6 Kasım 2015

Öldüren Kelimeler: Pontypool


Tony Burgess’ın senaryosunu bizzat kendi çok satan romanından uyarlayarak kaleme aldığı Pontypool, bağımsız bir korku filmi denemesi. Kanadalı sinemacı Bruce McDonald’ın kamera arkasına geçtiği Pontypool, tek mekânda geçen bir salgın filmi. Evet, kulağa çılgınca ve aynı zamanda deneysel bir çalışma gibi geliyor ama işin aslı öyle değil. 

Olayın tamamı Pontypool adlı bir kasabanın mütevazı radyosunda cereyan ediyor. DJ’likte dikiş tutturamayan deneyimli bir radyocu Grant Mazy, kar fırtınasının kasabayı esir aldığı sıradan bir günde patronu ve yardımcısıyla iyi bir haber yakalama umuduyla yayına ara vermeden özveriyle işlerini yapmaya çalışıyorlar. Ve çok geçmeden kasabada şiddet olayları baş gösterdiği haberiyle ne olup bittiğini anlamaya ve dinleyicilerine aktarmaya başlıyorlar. Biz de sanki radyo dinliyormuşcasına hikâyeye ortak oluyoruz. Duyduklarımızı zihnimizde canlandırıyoruz tüm film boyunca. Elbette sonlara doğru seyirciyi memnun edecek görseller de kullanılıyor.  McDonald, çok küçük bir bütçeyle harikalar yaratıyor. Bağımsızlığını büyük bir avantaja dönüştürüyor. Elindeki hikâyeyi Hollywood’da hayata geçirse eminim aynı etkiyi elde edemezdi.

Filmi içeriğiyle ilgili bir şey bilmeden izlediğinizde, ilk başlarda klasik bir zombi hikâyesiyle baş başa olduğunuzu sanıyorsunuz. Zira virüsün insanlar üzerinde yarattığı saldırganlık zombi salgınıyla örtüşüyor. Yönetmen McDonald bilinçli olarak karakterlerine zombi dedirtmiyor ama seyircisini zombi salgını kanısına varacağını çok iyi biliyor. Bu yanlış yönlendirme de hikâye ilerledikçe başka tür bir salgının varlığının anlaşılmasıyla seyir keyfini yukarı çeken bir unsura dönüşüyor. Bu noktada Pontypool’un özgün bir salgın filmi olduğunun altını çizelim. Kelimelerle bulaşan bir virüs söz konusu çünkü. Salgının ve hikâyenin gelişimine bakarsak zombi filmlerinden beslendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Virüsü kapan kişinin onu sağlıklı kişilere bulaştırma arzusuyla hareket etmesi ve genel olarak virüslü kişilerin hal ve davranışlarıyla zombiler örnek alınıyor. Kapalı mekânda sıkışıp kalan ve bir çıkış arayan karakterler de zombi filmlerinin olmazsa olmaz öğelerinden biridir. Pontypool zaten bu sıkışmışlık halini esas alıyor. 

Mcdonald’ın dört karakterli ve tek mekânda geçen bir korku filminde merak unsurunu ve gerilimi filmin tamamında ayakta tutmayı başarması en büyük meziyeti denilebilir. John Carpenter başyapıtlarından The Fog’dan pek çok öğeyi ödünç aldığını söylememiz gerekiyor. Küçük bir kasabanın fon alınması, kasabanın radyosunun burada ana mekâna dönüşmesi, kilise faktörü -ki Pontypool’daki radyo kilisenin bodrumunda- yani esasen kilise de sıkışıp kalan karakterlerimiz ve kasabayı esir alan lanetin bir felaketle yer değiştirmesi gibi bir çırpıda sayılabilecek benzerlikler mevcut.

Pontypool, özetle seyircinin hayal gücüne daha çok ihtiyaç duyacağı filmlerden. Salgın filmleri içerisinde özel bir yer edinen bu özgün yapım, eminim ki bazı sinemasever arkadaşlar için katlanılmaz ve epey sıkıcı bir seyirlik olarak karşılanacak ama geveze, yaratıcı ve minimal bir korku filmi izlemek isteyenler için de önemli bir keşif olacaktır. 8\10