The Butler, Siyah
Amerikan tarihinden kesitler sunarken Beyaz Saray’da sekiz başkana eşlik etmiş
kahya ve oğlu üstündeki çatışmadan yararlanarak tarih dersi niteliğinde bir
film olarak karşımıza çıkıyor. Amerika’nın bu yıl bu denli siyah ya da
Afro-Amerikan karakter bazlı film sunmasındaki ana etken Obama’nın başkanlığa
çıkışı olarak gösterilebilir ama tabii ki bu etken tek başına yeterli olamaz. Lee
Daniels; Obama, kölelik ve siyah Amerika düzleminde Amerika’nın görünmeyen
hatta saklanan tarihini anlatırken, anlatıda bir sürü inanılmaz hatayla dolu
bir film ortaya çıkarıyor. 12 Yıllık Esaret filmiyle karşılaştırdığımızda
aslında sıradan bir yapımla karşı karşıyayız. Oscar için bir
atak olduğunu söylemekle beraber maalesef yeterli bir çaba olmadığını ve siyah
ya da Afro-Amerikan Amerika’nın tam anlamıyla anlatılamadığını söylemek lazım. Çatışmalardan
bihaber olan film, tarih bilgisi dışında yeni bir şey sunmuyor.
Burç Karabulut yazdı
Bir
siyahın kahyalığa yükselişi
Film açıldığı andan
itibaren beyaz adam zulm eden, siyah adam ise köle, zulm edilen olarak
damgalanarak karşımıza çıkıyor. Beyaz adamın borusunun öttüğünün çok belli
olduğu zamanda Cecil Gaines’i yani ana karakterimiz olan kahyayı çocukluğunda
yakalıyoruz. Çocukluğunda zorla bir beyaz toprak ağasının emri altında çalışan
Gaines, büyüdükçe ve kahyalığı kaptıkça çevresinde ve işinde sevilen bir
kişilik oluyor. Beyaz Saray’a da bir referansla giriyor. İşte bu anda kendi
gibi siyah renkli kahyalarla tanışıyor ama ırkına hiç sahip çıkmıyor. Hayatından
mutlu olan Gaines’in, oğlunun büyümeye başlayıp aktivist yaşantıyı seçmesiyle
ilk defa başı derde giriyor.
Özgürlük
savaşçısı oğul
Klasik devlet
mekanizmasıyla çatışmak zorunda olduğu kadar beyaz halk tarafından da hor
görülüyor. Siyah olmayı dibine kadar kabul etmiş Louis Gaines, Malcolm X ve
Martin Luther King gibi siyahi liderlerin toplantılarına sık sık gidiyor. Gaines
Jr, varlığını ve hayatını siyah aktivist olmaya adıyor. İşler arapsaçına
dönüyor. Yıllar ilerledikçe Vietnam Savaşı gibi problem üstüne problem çıkıyor.
Siyah Amerikalılar’ın bu savaşta Amerika’dan taraf olmak istemeleri,
kendilerini kabul ettirme çabası olarak görülebilir. Dediğim gibi Cecil’in iki
oğlu var. Biri tatlı iyi, güzel bir siyah gibi yaşarken diğeri daha belalı bir
hayatı seçiyor. En büyük çatışma ise bu noktada yaşanıyor. Beyazlara kesintisiz
itaat etmiş baba, beyazların yolundan yürümeyen ve kendi yolunu izleyen siyah
oğlunu dışlıyor.
Ehlileşmiş
alt kimlik ortaya çıkıyor
Klasik anlatıyı
kullanan The Butler, beklenenin
aksine bunu iyi bir şey olarak sunamıyor. Sanki film, kısa filmler bütünüymüş
gibi ya da skeçler bütünüymüş gibi davranıyor. Cecil’in Kennedy dahil bir sürü
başkanının huzuruna çıkıp onlara servis yapması ve siyahlara yapılan
ayrımcılığı savunan başkanları gördükçe önceleri iplemese de bir yerden sonra
duygusal davranıp ehlileştirdiği kimliğini de ortaya çıkarıyor.
Oscar
filmi ama bu formül tutmaz
The Butler’ın Oscar
adaylığı için çekildiğini söylemek için alim olmaya gerek yok. Benim görüşüm bu
senenin Lincoln’ü olan The Butler, konu olarak Lincoln gibi olsa da bir Steven
Spielberg’e muhtaç durumda. Film, elindeki bu kadar malzemeyi iyi kullanamıyor.
Oysa sırf sahne sahne, yıl yıl gösterdiği başkanların politikası ve siyah-beyaz
hatta siyah ve ehlileşmiş siyah çatışmasından da daha fazla yararlanabilseydi
Oscar’da hak ettiği karşılığı bulabilirdi. Belki de bulacak ama vasat bir yapım
olarak hatırlanacaktır. Siyah Amerika’ya şöyle bir göz gezdireyim diyorsanız bu
film tam sizin istediğiniz film.