini anlatması biçiminde kurgulamış. Flashback sahneleriyle Joe’yu, ikisi
arasındaki diyaloglarla da Seigman’ı tanıyoruz. Bu noktada Trier ilginç bir şey
yapıyor. Pasif (dinleyen) konumundaki Seigman’a önemli bir rol biçiyor.
Seigman, başından geçenleri anlatan Joe’yu entelektüel birikimiyle yönlendiriyor.
Joe’nun sıra dışı hayatının kapısını açan anahtar işlevi görüyor ve hikayenin
hangi kısımlarını anlatacağını da belirliyor diyebiliriz Seigman için. Trier
filmini belli bir noktadan başlayıp, sonra o noktaya nasıl ulaştığımızı anlatan
ve en son Inside Lıewyn Davis’de de kullanılan hikaye kurgusunu kullanmayı
tercih etmiş. Bu şekilde karakterimizin o noktaya nasıl geldiğini merak
etmemizi sağlayacak bir formülü de devreye sokmuş yönetmen.
Erotik değil, pornografik drama
Başta hardcore ve softcore olmak üzere iki farklı versiyonu
olacağı söylenen, ancak daha sonra iki bölüm halinde karşımıza çıkacağını
öğrendiğimiz Nymphomaniac’ın erotik-dram olacağını düşünüyordum, yanılmışım.
Film, porno mu değil mi tartışmaları sürerken, belirtmekte fayda var
Nymphomaniac pornografik bir drama. Ancak bir porno filmde görebileceğiniz
detayları göstermekten çekinmeyen Trier, biraz ileri gitmiş olsa da derdi porno
çekmek değil. Yapmak istediğinin biçimci üslubu ve estetik yaklaşımını
tekrarlayarak seks bağımlısı bir kadının toplum içinde nasıl algılandığını, bu
bağımlılığın onu nasıl bir yalnızlık içine ittiğini göstermek olduğunu
düşünüyorum. Neden porno değil sorusuna verilebilecek diğer cevap ise Trier’ın
malum sahneleri bazen matematiksel verilerle sunması, ekran bölmeler, avlanan
hayvanlarla eşlemeler gibi pek çok detay ile dikkati başka yöne çekmesi
diyebiliriz.
Nymphomaniac Bölüm 1 ve Bölüm 2
Kill Bill gibi tek film olarak çekilip, stüdyo baskısı vb.
sebeplerle iki bölüm halinde izlediğimiz filmleri ayrı ayrı değerlendirmeyi çok
doğru bulmuyorum. Nymphomaniac Bölüm 1 ve 2’yi filmin ilk yarısı ve
ikinci yarısı şeklinde ayırarak değerlendirmek gerekiyor. Buradan baktığımızda
ilk yarıda genç Joe’ya Stacy Martin’in hayat verdiği bölümler, genel olarak bağımlılığın
tadını çıkartan, bunu bir oyun olarak gören ve sonrasını düşünmeden yaşayan bir
kadının yaşadıklarını yansıttığından daha çabuk akan, soft bir ilk yarı
sunarken, ikinci yarıda Charlotte Gainsbourg’un canlandırdığı Joe’ya geçmemizle
birlikte Joe’nun zor dönemi başlıyor. Bundan sonra pornografik anlamda olmasa
da soft’tan hard’a geçtiğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle nemfomanyak
Joe’dan mazoşist Joe’ya geçiyoruz. Karakterin geçirdiği değişim ve dönüşüm ilk
yarı ve ikinci yarıda net bir şekilde görülüyor.
Antichrist-Melancholia sonrası Trier sineması ya da
depresyondan çıkış
Antichrist ve Melancholia, Trier’ın kendisinin de belirttiği üzere yönetmenin geçirdiği depresyonun dışavurumu olan oldukça sert filmlerdi.
Antichrist’te ima edip, Melancholia’da kıyameti koparan Trier, Nymphomainac ile
depresyondan çıktığını açıkça belli ediyor. Bunun en net göstergesinin de
Tirer’ın özellikle dramatik anlamda ilk yarıya oranla ağırlaşan ve yönünü
değiştiren filmi çocuksu, şımarık ve komik bir finalle noktalaması olduğunu
düşünüyorum. Fevkalade Antichrist göndermesini de
(Antichrist’tekinden farklı neticelendiğinden) Trier’ın depresyondan
çıkış mevzusunu destekleyici bir argüman olarak görebiliriz.
Öte yandan Trier’ın Dogville’den beri ısrarla sürdürdüğü
episodik anlatıyı Nymphomaniac’ta daha ileri götürdüğünü görüyoruz. Perdeye
düşen bölüm yazılarının yanında bu kez ana karakterimiz Joe’nun kendi
hikayesini anlatırken spontane biçimde başından geçenleri bölümlere ayırması,
“o zaman bu bölümün adı şu olacak” demesi Trier’den daha önce
görmediğimiz enteresan bir uygulama diyebiliriz. Antichrist-Melancholia’nın
kendi içinde tutarlı ve estetik açılış sekansları ise muhtemelen hikaye yapısı
gereği yönetmenin vazgeçtiği biçimci bir numara olmuş.
Sonuç olarak; Nymphomaniac yarattığı beklentiye belli ölçüde karşılasa da filmi Trier filmografisi içinde üst sıralara konumlandırmak pek mümkün değil.
15 Mart 2025
4 Soruda Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi
İranlı yönetmen Majid Majidi’nin bir üçleme olarak tasarladığı Hz.
Muhammed: Allah’ın Elçisi filmi, bu
coğrafyadan çıkan en görkemli yapım olma özelliğini taşıyor. Hatta Çağrı’dan
sonra yeni bir milat olma iddiasındaydı diyebiliriz. Bu hususta ne kadar başarılı oldu, tartışılır ama bu
alanda yeni filmlere öncülük edeceğini söyleyebiliriz. Şimdi sorular üzerinden
giderek filmin öne çıkan noktalarına bir bakalım.
Tür açısından nerede duruyor?
Muhammed filmi dini epik alt türünün İslam coğrafyasında
üretilmiş en nitelikli örneklerinden biri. Bunun pek çok sebebi var ancak ilk
söylememiz gereken şey, Majidi’nin filminin hem prodüksiyon kalitesi hem de
epik anlatı bakımından Hollywood epiklerinin seviyesinde olduğudur. Hz.
Muhammed: Allah’ın Elçisi, dini epiklerin klasik örneklerinin naifliğine sahip
olmasının yanında anlatısı ve duruşuyla modern bir film. Majidi bu dengeyi
ustalıkla kurmuş. Çağrı’yı referans alırken, kuşak farkına dikkat ediyor ve
yeni neslin beklentilerini karşılamaya, yeni nesli yakalamaya çalışıyor. Bir
anlamda Çağrı’nın misyonunu devam ettiriyor. Çağrı’yı referans alıp misyonunu
üstlenirken iki film arasındaki benzerlikleri minimumda tutmaya çalışıyor. Hz.
Muhammed’in yaşamındaki farklı dönemlerin anlatılmasına rağmen iki filmde de
başka bir figürün öne çıkması kaçınılmaz bir durum. Başka Hz. Muhammed filmleri
yapıldığında bu durum değişmeyecek çünkü peygamberin gösterilmemesi ve
konuşmaması bu tercihi zorunlu kılmakta. 70’li yıllarda ve sonrasında Çağrı
nasıl bir etki bıraktıysa, Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’nin de en azından yeni
nesil üzerinde benzer bir etki bırakacağını düşünüyorum.
Nasıl bir peygamber biyografisi?
Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filmi, Hz. Muhammed’in peygamberlik
dönemine baktığı kısa bölümü saymazsak sinemada benzerine pek rastlamadığımız
bir peygamber biyografisi olarak yorumlayabiliriz. Peygamberin doğumundan
önceki olaylara bakması, o günkü Mekke’nin portresini çizmesi, Hz. Muhammed’in
bebeklik ve çocukluk yıllarını mercek altına alması filmi klasik bir peygamber
biyografisi olarak değerlendirmemizi engelliyor. Burada beklenen kurtarıcının
işaretlerinin belirmesi, bir peygamberin ayak seslerinin duyulmasının ardından
inananların heyecanı ile putperestlerin endişesinin ve bu farklı duyguların
yarattığı karmaşanın görselleştirilmesi söz konusu. Hz. Muhammed: Allah’ın
Elçisi, daha çok bir üçlemenin ilk bölümü biçiminde tasarlanmış gibi duruyor.
Filmi farklı kılan özelliklerinden biri de bu şüphesiz. Ancak bu durum ne
yarıda kalmışlık hissi yaratıyor ne de filme zarar veriyor. Majidi, Hz.
Muhammed’in çocukluk ve ilk gençlik dönemini ele almasına rağmen onun kimi
karakteristik özelliklerini (insancıl olması, yardımseverliği ve güvenilirliği)
vererek, peygamberi anlatma hususunda başarılı bir iş çıkarmış.
Hassasiyetleri gözetiyor mu?
Yapım aşamasından bu yana tartışılagelen Hz. Muhammed’in
tasvir edilmesi meselesi, Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi adlı filmin ülkemizde
de gösterime girmesiyle tartışmaların ayyuka çıkmasına neden oldu. Peki,
Majidi’nin filmi halkın bu husustaki duyarlılığını hiçe mi sayıyor? Bence
hayır. Majidi, Çağrı’nın bir adım ötesine gidiyor ama bir adım daha atmaktan
imtina ile kaçınıyor. Hz. Muhammed’i göründüğü hemen hemen her sahnede arkadan
gösteriyor. Bir sahnede ise gözlerini göstermeye cüret ediyor. Burada
unutulmaması gereken detay şu: kısmen gösterilen kişi henüz bir peygamber
değil, bir çocuk. Ve çocuğun da yüzünün saklanmasına özen gösterilmesi
Müslümanların zihninde bir Hz. Muhammed imajı oluşmasına imkân tanımıyor. Zaten
Majidi’nin ne kadar hassas davrandığı Hz. Muhammed’in sesinin verilmemesi,
konuştuğunda seyircinin altyazı aracılığıyla söylediklerini anlamasından da
anlaşılıyor.
Hollywood etkisi özde mi, sözde mi?
Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, açıkça görüldüğü üzere Hollywood epiklerinden etkilenmiş bir yapım. Elbette anlatısı ve görselliğiyle Hollywood’u örnek alması sözde bir etki. Ancak bu Hollywood etkisi sözde kalmamış. Majidi’nin Hz. Muhammed’i, Hollywood’un yarattığı Mesih imajından çokça etkilenmiş. Sadece görsel benzerlikten bahsetmiyoruz; peygamberliği öncesinde Hz. İsa gibi mucizeler yaratmasını başka türlü açıklayamayız. (Yanlış anlaşılmaması için not düşeyim: Hz. Muhammed’in doğumuyla görülen mucize veya işaretler ve bulunduğu yerde bereketin artması başka bir konu) Hatta Majidi’nin bu uğurda filme balık mucizesi gibi kurgusal bir sekans koyması (Bu sekans tamamen kurgu) bir hayli şaşırtıcı. Hollywood’un gerçek hikâyelere kurgusal kısımlar eklemesi, gerçekle kurguyu harmanlaması sık başvurduğu bir yöntem. Oradan etkilendiği belli olan Majidi’nin bu eklemeyi yapmasının sebebi, filmin sonlarına gelindiğinde duygusal yoğunluğu artırmak. Bu konuda da son derece başarılı olduğunu belirtmek gerekiyor. Sonuç olarak, Majidi Hollywood’dan etkilenmesine karşın bu durumun filme olumlu yansıdığını görüyoruz.
6 Mart 2025
Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #77 Jarhead
26 Şubat 2025
Türk Usulü Uzay Operası: Dünyayı Kurtaran Adam
Bugün, “Turkish Star Wars” olarak ünü tüm dünyaya yayılmış, kült mertebesine erişmiş bir Türk bilimkurgusu olan Dünyayı Kurtaran Adam, varlığını 70’lerin sonunda başlayan Star Wars fırtınasına borçlu desek yanılmış olmayız. Senaryosunu filmin yıldızı Cüneyt Arkın’ın yazdığı, yönetmen koltuğuna ise fantastik Türk sinemasının önemli isimlerinden Çetin İnanç’ın oturduğu Dünyayı Kurtaran Adam’ı zaman içinde elde ettiği şöhretin ilginç hikayesiyle değil de filmin ne olduğu, ne yapmak istediği gibi soruların peşinden giderek değerlendireceğiz.
Uzay çağından galaksi
çağına!...
Dünyayı Kurtaran Adam’ın açılış sekansında anlatıcı ses
aracılığı ile bilgi bombardımanına tutuluruz. İlk öğrendiğimiz şey de çok çok
uzak bir gelecekte olduğumuz. Yüzbinlerce yıl sonrasından bahsediliyor. Uzay
çağından galaksi çağına geçildiği bilgisiyle tam olarak ne denmek istendiğini
anlayamasak da, daha sonra senarist Arkın’ın bir galaktik evren tasarladığını
anlıyoruz. Star Wars, Flash Gordon gibi uzay operalarının etkisiyle tutacağı
öngörüsüyle benzer bir tür filmine kalkışılmış. Bu evrene de Darth Vader ve
özellikle de Ming’den esinlenilerek yaratılan, gücü elinde tutan Sihirbaz adlı
bir kötü karakter yerleştirilmiş. Hedefi de bir türlü ele geçiremediği dünyayı
istila etmek…
Açılış kısmında verilen bilgilerden dünyamızın geleceği
hakkında her şeyi öğreniyoruz. Din-dil-ırk gibi ayrımların ortadan kalktığı,
tek dünya devletinin kurulduğu, nükleer çılgınlığın dünyamızı sona
yaklaştırdığı ve bunun sonucunda insanoğlunun ilk çağlardaki gibi basit yaşamaya
başladığı anlatılıyor. 70’li yılların post apokaliptik bilimkurgularının etkisi
de açıkça görülüyor. Ancak bu etki sözde kalıyor, filmin adı Dünyayı Kuratan
Adam olsa da, o dünyayı hiçbir zaman göremiyoruz (uzaydan görünüşünden
bahsetmiyoruz). Dünyamızın geçmişi ve geleceği anlatılırken Star Wars’tan
aşırılan görüntüleri izliyoruz. Aşırma konusuna daha sonra değineceğiz.
Dünyayı istila etmek
isteyen bir Sihirbaz!
Dünya dışında tüm gezegenlere hakim olan Sihirbaz’ın tek bir amacı
var: O da dünyaya sahip olabilmek… Önceki istila girişimlerinde başarısız olan
Sihirbaz’ın önüne Arkın’a göre evrenin en kıymetli canlı türü olan insan
çıkmış. İnsanoğlunun beyni ve iradesiyle dünyayı koruyan bir dış tabaka
oluşturduğu için öncelikli amaç insan beyninin sırlarını çözmek olarak
belirlenmiş. Az önce edindiğimiz bilgiden aradan geçen yüzbinlerce yılda
insanoğlunun nükleer savaşlar yüzünden yaşadığı teknolojik gerilemeye karşın,
zihinsel olarak “level” atladığını anlıyoruz. Hatta kollektif bir bilinçle
dünyayı savunduğumuzu dahi söyleyebiliriz. Bilinmeyen bir düşmanla mücadele
eden insanoğlu, savunmadan saldırıya geçiyor. Bu noktada iki Türk savaşçısı
düşmanı bulup, yok etmek amacıyla uzaya açılıyor. Evet, akıl tutulmasına sebep
olan açılış sekansını sonunda aşabildik ve maceramız başladı.
Kolajla kurtarılan (!)
bir fantazi
Filmin adını hiç duymadan izlemeye başladığınızı bir düşünün.
Çok geçmeden kendinizi “Ben bu filmi bir yerlerden hatırlıyorum ama
izlemediğime de eminim” gibi cümleler kurarken bulmanız olası. Çoğu Star
Wars’tan alınan-aşırılan uzay savaşı görüntülerini format ve renk farklılıkları
gözetilmeksizin kolajlayan yönetmen Çetin İnanç, bir de aynı görüntüleri tekrar
tekrar kullanmış. Aksiyon sahnelerinde o kadar ‘kesme’ yapmış ki, hızlı kurgu
başınızı döndürüyor. Başımızın dönmesinin tek sebebi kurgunun hızlı olması
değil, aynı zamanda filmin enterasan kurgu anlayışı diyebiliriz.
Star Wars meselesine dönersek, bugün başka bir filmden
görüntü aşırdığınızda hemen hırsızlıkla suçlanacağınızdan hiç şüpheniz olmasın.
O günün şartlarını düşünürsek, Çetin İnanç’ın Dünyayı Kurtara Adam’ı Star Wars
görüntüleri olmadan çekmesinin zor olduğunu ve ancak daha yerel ve minimal bir
anlayışla filmi kotarabileceğini söyleyebiliriz. Pek tabii Cüneyt Arkın’ın
senaryosu bu seçeneği olanaksız kılıyor. Dolayısıyla Çetin İnanç’ın başka bir
şansı yokmuş. Doğru olmamakla birlikte cesur bir girişimde bulunmuş. Filmin
adının ancak yıllar sonra yurt dışında duyulabilmesi ise tarafların mahkemelik
olmasının önüne geçmiş sanırım. Yönetmenle yapılan bir röportajda, Cüney
Arkın’ın “Farkına varırlar” dediği, Çetin İnanç’ın ise ona cevaben: “Varsınlar,
sonra benim ne yaptığımı anlayacaklar” dediğini biliyoruz. Buna ek olarak maddi
imkanları olsaydı başka filmlerden görüntü almalarına gerek kalmayacağını da
söylüyor yönetmen.
Mantık sınırları hiç bu
kadar zorlanmamıştı
Dünyayı Kurtaran Adam’da mantık sınırlarını zorlayan detaylar
ve birbiriyle çelişen ifadeler saymakla bitmez. Mesela Dünya binlerce yıl önce
atom savaşı neticesinde parçalanmış ve o parçalarda da hayat devam ediyor. Film
de zaten dünyanın parçalarından birini mesken ediniyor. Daha enteresan olansa dünyadan
gelip geçmiş farklı medeniyetlere ait yapıların (Mısır Piramitleri, Hacı Bektaş
Veli Türbesi vb.) nasıl ve neden buraya taşındığının\kopyalandığının
anlaşılamaması ve bir açıklama yapılamaması. Murat (Cüney Arkın)’ın kaya parçalarıyla
yaptığı antrenman da akıllara sezadır. Kaya parçalarıyla şut çekmesini Murat’ın
bir süper insan olmasına yorsak da, kayaların hedefini bulduğunda bir bomba
gibi patlaması sözün bittiği yere ulaştığımızı söylüyor. Örnekler
çoğaltabiliriz ama laf kalabalığı yapmanın lüzumu yok.
Çetin İnanç ve Cüneyt Arkın bilimkurgu çekerken fantaziye meyletmişler. Ancak kökleri Türk avantür film geleneğine uzandığından örnek aldıkları science fiction\fantasy ürünlerinden oldukça farklı bir iş ortaya çıkarmışlar. El ele verip, bir benzeri asla çekilemeyecek bir saçmalıklar silsilesi yaratmışlardır. Filmi kült mertebesine erişmesini sağlayan da budur. Bir kabile, bir kılıç ve bir beyin ile kendi mitolojisini yaratmaya çalışan, felsefe yapayım derken eline yüzüne bulaştıran, bir odak noktası olmadığından ortaya karışık bir bilimkurgu alt tür melezine dönüşen Dünyayı Kurtaran Adam’ı tüm eksiklerine ve kötü şöhretine rağmen seviyoruz.
16 Şubat 2025
The Dark Tower Üzerinden Hollywood’un Fantastik Edebiyat Uyarlamalarına Bir Bakış
Stehpen King’in best-seller klasiği The Dark Tower serisi, birçok kez iptal olmasının ardından, hayata geçirildi ve 2017’de tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de vizyona girdi. Colombia Pictures’ın yılın en kötü filmleri listelerinin gediklisi olmakta zorlanmayan The Dark Tower uyarlaması, beni bu yazıyı kaleme almaya itti. Bir romanı sinemaya taşırken hangi hatalar yapılıyor, bu hatalar neden yapılıyor ve iyi bir uyarlama için nelere dikkat edilmesi gerekiyor? The Dark Tower uyarlaması üzerinden bu soruları irdeleyeceğiz.
Sessiz sinema döneminden bu yana edebiyat, sinemayı besleyen ana sanat dalı olmayı sürdürüyor. Ancak bu yazıda bu ilişkinin sebepleri ve sonuçlarına hiç girmeyeceğim. Edebiyat-sinema etkileşiminin 2000’li yıllarda neden arttığına değinelim öncelikle. Bu etkileşimde kırılma 2001’de gerçekleşti. Lord of the Rings ve Harry Potter serilerinin başarısı, daima büyük düşünen Hollywood’un fantastik edebiyata yönelmesini sağladı. Hep tutan formüllerin izini süren Hollywood’da kısa sürede gişe canavarına dönüşmesi umuduyla The Chronicles of Narnia, Eragon, The Golden Compas ve The Spiderwick Chronicles gibi seriler sinemaya uyarlandı. The Chronicles of Narnia’ın kısmi başarısı, eserin sinemada da seriye dönüşmesini sağlarken, diğer uyarlamalar tek filmde kaldı. Başarısız örnekler, Hollywood’un bu süreci başlatan filmlerin dünyasına geri dönmesinde itici bir rol oynadı. The Hobbit kitabı sinemada üçlemeye dönüşürken, Fantastic Beast and Where the Find Them’in ise beş filmden oluşan uzun soluklu bir seri olması planlanıyor. Bilimkurgu cephesinde de benzer bir durum yaşandığını söylemeliyiz. Buradan yola çıkarak, 2000’li yılları sinemada fantastik ve bilimkurgu edebiyatı serilerinin dönemi olarak addedebiliriz. Hollywood’un kurtuluşu serilerde bulması, bu dönemde fantastik sinemanın altın çağını yaşamasında başat rol üstlendi. Bilimkurgu sinemasının da bilimkurgu edebiyatını arkasına alarak ikinci altın çağına girmesinde azımsanmayacak bir rol oynadı bu seriler. Özgün üretimin azaldığı ve yaratıcılık krizinin baş gösterdiği son 10-15 yıllık dilimde Requiem for a Dream, The Hours, There Will Be Blood, No Country for Old Men, Zodiac ve Arrival gibi kalburüstü filmleri edebiyata borçluyuz ne de olsa. Diğer yandan Hollywood’un gişe kaygısıyla edebi eserleri kötüye kullandığını görmekteyiz. Bir romandan (The Hobbit) üç film çıkarılmasını, gişede büyük kazanç sağlayan Twillight ve Hunger Games’in son kitaplarının iki bölüm halinde sinemaya uyarlanmasını edebiyatın sömürülmesi olarak kayıtlara geçtik. Bir kitabın tekrar tekrar sinemaya uyarlanmasına iyi niyetle bakmamız da pek mümkün değil ancak asıl sorun stüdyoların uyarladıkları kitapların hakkını vermek şöyle dursun, daha fazla gelir elde edebilmek adına olmayacak hatalar yapması. Şimdi tek tek o hatalara bakacağız.
Yönetmen seçimi
Yönetmen bir filmin her şeyidir. Dolayısıyla da filmi yönetmesi için anlaştığınız ismin, uyarlayacağınız eserin altından kalkabilecek kapasitede olduğuna emin olmalısınız. Mesela The Dark Tower gibi milyonlarca okuru olan devasa bir serinin ilk filmini, ülkesi Danimarka’da kısmi bir başarılı yakalayan Nikolaj Arcel’e teslim ederseniz, başarısızlığa giden yolda büyük bir adım atmış olursunuz. Neden? Çünkü ülkesinde takdir edilen bir yönetmen olmasına karşın, fantastik sinemada rüştünü ispatladığını söyleyebileceğimiz bir sinemacı değil kendisi. Ayrıca hem serinin hayranlarının hem de stüdyonun oluşturacağı baskıyla Arcel’in başa çıkıp çıkamayacağı da tam bir muamma. Dolayısıyla da Hollywood stüdyo sistemini iyi bilen bir yönetmenin tercih edilmesi daha doğru bir karar olacaktı. Avrupa’dan yönetmen ithal ediyorsanız, onu memur yönetmen olarak kullanamazsınız. Arcel’in bir vizyonu olduğunu düşünüyorsanız, projenizi güvenerek ellerine teslim etmeli, onu kukla gibi oynatmamalısınız. Stüdyo, yönetmene her isteğini kabul ettiriyorsa, artık yönetmen o filmin her şeyi değildir. Bu durumda da ortaya çıkacak filmin, bir sanat eseri olması mümkün değildir. Olsa olsa ticari bir ürün olacaktır. The Dark Tower örneğinde durum şuydu: stüdyo risk almak istemeyerek bir risk aldı ve başarısız oldu. Stüdyo filmin yönetmenine güvenmedi, kendisine güvendi. Filmi, bilimkurgu\fantezide isim yapmış, vizyoner bir yönetmene emanet ederek de risk alabilirlerdi ama bunu yapmadılar. Eserin sinemaya uyarlanmasındaki zorlukları, memur yönetmenlikle aşabileceklerini sandılar. Yaratıcılık isteyen hangi edebiyat uyarlaması başarabildi ki bunu? Son yıllarda aynı kaderi paylaşan birçok fantastik edebiyat uyarlaması gördük, bu gidişle görmeye de devam edeceğiz.
Serbest ve Sadık Uyarlama meselesi
Bir romanı sinemaya adapte ederken, sinema ve edebiyatın anlatılarındaki temel farklılıklar sebebiyle uyarlamanın birebir olması beklenmez. “Sadık bir uyarlama olmuş” dediğimizde kastettiğimiz ufak tefek değişiklikler dışında olay akışının korunmasıdır. Senaryonun yazım aşamasında senaristin, yazarın kurduğu dünyayı iyi özümsemesi ve karakterlerin motivasyonlarını anlaması gerekiyor. X karakterinin asla söylemeyeceği bir sözü yazmaması gerekiyor. İster serbest isterse sadık bir uyarlama olsun, filmin Hollywood kolaycılığından muzdarip olmaması elzemdir. Uyarlama sürecinde eserdeki detayların kaybolması kaçınılmaz olmasına karşın, eserin özünden uzaklaşılması, derinliğin ve anlamın kaybolması ve de romanın içinin boşaltılması, romanı okuyanların gazabıyla birlikte okumadan filmi izleyenlerin de kaybolan potansiyel sebebiyle olumsuz yorumlarına sebebiyet verecektir. Serbest uyarlamalarda ise özellikle değiştirilen detayların yerini nasıl doldurduğunuzdur mühim olan. Stephen King, Stanley Kubrick’in ellerinde bir korku klasiğine dönüşen The Shining uyarlamasını beğenmemiştir. Sebebi ise hikâyeye kendi yorumunu katarken, Kubrick’in hafife alınmayacak değişiklikler yapmasıydı. King’in memnuniyetsizliğine rağmen, Kubrick bir korku klasiği yaratmayı başarmıştır. The Shining, istisnai örneklerden biridir. Önemi ise şudur: Uyarlamayı yapan senaristin\yönetmenin, nasıl bir yaklaşım gösterirse göstersin, ne yaptığını biliyor olması ve güven vermesi gerekiyor. Bu noktada The Dark Tower’a geri dönmemiz gerekiyor. Filmin dört kişiden oluşan senarist ekibinin başında deneyim bir isim olan Akiva Goldsman bulunuyor. Çoğunlukla roman uyarlamaları yapan Goldsman, 2002’de A Beautiful Mind ile En iyi Uyarlama Senaryo kategorisinde Altın Küre ve Oscar almış bir isim. Ancak bu başarısının ardından best-seller olmuş The Da Vinci Code ve Angels and Demons ile Dan Brown okurlarının hışmına uğradı. Daha sonra Winter’s Tale ve The 5th Wave uyarlamalarıyla da bilimkurgu, fantastik ve macera gibi tür filmlerinde aranan isim olmadığını kanıtladı. Stüdyonun bu başarısızlığı görmezden gelerek The Dark Tower senaryo ekibinin başına Goldsman’ı getirmesi düşündürücü. Zira Goldsman ve senarist ekibinin serbest uyarlama adı altında yaptıkları iş akıl alır gibi değil. Stüdyonun direktifleri doğrultusunda, esasında serbest uyarlama değil de yedi kitaplık seriyi temel alarak, kendi kafalarına göre bir hikâye yazmışlar. Filmde Stephen King’in Kara Kule’sine dair pek bir şey bırakmamışlar. Colombia Pictures’ın gişe kaygısı, filmimizi her yaştan insan izlesin düşüncesi (The Dark Tower’ı 7 yaş üstü herkes izleyebiliyordu) hezimeti getirdi ve sinema okullarında kötü uyarlama örneği olarak gösterilmesi gereken bir iş çıktı ortaya. Esasen The Dark Tower, fantastik edebiyata sarılan Hollywood için bulunmaz bir fırsattı. 7 kitaptan 7 film çıkarılabilirdi. Esinlenmeye daha yakın duran sözde serbest uyarlama yerine ilk kitabı tüm riskleri alarak sadık bir biçimde uyarlamayı göze alabilseydi bugün farklı şeyler konuşuyor olurduk eminim.
Karakter-Oyuncu Uyumu
Bir romanı sinemaya uyarlarken, eserdeki karakterlerin fiziksel özellikleri, birebir yazarın tasvir ettiği gibi olmak zorunda değil. Ancak esere ve o eseri okuyan milyonlarca okura saygı duymak zorundasınız. Dolayısıyla da romandaki karakterlerin fiziksel görünümlerine olabildiğince yakın tipte oyuncular bulmanız gerekir. Hollywood’un genel olarak bu konuda iyi işler çıkarttığını kabul etmek gerekiyor fakat The Dark Tower örneğinde olduğu gibi alınan skandal kararların, okurları ve sinemaseverleri, romanların sinema adaptasyonları hususunda bir sorgulamaya ittiğini belirtmemiz lazım. The Dark Tower’daki skandal, ana karakter Silahşor Roland Deschain’in siyahi bir karaktere dönüştürülmesiydi. Bu da yetmez mi gibi karakterin hantal Idris Elba’ya teslim edilmesi bir başka hatalı karardı. Sonuçta seyirci -özellikle de romanı okuyan seyirci- beyazperdede gördüğü karakterin Roland olduğuna inanmazsa film amacına ulaşamayacaktır. Tüm uyarlamalar için geçerli bir kuraldır bu. Stüdyonun neden böyle bir karar aldığına mantıklı bir açıklama getiremedik doğrusu. Sebebi ne olursa olsun, stüdyonun eserin milyonlarca hayranının vereceği\verdiği tepkiyi umursamaması, bu yaklaşımın Hollywood’da yaygınlaşabileceğine yönelik endişelerimizi arttırıyor.
Yazarın Yarattığı Dünyanın Görsel Karşılığını Bulabilmek
Fantastik ve bilimkurgu edebiyatı uyarlamalarında önemini yadsıyamayacağımız konulardan biri de eserde yaratılan dünyanın görsel karşılığını bulabilmektir. Yazarın yarattığı düşsel dünya, her okurun zihninde farklı bir şekilde canlanır. Uyarlamada esas olan ise yazarın imgelemine en yakın olanı bulabilmektir. Peter Jackson’ın, Lord of the Rings üçlemesinde Tolkien’in Orta Dünya’sını yeniden tasarlarken gösterdiği titizlik örnek alınmalı. Ancak şu bir gerçek ki, görsel karşılık bulma hususunda ne kadar iyi bir iş ortay koysanız da Lord of the Rings’te olduğu gibi eserin tutkulu hayranlarını memnun etmeniz oldukça zor. En iyi örnekten en pespaye olanına geçelim. Nikolaj Arcel’in The Dark Tower’ı Stephen King’in paralel evren fantezisiyle yarattığı dünyaları, diğer konularda olduğu gibi özensiz ve kendi bildiğini okuyarak yaratmaya çalışıyor. Eski zamanları anımsatması gereken diyar, post apokaliptik bilimkurguların dünyasına daha yakın duruyor, seçilen renklerden mekân tasarımlarına kadar her bir detay seyirciyi Stephen King’in dünyasından uzaklaştırıyor. Eserin ruhunu korumanızın yolu, olay akışını değiştirseniz de karakterlerin ve o dünyanın yaratımından geçer. O dünyayı yaratmak da yüksek bir bütçenin yanında hep bahsettiğimiz yaratıcı bir ekibin varlığıyla yakından ilgili diyebiliriz. The Dark Tower, oldukça sinematografik bir eserdir. Dolayısıyla filmin kozlarından biri de görsel vizyonu olacaktır. Ancak bu vizyonu 60 milyon dolar gibi, bu çaptaki bir eser için düşük sayılabilecek bir bütçeyle sergilemeniz pek kolay değil. Görselliğin arşa erdiği, bütçelerin 200-250 milyon dolarlara çıktığı bir dönemde mütevazı bütçelerle fark yaratmanız kolay değil.
Görüldüğü üzere The Dark Tower, bir fantastik edebiyat serisi sinemaya nasıl uyarlanmamalının en somut örneğidir. Elbette Hollywood, bildiğini okumaya devam edecektir.
5 Şubat 2025
2000'li Yıllardan 10 Komedi Filmi
Toplumların tarihleri, gelenek ve görenekleri, örf ve adetleri ve yaşama biçimlerinin doğrudan etkilediği mizah her alanda varolabilen bir sanat türü. Ve belki de hepsi içinde en öznel olanı diyebiliriz. Toplumların sosyo-kültürel yapılarındaki ayrımlardan doğan farklı mizah anlayışlarını bir yana bırakırsak, bireysel olarak aynı kültürü paylaşan insanların da komediye bakışı tamamen zıt olabilmekte. Bu aşırı subjektiflik durumu mizahta daha keskin ayrımları beraberinde getiriyor.
Sinemanın ilk dönemlerinden bugüne drama gibi her türe sirayet edebilen komedi, bugüne gelene dek Charlie Chaplin, Buster Keaton, Peter Sellers, Louis de Funes, Jack Lemon, Mel Brooks, Kemal Sunal, Woody Allen, Steve Martin gibi daha sayamayacağımzı birçok yıldız gördü. Zamanla yeni alt türler doğurup, skalasını genişletti. Sessiz sinema döneminde Slapstick komedi iş yaparken, Tv’nin icadıyla Sitcom yükseldi. 80’lerde korku\komedi, 90’larda romantik komedi patladı. Günümüzde yani artık internet çağı olarak kabul ettiğimiz 2000’li yıllarda ise tuvalet komedisiyle seks komedisinin rağbet gördüğünü söylersek yanışmış olmayız.
Yeni anlatım biçimleri ve film modelleriyle klişeleri girdabı içinde kaybolmamayı başaran komedi, 2000’li yıllara 90’ların en popüler komedyeni Jim Carrey’nin Me, Myself & Irene ve Bruce Almighty gibi üstün işleriyle girdi. 90’larda parlamaya başlayan Adam Sandler, Jim Carrey’nin düşüşüne paralel olarak yükseldi. Her ne kadar, son 10 yıla damga vuracak bir filmde yer alamasa da büyük kitlelerin sevdiği bir stara dönüştü. Knocked Up ve The 40 Year Old Virgin gibi yetişkin komedileriyle Judd Apatow, Thank You for Smoking ve Juno gibi işleriyle Jason Raitman, Shaun of the Dead ve Hot Fuzz gibi parodileriyle de Edgar Wright son dönemin öne çıkan yönetmenleri oldular. Kendine has sineması ve mizah anlayışıyla Wes Anderson’u da anmak şart.
Zombieland (2009)
Kimyasını tutturmanın en zor olduğu tür belki de korku\komedidir. Bu eğilimin 80’lerdeki akılda kalıcı örneklerini bir kenera koyarsak 2004’te izlediğimiz Shaun of the Dead, zombi parodisi yaparak kısa sürede klasikleşti. Son 10 yıl kapsamında değerlendiremediğimizden de dışarda kaldı. Ruben Fleischer’in yönetmen kolduğuna oturduğu Zombieland da Shaun of the Dead’in açtığı yolu takip ediyor. Ancak zombi filmi parodisi yapıyor diyemeyiz. Zombilerin ele geçirdiği dünyada, bir grup insanın hayatta kalma savaşını ele alan film, gerçek bir eğlence vadediyor. Karşımızda düpedüz bir zombi filmi var ama zombiler burada korku unsuru değiller. Zombi komedisi açısından yenilikçi fikirleri olmamasına karşın, ilk sinema filmini çeken Fleischer’ın korku\komedinin hakkını veren bir iş ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Karakterlerimizin birbirinden ilginç zombi avlama sahnesiyle, aksiyona da kayan Zombieland’ın en büyük artısı yönetmenin üslubu bana kalırsa. Klasik zombi filmi işleyişine sahip olsa da araya giren flashback sahnesi, Bill Murray’in evine yapılan ziyaret gibi bölümleri ve sulandırılmayan mizahıyla iz bırakarak, devam filminin kapısını açtı.
This is the End (2013)
“Dışardaki dünya yok olup giderken, arkadaşlarınızla bir evde sıkışıp kalsanız ne olurdu?” sorusunu peşine takılan Seth Rogen – Evan Goldberg ikilisinin yazıp yönettiği This is the End, kıyamet filmlerinin parodisine soyunuyor. Komedinin en az rağbet gören alt türlerinden parodiyi seçen Rogen ve Goldberg, bunu da tuvalet mizahının en uç örneklerinden birine dönüştürerek, bel altı esprilerle süsleme yoluna gitmişler. Karakterlerimizin ağzından eksik olmayan küfür, birtakım seyirci için kaldırılabilir seviyenin oldukça üzerinde ama “çok küfürlü ve iğrenç” diyerek filmden hızlıca uzaklaşan seyirci şunu unutmamalı; küfür ve argo kullanımı karakterlerin durumu ve hikayenin gittiği kırılma noktası için bir zorunluluk teşkil ediyor. Filmde iyi-kötü çatışması ilahi bir boyuta çekiliyor. İyi insan -kötü insan savaşı bireyin kendi içine döndürülerek basit ama doğru bir yol izlenmesini sağlamış. Özellikle vurgulanan ise ancak kalpten yapılmış bir iyiliğin insanı kurtuluşa eriştirebileceği fikri. Absürtlüğü ve pervasızlığıyla sivrilen This is the End, oldukça matrak bir komedi filmi. Sınırlı bir kitleye hitap ettiği ise aşikar…
Horrible Bosses (2011)
Bizde Patrondan Kurtulma Sanatı adıyla vizyona çıkarılan Horrible Bosses, iş dünyasına odaklanıp, kara mizahın enteresan örneklerinden birine dönüşen başarılı bir komedi. Film; Dale, Nick ve Kurt adlı üç arkadaşın, hayatlarını cehenneme dönüştürdüklerini düşündükleri patronlarından kurtulmaya çalışmalarını konu alıyor. Karakterlerimizin işler kötüye gittiğinde daha önce ortaya attıkları patronlarını öldürme fikrine dönmeleri, çaprazlama yaparak birbirlerinin patronlarını öldürme planları ve bu işin hiç de kolay olmaması, kahkalarla izlenen bir kara komediyi doğuruyor. İlginç olansa yapı itibariyle kara komedilerin genel olarak pek de komik filmler olmamalarıdır. Zıt karakterleri bir araya getirmesinin yanı sıra karakter yaratmadaki başarısıyla bir adım öne çıkıyor Horrible Bosses. Ana karakterler bir yana Kevin Spacey, Colin Farrell ve Jennnifer Aniston’un patron tiplemeleriyle adeta sınıf atlattıkları bir komedi bu. Seth Gordon, ikinci uzun metraj çalışmasında senaryonun elverdiği ölçüde elinden ne geliyorsa yapmış. Geçtiğimiz aylarda devam filminin de çıktığını hatırlatalım.
Midnight in Paris (2011)
Komedi dediğimiz türün sinemadaki en önemli temsilcilerinden Woody Allen, 2000’li yıllarda komedi ve dramın dışına çıkıp farklı işlere de imza attı. Son dönem eserleri genel olarak altın dönemi olan 70’li ve 80’li yılları aratsa da Match Point ve Midnight in Paris gibi icraatlarıyla hala form tutabildiğini gösterdi üstad. Geceleri Paris sokaklarında ilham arayan bir yazarın, bir anda kendisini 20’li yılların Paris’inde bulmasını kendisine konu edinen Allen, içinde fantastik tatlar barındıran bir komediye imza attı. Sanat dallarında gezinip, entelektüel komediler üreten Allen, Midnight in Paris’te seyircisini Paris’in altın dönemine götürüyor. Gil’in yaratıcılık krizini aşmak isteyen bir yazar olduğunu düşünürsek; Salvodor Dali, Pablo Picasso, Ernest Hemingway, Scott Fitzgerald ve Luis Bunuel gibi alanında devleşmiş isimlerle tanışıp sohbet etme imkanı bulması oldukça anlamlı. Pek çok çalışmasında yeni film modelleriyle karşımıza çıkan Allen, burada sırtını yaratıcı kalemine yaslıyor. Sanat yönetimi, nostalji duygusu ve mizahıyla akıllarda kalan Midnight in Paris, Allen’ın tatmin edici son filmiydi.
The Dictator (2012)
Saplantılı olduğu biricik ülkesine demokrasinin asla gelmemesi için hayatını dahi tehlikeye atan Kuzey Afrikalı diktatör Aladeen'in kahramanlık öyküsü olarak özetlenebilecek hikaye İngiliz usulü bir absürd komedi örneği. Sacha Baron Cohen, ilk olarak Saddam, Kaddafi gibi diktatörlerin olası zevk ve sefahat içindeki yaşamlarını tamamen kurgusal Aladeen karakteriyle hicvediyor. Henüz ilk dakikalarda başlayan kahkaha tufanı dinmek bilmiyor ve 80 dakika boyunca birbirinden unutulmaz sekansla (markette doğum sahnesi akıllara zarar) devleşiyor. Komedi filmlerinde komediyi tüm filme yaymak öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Hele aynı tonu tutturup devam edebilmek büyük yetenek ister. The Dictator'ın en büyük kozu komik olmayı başarabilmesi. The Great Dictator'dan esinlenen filmde, diktatörün yerine geçen 'benzeri' fikri burada farklı bir biçimde uygulanıyor. 11 Eylül sonrası Amerikan halkının İslama ve Araplara bakışı -hiç eksik olmayan absürd mizah anlayışıyla- eleştirel bir boyuta da taşınarak içi boş bir komedi filmi olmanın ötesine geçebiliyor The Dictator. Larry Charles’ın yönettiği filmi sevip sevmeyeceğiniz de absürd mizaha bakışınızla yakından ilgili.
Crazy, Stupid, Love (2011)
I Love You Phillip Morris adlı komediyle adlarını duyuran yönetmenler Gleen Ficarra – John Requa’nın yetenekli senarist Dan Fogelman’la bir araya geldiği “Crazy, Stupid, Love”, romantik komedi alt türünün en iyi diyemesek de en komik örneklerinden biri. Karısının kendisini aldattığını ve boşanmak istediğini söylemesiyle dünyası başına yıkılan Cal, genç ve yakışıklı playboy Jacob’la tanışır ve ondan kadın tavlama sanatını öğrenir. Bu aynı zamanda kendisini keşfetmesini sağlayacaktır. Filmin merkezinde Cal olsa da, eşi ve çocuklarının aşk hayatı birbirleriyle kesişecek biçimde işleniyor. Fogelman’ın ustalıkla ördüğü ilişki sarmalı, filmin ikinci yarısında karakterlerimizin birbirine girdiği bölümde içinden çıkılmaz bir hal alırken, gerçek bir kahkaha tufanı da kopuyor. Zirve noktası elbette unutulmaz ama espriler, filmin geneline yayılmış. Romantik komedi klişelerini kullanan ama yeri geldiğinden klişenin klişe olduğunu da söyleme erdemini gösteren ve asla pes etme mesajı veren “Crazy, Stupid, Love”, yıldız kadrosunun hakkını da sonuna kadar veren bir komedi.
Ted (2012)
Tv kökenli işleriyle tanınan komedyen Seth MacFarlane’in ilk yönetmenlik denemesi olan Ted’de 8 yaşında bir çocuğun, bir Noel gecesi oyuncak ayısının canlanmasını, kendisine gerçek bir arkadaş olmasını dilemesi ve bu dileğin gerçek olmasıyla başlayan tuhaf dostluğun hikayesi konu ediliyor. MacFarlane, Ted’de ilginç bir formülün izini sürüyor. Masalsı tabanda romantik komedi çekiyor, bunu da fantastiğe alan açarak yapmayı deniyor. Yazar-yönetmenimiz anlatıcı sese; “ Emin olabileceğiniz bir şey varsa, o da küçük bir çocuğun dileğinden daha güçlü bir şey olmadığıdır” dedirterek, Ted’in varoluşuna kafa yormamızı istemiyor. Amaç güldürmek olduğundan bize de bu masalın tadını çıkarmak düşüyor. MacFarlane, bahsettiğimiz masalsı tabanı açılış ve kapanışta kullanıp, komediye odaklanabilmek için Ted’i günlük hayatın sıradanlığının ortasına atıveriyor. Burada da tuvalet mizahı ve seks komedisi devreye sokuluyor. Bazen ucuz ama çoğunlukla iyi esprilerle amaca ulaşılıyor. 80’lerin kült fantezisi Flash Gordon’a saygı duruşunda bulunması ve klasiklere yapılan göndermelerle eğlence katsayısını artıran Ted, bir komedi filmi olarak tüm vaadlerini yerine getiriyor.
The Hangover (2009)
Road Trip, Old School ve Starsky & Hutch gibi orta karar komedi filmleriyle tanıdığımız Todd Phillips’in şeytanın bacağını kırdığı çalışması The Hangover, seçkimize girmekte hiç zorlanmadı. Bekarlığa veda partisi için Las Vegas’a giden dört arkadaşın, başlarından geçen sıradışı olayları konu alan film, klişelerden uzak durmasıyla değerini katlayan bir yapım. Felekten bir gece çalmak isteyen dört arkadaşın, farkında olmadan aldıkları bir hapla kendilerinden geçmeleri, gece dair hiçbir şey hatırlamamaları ve başlarına açtıkları türlü dertle uğraşırken, hakiki bir komedi yaratmış yönetmenimiz Phillips. Karakterlerimizin ne yaptıklarını ve başlarına ne geldiğini hatırlamaması, seyircinin önüne çözüm bekleyen bir yapboz koyulmasını sağlamış. Adım adım ve çözülerek ilerleyen, karakterlerimiz dibe battıkça komedi dozunu artıran bir komedi The Hangover. Karakter çalışmasının ve oyuncuların kimyasının tutmasın da başarıda büyük pay sahibi olduğunu not düşelim. İki devam filmi çekilen The Hangover’ın, bu ilk filmiyle türe taze soluk getirdiğini söyleyelim.
Stranger Than Fiction (2006)
İyi komedi nedir sorusuna verilebilecek en iyi cevaplardan biri de Stranger Than Fiction’dır. İlk senaryosunu yazan Zack Helm inanılmaz bir yaratıcılık sergilerken, kamera arkasındaki yetenekli isim Marc Foster da kendisini aşarak bir başyapıtın doğuşunu sağlamış. Kafasının içinde kendi hayatını anlatan bir ses duyan Harold Crick, çok geçmeden bir roman kahramanı olduğunu ve yazarın da kendisini ödürmeyi planladığını öğreniyor. Harold’ın bir edebiyat profesöründen yardım almaya başlamasıyla komediyle trajedi arasında gidip geliyoruz. Stranger Than Fiction, her hikayenin mutlaka iki yüzü olmak zorunda diyor: Komedi ve trajedi… Biz ise bir komedideyiz. Harold bunu araştırırken, aklımıza gelen ise iyi komedilerin yolunun dramatik açıdan da güçlü hikayelerden geçtiği oluyor. Yazar bunalımını işlerken, yazarların eserleri ve yarattıkları karakterlerle ilişkileri üzerine de içi dolu cümleler kuran film, kaliteli esprileriyle komediyi boşlamıyor. Benzer bir çıkış noktasına sahip Ruby Sparks’a da esin kaynağı olan Stranger Than Fiction, son yirmi yılın en özgün komedisi.
Little Miss Sunshine (2006)
79. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film dahil 4 dalda adaylık elde edip, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Alan Arkin) ve En İyi Özgün Senaryo Oscar’ını kazanma başarısını gösteren bu bağımsız sinema şaheseri son 10 yılın en iyi komedisiydi. Adını; ailenin küçük kızı Olive’in katılmaya hak kazandığı güzellik yarışmasından alan filmde, her biri çeşitli sorunlarla boğuşan aile bireylerinin, Olive’i yarışmaya götürmek için sevimli sarı minibüsleriyle yaptıkları yolculuk esnasında yaşadıkları işleniyor. Arıza karakterlerini film boyunca çarpıştıran Little Miss Sunshine, sevimli, naif bir aile komedisi olmakla birlikte dramatik yapısı da oldukça sağlam bir iş. Hatta aynı hikayeyle temiz bir drama da çekilebilirmiş. Karakterlerin birbirleriyle atışmaları ve yolculuk sırasında yaşadıkları birtakım sorunlarla komediye ulaşan yönetmenlerimiz Jonathan Dayton ve Valerie Faris; filmin komedi yükünü kokainman dede, ailesine küsüp konuşmamayı seçen Dwayne, Olive ve bir karakter gibi kullandıkları sarı minibüsün sırtına veriyor. Sıradan bir Amerikan ailesinin neşe dolu hikayesini aile olmanın, birlik olmanın altını çizerek anlatmayı deneyen Little Miss Sunshine’ın özetle “başkası olma kendin ol” mesajı verdiğini söyleyebiliriz.
29 Ocak 2025
Bir 90'lar Klasiği: Basic Instinct
90’lı yılların en sansasyonel filmlerinden biri olan Basic Instinct (Temel İçgüdü), eminim birçok sinemaseverin ‘guilty pleasure’u yani suçlu zevkidir. Buna sebep olan da baştan sona cesur seks sahneleriyle bezeli filmin, erotik film algısına kurban gitmesi diyebiliriz. Bu yazıda Basic Instinct'in türsel olarak ne ifade ettiği üzerine gidip, genel bir çerçeve de çizeceğiz.
Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven, göstermekten çekinmeyen cesur bir isim. Bu cesareti zaman zaman tepki görmesine neden olsa da göstermekle göstermemek arasındaki o ince çizgide ustalıkla yürümeyi başardı bugüne dek. Yönetmenin en popüler filmi Basic Instinct, Michael Douglas ve Sharon Stone’u o dönem zirveye taşırken, hem bu iki starı benzer rollerde görmemize neden oldu hem de Poison Ivy (Zehirli Sarmaşık), Wild Things (Vahşi Şeyler) gibi başka erotik gerilimlerin türemesine önayak oldu.
Polisiye ve Neo Noir el ele
Sonu cinayetle biten sado-mazo eğilimli bir seks sahnesiyle açılan film, Catherine Tramell’ın bir ‘femme fatale’ olduğunun altını çizerek, suç dünyasının tehlikeli sularında yüzeceğimizin de ilk sinyalini veriyor. Bu açılışın ardından cinayet soruşturması devreye giriyor. Yakışıklı dedektif Nick Curran’la tanışıyoruz. Daha önemlisi iki ana karakterimiz tanışıyor ve çok geçmeden birbirlerinin çekim alanına giriyorlar. Cinayet mahallinin sunumu, sorunlu ve gözü kara dedektif karakteriyle polisiye örgünün klasik bir örneğine şahit oluyoruz. Ancak çok geçmeden türsel anlamda farklı bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Dedektif Nick Curran’ın yani kanun adamının bakış açısıyla polisiye ulaşan film, ‘femme fatale’ karakterine biçtiği rolle -onun da bakış açısını dahil etmesiyle- polisiye mi neo noir mi sorusuna her ikisi şeklinde cevap verebiliyor. Finaliyle bu ortada kalmışlığı taçlandıran Basic Instinct; seri katil filmi, polisiye, erotik gerilim ve neo noir arasında çıktığı gezintiyi mutlak bir zaferle noktalamasına rağmen yarattığı sansasyonun kurbanı olmaktan kurtulamadı.
Cüretkar sahneler pastanın üstündeki ‘çilek’
Filmdeki incelikli ve iğneleyici espriler, yazarımız Joe Eszterhas’ın güçlü bir mizah duygusuna sahip olduğunu gösteriyor. Basic Instinct, ilk yarıdaki mizah dolgusu ve olağan polisiye örgüsüyle ortalama seyrini, ikinci yarıda hikayesini derinleştirmesi, çetrefilli bir hale sokması ve nasıl bir sona bağlanacağını kestiremediğimiz yapısıyla, seyircinin her anından zevk alacağı bir filme dönüşüyor. Ve tabi iyi bir gerilim filminin özelliklerini de taşıyor. Cüretkar sahneler ise pastanın üstündeki çilek işlevi görüyor. ‘Çilek’ mevzunu biraz açarsak, çileğin pastaya kattığı tatla beraber görünümünü de değiştirdiğini, dolayısıyla bu sahnelerin de polisiye filme farklı bir ambalajla birlikte, tat kattığını söyleyebiliriz. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise aşırıya kaçan erotizmin dünya çapında bir popülerlik getirirken, seyircinin gözünde filmi ‘ucuzlaştırdığını’ görürüz.
Çift katmanlı saygı duruşu
Paul Verhoeven’ın asansördeki cinayet sahnesinde çift katmanlı bir saygı duruşunda bulunduğunu atlamamak lazım. Brian De Palma, Dressed To Kill’in asansördeki cinayet sahnesinde Hitchcock’un Psycho’suna -duş sahnesine- açık bir gönderme yapmıştı. Verhoeven da Basic Instinct’deki sahneyle iki filme birden saygı duruşunda bulunuyor.
Sınır tanımayan bir oyuncu: Sharon Stone
Film, başarısını büyük ölçüde Sharon Stone’a ve Catherine Tramell karakterine borçlu. Sharon Stone; soyunacak, sevişecek, buz kıracağını eline alıp öldürecek, soğukkanlılığını kaybetmeyip, bizi bir ‘femme fatale’ olduğuna inandıracak. Stone, oyunculuğundan ziyade vücudunu cömertçe sergileyip, zeki, seksi ve tehlikeli Catherine Tramell’a hayat verirken, kendini tamamen yönetmenin ellerine bırakıyor. Catherine Tramell’in sorgu sahnesinin filmin de önüne geçmesinin sebebi malum ancak, işin oraya gelmesinin altında Stone’un rahatlığı ve Verhoeven’ın özgüveni yatıyor. Stone’un bu kadar ileri gidebilmesi ona starlığın yolunu açtı. otuz üç yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bunun bir ‘cast’ başarısı olduğunu söyleyebiliyoruz. Hem karakterlerin doğru oyuncularda vücut bulması hem de oyuncuların birbirleriyle olan kimyası açısından…