27 Ekim 2024

Öncü Bir Uzay Macerası: Destination Moon


Bilimkurgu sinemasının üretim anlamında altın dönemi 1950’li yıllar, bu dönemi açan film de Destination Moon’dur diyebiliriz. Robert A. Heinlein’in 1947’de yayımlanan Rocketship Galileo adlı romanında uyarlanan filme geçmeden 50’ler ve öncesinde türün nerede durduğuna bakacağız. 

Bilimkurgu sineması 30’lu ve 40’lı yıllarda çoğunlukla mutasyona uğramış canavarların yarattığı dehşet hikâyeleri veya çılgın bilim adamlarının (mad scientist) toplumu bir felakete sürüklediği belli kalıplar ve klişelerin dışına çıkılmadığı hikâyeler üretiyordu.  Henüz ayakları yere basmayan bilimkurgu, seyirciden daha çabuk kabul görmüş korku sinemasından beslenerek kimliğini bulmaya çalışıyordu. Sinema sanatı yarım yüzyılı geride bırakmış olmasına karşın, bu dönemlerde bilimkurgu sineması hala emeklemekteydi. Bu geri kalmışlığın türün teknolojiye bağımlılığıyla doğrudan ilgisi vardı. Ancak asıl sebebin bilimkurgunun halkın beklentilerini, arzularını, korkularını yansıtmayan ucuz filmler üretmesi, halktan kopuk oluşu olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta türlere yön veren ülke Amerika’ydı. Ve bilimkurgu sinemasının sıçrama yapabilmesi için halka ulaşması, halka ulaşabilmesi için de toplumun zihnini meşgul eden meselelerle ilgilenmesi gerekiyordu. İşte ne olduysa II. Dünya Savaşı sonrasında oldu. Atom bombasının kullanılması halkın bilimsel gelişmelere ilgisinin artmasını sağladı. Öte yandan Amerika ile Rusya arasındaki silahlanma yarışı ve Soğuk Savaş ortamı 50’ler bilimkurgu sinemasının ana hatlarını belirledi. 

Uzaya çıkma yarışı başlıyor!

Uzaylı istilası filmlerinin türü hâkimiyeti altına almasından önce, tam da bu dönemde çekilen Destination Moon, Soğuk Savaş paranoyasından ve atmosferinden etkilenmiş olsa da daha ziyade bu iki ülke arasında günden güne artan rekabetin uzay yarışı ayağını konu ediniyor. Uzaya çıkmanın ve Ay’a ayak basmanın arkasındaki ana motivasyon bilimsel keşif değildi. Amerika ve Rusya, birbirleri üzerinde askeri üstünlük kurabilmek için roket teknolojisinde atılım yaptılar. Destination Moon, bu yarışın Amerika cephesindeki yansımalarını kurgusal olarak sinemaya taşıyor. O gün için imkânsız olarak görülen Ay’a insanlı uçuş projesi ve yolculuk sırasında karakterlerimizin atlattıkları badireler ana öyküyü oluşturuyor. 

Başarısızlıkla sonuçlanan bir roket fırlatma projesiyle açılıyor filmimiz. Roket düşüyor ve çok geçmeden şu soruyla cevap aranıyor: Roket düştü mü, düşürüldü mü? Soğuk Savaş paranoyasının etkisiyle uzaya çıkmak ve bunu Ruslardan önce yapmak bir zorunluluk olarak görülüyor. Hatta öyle ki, bu yarış kaybedildiği takdirde ülkenin bölünebileceği endişesi projenin önemi anlatılırken dile getiriliyor. Dış uzaydan gelecek bir saldırı da hesaba katılıyor. Destination Moon, bu noktada şunu söylüyor: Ay’a ilk ulaşan ve orada üs kuran ülke dünyanın da hâkimi olacak. Çünkü uzaydan yapılacak bir füze saldırısını önlemenin imkânı yok. 

Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları Atom bombalarıyla aynı zamanda güç gösterisi de yapan ve Dünya’daki egemen gücün kendileri olduğunu vurgulayan Amerika’nın bu yarışa gereğinden fazla önem vermesinin başlıca sebebi egemen güç imajını kaybetme korkusu diyebiliriz. Ekip, Ay’a ayak bastıklarında Amerika Birleşik Devletleri adına insanlık yararına kullanılmak üzere Ay’ı ele geçirdiklerini ilan ediyorlar. (O tarihte yazılı bir antlaşma imzalanmamış olduğundan ay veya herhangi bir gök cismi üzerinde egemenlik ilan edilmesi mümkündü.) Destination Moon ve 50’lerde ardından gelecek İstila filmleriyle Soğuk Savaş döneminde, halk psikolojik olarak diri tutulmaya, ülkelerinin kaybetmeyeceğine olan inançları pekiştirilmek istenmiştir.

Öncü bir uzay macerası

Destination Moon’un öncülüğü büyük oranda bilimselliğinden kaynaklanıyor. Fritz Lang’ın 1929’da kotardığı sessiz bilimkurgu denemesi Ay’daki Kadın, bir roketle Ay’a seyahati konu alır. Ay’a varana kadar bilimden şaşmamaya özen gösterir. Ne var ki, Ay’a inişle birlikte raydan çıkar. Irving Pichel’in Destination Moon’u ise bilimsel bilimkurgu niteliğini son ana kadar korumayı başaran ilk uzay yolculuğu olduğu için öncü sıfatını hak ediyor. Pichel, filmin öncü olduğunu biliyor. Filmin ilk kısımlarında brifing verilen karakterler ve seyirci Ay’a seyahat konusunda donanımlı olmadığı için filmde bir animasyon kullanılarak pervanesi olmayan bir roketin nasıl havalanacağı sorusu, itme gücünün en basit şekilde anlatılmasıyla açıklığa kavuşturuluyor. Roketteki yer çekimsiz ortamı Ay’daki Kadın’da çok önceden görmüştük ama uçuşun karakterlerimiz üzerinde yarattığı fiziksel değişimleri, dünyamızın uzaydan görünüşünü, basınç ayarlamasını ve astronot elbisesini ilk kez Destination Moon’da görüyoruz. Filmin bilimselliğini astronotlarımızdan birinin oksijen tüpüyle uzay boşluğunda süzülmesi ve Ay’a indiklerinde oradaki ağırlıklarına uygun hareket etmeleri gibi başka detaylarda yine gün yüzüne çıkıyor.

O günkü koşulları ve örnek alınabilecek başka bir film olmadığını düşündüğümüzde Destination Moon’un oldukça cesur bir girişim olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Zira uzay yolculuğu filmi tanımlamasını, bilimkurgu sinemasının çehresini değiştiren 2001: A Space Odyssey’den önce Destination Moon için kullanabiliyoruz. Bunun yanında uzay boşluğunda salınan bir karakteri Kubrick’in filminden 18 yıl kadar önce görebiliyoruz. Evet, Destination Moon için öncü diyoruz ama alt türün öncü bir örneği olması onu ne kadar değerli kılıyor?  Bu sorunun cevabı kurgudaki başarının\başarısızlığın yanı sıra bilimselliğin gerçekçi bir biçimde kullanılıp kullanılmamasında yatıyor. Destination Moon’un 50’li yıllar bilimkurgu sineması içerisinde dahi ön plana çıkamamasının sebebi budur.

Bilimsel ama gerçekçi değil!

Astronotlarımız seyir halindeyken bir sorunla karşılaşıp uzay gemisinin dışına çıkmasıyla uzayı görme şansına erişiyoruz. Bu noktada film iddiasını kaybediyor. Çünkü kartondan ve derinliği olmayan bir uzayla karşılaşıyoruz. Bir uzay yolculuğu filminin başarısı gerçeğe yakın bir uzay yaratabilmesinde ve seyircisine uzay atmosferini yaşatabilmesinde gizlidir. Destination Moon’u bugün izlediğinizde kendinizi uzayda hissetmeniz ve karakterlerimizin uzayda karşılaştıkları problemlerde ve genel olarak uzay yolculuğu süresince heyecan duymanız pek mümkün olmuyor. Filmin gerçekçiliğiyle ilgili bir başka sorun da uzayda hareket halinde olunmasına rağmen uzay gemisinin sabit kalması. Bu sabitlik, o bahsettiğimiz bilimselliğe ciddi anlamda zarar veriyor. Ama elbette buna sebep olanın teknik imkânsızlıklar olduğunun farkındayız. Dolayısıyla da Destination Moon’un gerçeklik sorunu o günlerde sinema teknolojisinin ulaştığı nokta hesaba katılarak değerlendirilmeli. 

22 Ekim 2024

Bir Komedi Klasiği: Airplane


Sinefiller için komedinin alt türlerinden parodinin anlamı büyüktür. Diğer türlere ve filmlere yapılan göndermeler tanımlamakta zorlandığımız bir haz verir. 70’li yıllarda Woody Allen, Mel Brooks ve Monthy Python ekibinin çabalarıyla altın dönemine giren alt tür, 80’li yıllarla birlikte en önemli iki eserini verdi: Airplane ve Top Secret’ı… Jerry Zucker, Jim Abraham ve David Zucker’ın ele ele verip yazarlığını ve yönetmenliğini üstlendiği filmler çok geçmeden yeni bir ekol yarattı. Yönetmenlerin soyadlarının baş harflerinden oluşturulan ve ZAZ adı verilen bu ekolü başlatan efsane film Airplane’e bakacağız bu yazıda.

Ana karakterlerimiz Ted Striker ve Elaine’in ayrılıkları üzerine kurulan hikaye, hostes olan Elaine ve II. Dünya Savaşı’nda sebep olduğu travmatik bir kaza sonucunda uçaklardan uzak duran Ted’in aynı uçakta yolculuk ettikleri bir sefer sırasında, tüm pilotların balıktan zehirlenmesiyle felakete sürüklenen uçağı indirebilecek tek kişi konumuna düşmesinin anlatıldığı film, türünün en iyi örneği, gerçek bir hazine…

Airplane’de parodisi yapılan tür, felaket filmleri. Ancak, burada hangi türün parodisinin yapıldığından çok, nasıl bir anlayış ve tarzla yapıldığı önemli olan. ZAZ ekibinin parodiye getirdiği yenilik filmin her anını türlü absürtlük ve espriyle doldurup, seyirciyi bir an bile boş bırakmamak. Öyle ki, esprilerin birine gülerken ikincisi patlıyor ve bu böyle devam ediyor. Bazen Ted bazen de Elaine’in ortak anılarıyla devreye sokulan flasback sahneleri, uçakta sıkışıp kalan hikayeyi farklı alanlara açıyor. Bu vesileyle de müzikalden savaş filmlerine kadar farklı türler de parodi malzemesi yapılabiliyor. Airplane, temelde parodi olarak adlandırdığımız türü absürd mizah, tuvalet mizahı, seksüel espriler, slapstick komedi gibi farklı kollardan beslenen alt türleri tek bir amaca hizmet eder şekilde karma bir komedi biçiminde harmanlıyor. Elbette parodi olduğunu bir an bile unutmadan yapıyor bunu.

Açılışta bulutlar arasında uçağın bir görünüp bir kaybolan kuyruğu, gerilim müziği eşliğinde Jaws’a yapılan harika bir göndermeye dönüşüyor. Ve ilk dakikadan rengini belli ediyor Airplane. Airport gibi klasik felaket filmlerini ti’ye alma düşüncesinde saplanıp kalınmaması da her anı doyumsuz bir komedi çıkmasını sağlamış. Felaket filmlerinin, felaketin farklı coğrafyalarda nasıl yankı bulduğunu gösterme eğilimi burada dört dörtlük bir uygulama alanı buluyor mesela. Şişme otomatik pilot ise belki de filmin en zekice düşünülmüş esprilerinden biri. Özellikle belaltı espriler unutulacak gibi değil. Yönetmenlerimiz Abrahams ve Zucker kardeşler, deyim yerindeyse filme espri boca etmişler. Ve komedide yinelenen sahnelerin önemini çok iyi biliyorlar. Aksi halde bir klasik yaratamazlardı. Filmin yakaladığı büyük başarı sonrasında bir devam filminin de çekildiğini ama ilkinin taklidi olmaktan öteye geçemediğini not düşelim.

15 Ekim 2024

En İyi 5 Açılış Sekansı


Filmlerin sonu ne kadar önemliyse açılışları da o denli önemlidir. Özellikle filmleri de hızlı tükettiğimiz bir dönemden geçerken. Sinema seyircisi artık daha tahammülsüz. Eğer sıkılırsa, emeğe saygı göstereyim gibi bir düşüncede saplanıp kalmadan sinema salonunu terk edebiliyor. Ya da ev sinemasında ileri sararak izleyebiliyor filmini. Durumun farkında olan yapımcı, senarist ve yönetmenler de seyirciyi filme bağlamak için açılışta türlü numaralar deniyor. Filmin son sahnesinin baştan vermek, açılışta filmin genel izleğinden farklı bir görsel yapı kurmak, farklı bir anlatım biçimi denemek ya da direkt şok etmek. Hal böyle olunca da bazen birbirinin tekrarı açılışlar izleyip filmden soğuyor, bazen de daha ilk karesiyle havaya girip sıkıca bağlanabiliyoruz filmlere.

Seçimlerime gelecek olursak, beni en çok etkilemeyi başarmış açılışlar üzerinde durduğumu belirtmek isterim. Açılış sekanslarını filmin bütününden soyutlayıp değerlendirmeye çalıştım. Ancak filme yaptığı katkıyı da göz ardı etmedim. Listeyi 5 filmle sınırlamış olsam da Raging Bull’dan Scream’e, Vertigo’dan Antichrist’e, Memento’ya, Kill Bill Vol 1’e, The Fall’a ve A Clockwork Orange’a kadar pek çok efsanevi açılış sekansının da adını anmak istiyorum. İşte bana göre sinema tarihinin en çarpıcı 5 açılış sekansı:

5- Hiroshima mon amour

Birbirine sarılmış, üzerleri kumla kaplı iki çıplak bedenin yakın plan çekimiyle açılır filmimiz. Hayır hayır kum değil bu, kül... Hiroshima’nın külü... Birlikte olan iki insanın üzerine kül yağdıran Alan Resnais, izi asla silinmeyecek bir yaranın üzerinde filizlenen aşkı görselleştirmenin yolunu bulmuş. Ve karakterlerimiz konuşmaya başladığında ikinci tokadı yiyoruz. “Sen Hiroshima’da hiçbir şey görmedin” diyor Lui. Elle ise her şeyi gördüğünü söyleyip, anlatmaya başlıyor. Ancak Lui, Elle’nin hiçbir şey görmediğini ısrarla tekrarlıyor. Belgeselci bir üslupla çekilmiş Hiroşhima görüntülerinin akmasıyla sahne devam eder. Hiroshima Mon Amour’un açılış sekansını kelimelere dökmek neredeyse imkansız. Görmek, yaşamak ve hissetmek şart.

4- Persona

Bir projektörün görüntüsü, ışık ve belli belirsiz çıkan rakamlar.. Makaranın sesi eşliğinde önce bir çizgi filmden kareler, ardından da sessiz bir filmden… Bir Tarantula, kurban edilen bir koyunun boynundan boşalan kanlar ve bir ele çakılan ve her vuruşta biraz daha saplanan bir çivi... Bergman hızlı bir kurguyla rahatsız edici görselleri art arda sıralayıp, bir çocuk ve uyuyan yaşlı insanları huşu içinde betimleyerek sürdürdüğü açılış sekansını, çocuğun kameraya bakması ve perdede beliren yüze dokunmasıyla sonlandırıyor. Bergman, birbiriyle alakasız ve rastgele yerleştirilmiş hissi uyandıran görüntü parçalarıyla tedirginlik ve huzur gibi birbirine zıt duyuları, seyircisinin ana hikayeye girmeden önce yaşamasını ve bu karmaşık duyularla daha büyük bir etki yakalayabileceğini düşünmüş sanki. Sonuç olarak bu açılış sekansı, filmden bağımsız olarak da düşünebildiğimiz bir kısa film başyapıtı, bir şaheser..

3- Melancholia

İlk karede Justine’in dumura uğratan o bakışları, beni benden alır. Sahi ne gizlidir o bakışlarda? Her şeyi bilen ve mutlak sonu kabullenmiş bir ruhun yansımasıdır adeta o bakışlar. Wagner’in Tristan ve Isoldesi, Melancholia’da dünyanın yitip gidişine yakılan bir ağıta dönüşür. Büyük plan işlemeye başladığında, doğa çok geçmeden kendini teslim etmeye başlar. Kuşların kendilerini boşluğa bırakışını, Claire’in çırpınışlarını, Justine’in ise dimdik duruşunu izleriz. Trier, açılış sekansına ‘Prolog’ yani önsöz adını vererek, önsöz mantığını sinemaya uyguluyor. Tüm filmde olup bitecekleri yaklaşık 8 dakika sürecek gerçeküstü ve filmde tekrar kullanmayacağı sahnelerle anlatıyor. Açılışı slow motion çeken Trier, hedeflediği etkiyi kısa yoldan elde ediyor. Bu açılış sekansı, insanın estetik duyusuna seslenmekle kalmayıp, insanoğlunun güzele ulaşma gayesini, her şey son bulurken de canlı tuttuğunun altını çiziyor. Trier, kıyameti olabilecek en estetik biçimde koparırken, sinema başta olmak üzere sanatı yüceltiyor.

2- 2001: A Space Odyssey

Stanley Kubrick’in insanın doğuşunu evrim teorisini arkasına alarak görselleştirdiği destanı 2001: A Space Odyssey'e bu teorinin tezatı yaratılıştan aldığı referansla başlaması farklı okumaları da beraberinde getiriyor. Filmin yaklaşık üç dakika süren diliminde zifiri bir karanlığa eşlik eden belli belirsiz bir müzik kulağımıza çalınır. Biliriz ki, tüm kutsal metinlerde “başlangıçta yeri ve göğü engin karanlıklar örtüyordu” yazar. Neye inanırsa inansın Kubrick’in destanına o derin karanlıklardan başlayıp, bir gezegenin ardında yükselen güneşi, Richard Straus’un Zarathustra’sı eşliğinde vererek devam etmesi ve filmin ilk bölümü olan İnsanın Doğuşuna geçmesi, sonsuzluğa uzanmadan evvel her adımı sırasıyla atmak istemesinin ve ne yapmak istediğinin açık bir göstergesi. Karanlıklardan ve güneşin yükselişinin ardından, Dünya’daki o ilk gün doğumunun en yalın halinin ve sessizliğinin görsel ve işitsel karşılığını bulan Kubrick, filmin üç parçalı anlatısını bir anlamda açılış için de uyguluyor. Kısaca şöyle diyebiliriz: Belki de bir çoğunuza sıradan gelebilecek bu açılış sekansı, söz konusu Stanley Kubrick ve en derin filmi olduğunda büyük bir anlam ifade ediyor. İfade ettikleri bir yana, her seyredişte gözünüzde büyüyen bir açılış bu.

1- Apocalypse Now

Ham hali 5 saat süren Apocalypse Now’ın çöpten çıkarılan sahnelerinden kurgulanarak meydana getirilen açılış sekansı, bu antimilitarist ve destansı savaş filmi için olabilecek en mükemmel açılış anlamına geliyor. Bir helikopter sesi, bir orman görüntüsü, Jim Morrison’ın The End parçası ve bom! Büyük bir alev topuna dönüşen ormana hayretle bakarken, bir anda bu görüntüler üzerine bindirilen yüzbaşı Willard’ın baş aşağı çevrilmiş görüntüleri, tarif etmesi zor bir etki yaratıyor. Karanlık çöker, ancak alevler geceyi aydınlatır. Sabah, savaş denen cehennem kaldığı yerden devam eder. Vietnam’dan Willard’ın kaldığı otel odasına geçeriz. Ana karakterinin ruh halini bir çırpıda özetlemeyi başaran Coppola, helikopterin pervanesinden çıkan sesi, tavanda dönüp duran pervaneyle eşleştirerek de sanatını konuşturur. Tüm sekans boyunca çalan The End, savaşı ve yaşattıklarını daha canlı ve daha estetik bir havaya sokar. 70’li yılların babası Francis Ford Coppola’dan sinema tarihine atılmış bir Napalm bombası Apocalypse Now, açılış sekansı ise tüm açılışların efendisi, hep de öyle kalacak!

8 Ekim 2024

Neden Underrated?: Watchmen


Çizgi roman dünyasının başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Watchmen, film hakları 1986’da alınmasına rağmen bir türlü hayata geçirilememiş bir rüya projeydi. Birçok kez yönetmen değiştiren ve sancılı bir prodüksiyon aşaması geçiren film, sonunda 300 ile parlayan Zack Snyder’e emanet edilmişti. Alan Moore’un 80’ler Amerika’sının alternatif bir gerçekliğini sunduğu eseri, klasikleşmiş süper kahraman algısını ve dünyasını yıkıyor ve oldukça kasvetli atmosferiyle de kendine has olabilmeyi başarıyordu.

Süper kahraman filmleri 2000’li yıllarda patladı, fantastik sinemayı besleyen ana damar haline geldi. Belli formüllerin dışına çıkmayan, çabuk tüketime uygun bir biçimde -küçümseme amaçlı söylemiyorum- üretilen bu filmler, Hollywood’un risk almak istemediği yapımlar olarak biliniyor. Temelde gişeye oynayan süper kahraman filmlerinin de zaman zaman cesur örnekleriyle karşılaşıyoruz. Watchmen bunların başında geliyor. Soğuk Savaşı’ın dolayısıyla da nükleer savaş paranoyasının sürdüğü ve Nixon’ın hala başkan olduğu bir 80’ler portresi çizen Watchmen, emekliye ayrılmış bir süper kahramanın ölümüyle açılarak zaten ne kadar farklı bir noktada durduğunu belli ediyor. İşte Watchmen’ın önemsenmemesinin ana sebebi tam da bu: farklı olmak…  

Watchmen, pek çok açıdan türün diğer örneklerinden ayrılıyor. Alternatif gerçeklik yaratmasından, kurgusuna, süper kahramanlarımızın toplumdaki konumuna ve hatta içinde uzun bir seks sahnesi olmasına kadar sayabileceğimiz kendine has birçok özelliği var. Özellikle de tercih edilen flasbackli kurgu anlayışı ve filmin bir süper kahraman filmi değilmişçesine bir anlatı tutturularak çekilmesi klasik bir Hollywood blocbusterı bekleyen seyirciyi ters köşeye yatırdı. Avengers’taki gibi esprilerin havada uçuştuğu, aksiyonun hız kesmediği, dolayısıyla da genel kitle için ‘eğlencesiz’ bir dünya sunduğu için sevilmedi Watchmen.

Çizgi romanın karmaşık yapısı sebebiyle uyarlamasının bir hayli zor olduğunu hesaba katarsak Snyder’ın hafife alınmaması gereken bir iş başardığını söyleyebiliriz. Watchmen’i baş tacı eden küçük bir kitlenin dışında, filmin genel olarak önemsenmemesini şöyle yorumlayabiliriz:  süper kahraman filmleri yediden yetmişe her yaş grubuna hitap etme düşüncesiyle çekilirler ve yaş sınırlamasına takılmamak için özen gösterirler. Watchmen ise sadece yetişkinler için çekilmiştir. Kafamızdaki süper kahraman imajını yerle bir eden film; oldukça sağlam dramatik yapısı, ‘yaşayan’ karakterleri, nefis görselliği ve estetiğiyle bir çizgi roman uyarlamasından çok daha fazlasını sunan bir başyapıttır.

5 Ekim 2024

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #72 Haute Tension


Korku sineması adına, son 10 yılın en sansasyonel filmi olan Haute Tension (Yüksek Tansiyon), Alexandre Aja’nın ilk korku denemesi olmakla birlikte Fransız korku sinemasının yükselişinde lokomotif görevini de üstlenmekte. Alex ve Marie’nin sınavlarına çalışmak için Alex’in ailesinin de yaşadığı kırsaldaki evine gitmeleri, gece geç saatlerde iri kıyım bir psikopatın kapıyı çalıp, evdekileri vahşice öldürmeye başlamasıyla açılan hikaye temelde oldukça basit ve klişe görünüyor. Ancak Aja, görünürdeki basitliği iki şekilde (biçim ve saklı içerik) kırıyor, ikisinin de ucunu akılalmaz bir sürpriz finalle bağlayarak… Bu öyle bir final ki, derin psikolojik tahlilleri elzem bir hale getiriyor ve hikaye akışının da önemini kaybetmesine neden oluyor. Hikaye akışının önemini kaybetmesinin Hollywood anlatısına alışmış seyircide ters tepki yaratmasını, filmin mantıksız ve saçma gibi yakıştırmalara da maruz kalmasını doğal karşılamak gerekiyor.

70’li yıllar korku filmlerinin izini süren, özellikle de The Texas Chainsaw Massacre’dan aldığı referanslarla yola çıkan Haute Tension, yarattığı psikopat katil tiplemesiyle Slasher alt türü içinde yapı-bozucu kimliğiyle yükseliyor. Sessiz ve derinden kendi hayran kitlesini bulan filmde; Alexandre Aja, göstermekten çekinmediği ‘Gore’ sahneleriyle olabildiğince sert ve tavizsiz, ani korkutma hilelerine hiç bulaşmayıp hakiki bir gerilimle seyirciyi sarabilmesi ve şok etme düşüncesini gerçek anlamda başarabilmesiyle de takdiri hak ediyor. Haute Tension’la Fransız korku sinemasının Hollywood’a kafa tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nefes kesici ve Fransız korku sineması adına aşılması zor bir eşik bana kalırsa. Zamanla kült statüsüne erişeceğini de düşünüyorum.