26 Aralık 2013

The Butler


The Butler, Siyah Amerikan tarihinden kesitler sunarken Beyaz Saray’da sekiz başkana eşlik etmiş kahya ve oğlu üstündeki çatışmadan yararlanarak tarih dersi niteliğinde bir film olarak karşımıza çıkıyor. Amerika’nın bu yıl bu denli siyah ya da Afro-Amerikan karakter bazlı film sunmasındaki ana etken Obama’nın başkanlığa çıkışı olarak gösterilebilir ama tabii ki bu etken tek başına yeterli olamaz. Lee Daniels; Obama, kölelik ve siyah Amerika düzleminde Amerika’nın görünmeyen hatta saklanan tarihini anlatırken, anlatıda bir sürü inanılmaz hatayla dolu bir film ortaya çıkarıyor. 12 Yıllık Esaret filmiyle karşılaştırdığımızda aslında sıradan bir yapımla karşı karşıyayız. Oscar için bir atak olduğunu söylemekle beraber maalesef yeterli bir çaba olmadığını ve siyah ya da Afro-Amerikan Amerika’nın tam anlamıyla anlatılamadığını söylemek lazım. Çatışmalardan bihaber olan film, tarih bilgisi dışında yeni bir şey sunmuyor.
Burç Karabulut yazdı

Bir siyahın kahyalığa yükselişi

Film açıldığı andan itibaren beyaz adam zulm eden, siyah adam ise köle, zulm edilen olarak damgalanarak karşımıza çıkıyor. Beyaz adamın borusunun öttüğünün çok belli olduğu zamanda Cecil Gaines’i yani ana karakterimiz olan kahyayı çocukluğunda yakalıyoruz. Çocukluğunda zorla bir beyaz toprak ağasının emri altında çalışan Gaines, büyüdükçe ve kahyalığı kaptıkça çevresinde ve işinde sevilen bir kişilik oluyor. Beyaz Saray’a da bir referansla giriyor. İşte bu anda kendi gibi siyah renkli kahyalarla tanışıyor ama ırkına hiç sahip çıkmıyor. Hayatından mutlu olan Gaines’in, oğlunun büyümeye başlayıp aktivist yaşantıyı seçmesiyle ilk defa başı derde giriyor.


Özgürlük savaşçısı oğul

Klasik devlet mekanizmasıyla çatışmak zorunda olduğu kadar beyaz halk tarafından da hor görülüyor. Siyah olmayı dibine kadar kabul etmiş Louis Gaines, Malcolm X ve Martin Luther King gibi siyahi liderlerin toplantılarına sık sık gidiyor. Gaines Jr, varlığını ve hayatını siyah aktivist olmaya adıyor. İşler arapsaçına dönüyor. Yıllar ilerledikçe Vietnam Savaşı gibi problem üstüne problem çıkıyor. Siyah Amerikalılar’ın bu savaşta Amerika’dan taraf olmak istemeleri, kendilerini kabul ettirme çabası olarak görülebilir. Dediğim gibi Cecil’in iki oğlu var. Biri tatlı iyi, güzel bir siyah gibi yaşarken diğeri daha belalı bir hayatı seçiyor. En büyük çatışma ise bu noktada yaşanıyor. Beyazlara kesintisiz itaat etmiş baba, beyazların yolundan yürümeyen ve kendi yolunu izleyen siyah oğlunu dışlıyor.

Ehlileşmiş alt kimlik ortaya çıkıyor

Klasik anlatıyı kullanan The Butler, beklenenin aksine bunu iyi bir şey olarak sunamıyor. Sanki film, kısa filmler bütünüymüş gibi ya da skeçler bütünüymüş gibi davranıyor. Cecil’in Kennedy dahil bir sürü başkanının huzuruna çıkıp onlara servis yapması ve siyahlara yapılan ayrımcılığı savunan başkanları gördükçe önceleri iplemese de bir yerden sonra duygusal davranıp ehlileştirdiği kimliğini de ortaya çıkarıyor.

Oscar filmi ama bu formül tutmaz

The Butler’ın Oscar adaylığı için çekildiğini söylemek için alim olmaya gerek yok. Benim görüşüm bu senenin Lincoln’ü olan The Butler, konu olarak Lincoln gibi olsa da bir Steven Spielberg’e muhtaç durumda. Film, elindeki bu kadar malzemeyi iyi kullanamıyor. Oysa sırf sahne sahne, yıl yıl gösterdiği başkanların politikası ve siyah-beyaz hatta siyah ve ehlileşmiş siyah çatışmasından da daha fazla yararlanabilseydi Oscar’da hak ettiği karşılığı bulabilirdi. Belki de bulacak ama vasat bir yapım olarak hatırlanacaktır. Siyah Amerika’ya şöyle bir göz gezdireyim diyorsanız bu film tam sizin istediğiniz film.