28 Kasım 2024

Hayatı Tersten Yaşamak: The Curious Case of Benjamin Button

90’lı yıllarda Quentin Tarantino’yla birlikte sinema dünyasına bomba gibi düşen David Fincher; Se7en, The Game ve Fight Club filmleriyle yeni jenerasyonun aklını almasını bilmişti. 2000’li yıllarda Zodiac ve Gone Girl dışında üstün bir eser üretemeyen, ancak Panic Room ve bu yazıda üzerinde duracağımız The Curious Case of Benjamin Button gibi iyi filmlerle yoluna devam etse de son yıllarda Netflix ile girdiği işbirliğinin kariyerine zarar verdiğini düşünüyorum.

En İyi Film dahil 13 dalda Oscar adaylığına rağmen teknik dallarda aldığı 3 ödülle yetinen Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi, F. Scott Fitzgerald’ın 1922’de yazdığı kısa öyküden yola çıkılarak peliküle aktarıldı. Kısaca hayatı tersten yaşayan bir adamın hikayesi olarak özetleyebileceğimiz 2008 tarihli filme, ortalık durulduktan sonra sakin bir kafayla bakmanın zamanı geldiğini düşündüm.

‘Sahte’ biyografi

Fincher, 80 yaşında doğup gittikçe gençleşen Benjamin Button’ın uzun ve alabildiğine garip hayatının tüm safhalarını anlatma düşüncesiyle, flashback sahneleriyle ilerleyen biyografik film modelini kullanmayı tercih ediyor. Biyografik filmlerin altın kuralı yaşamış, hayattan bir figür yerini gerçeküstü ve kurgusal bir karaktere bırakıyor. Bu da Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’ne sahte biyografik bir kimlik kazandırıyor. Bu yapıyı mevcut hikayenin zorunlu kıldığını da unutmamak lazım. Günümüzde, Button’ın ölüm döşeğindeki aşkı Daisy ve başucundaki kızları Caroline’le bir hastane odasında açılan film, Button’ın bıraktığı günlükle geçmişe gidiyor. Button’ın doğum günü de olan 1. Dünya Savaşı’nın son günlerinden 80’li yıllara kadar sıçramalarla ilerliyor. Button’ın hikayesi, dönem filmi tadında belli ölçüde seyircinin ilgisini ayakta tutacak biçimde devam ediyor. Sık sık ölüm döşeğindeki Daisy’ye dönülmesi ise zaten ağır ilerleyen filmi yaralıyor.

Zaman mefhumu masaya yatırılıyor

Savaşta oğlunu kaybeden kör bir saat ustasının geriye doğru işleyen bir saat yapması ve onun “belki bu sayede savaşta kaybettiğimiz çocuklar eve dönebilirler, belki benim oğlum da dönebilir” dediği sahnede zamanı geri saran Fincher, Button’ın hikayesine girmeden zaman kavramına dikkat çekiyor. Button’ın durumu malum ama onun da bu kısır döngüden kurtuluşu yok. Fincher,  hayatı tersten yaşasanız da temelde değişen bir şey yok demeye getiriyor. Filmde pek çok ölüme şahit oluyoruz. Button, uzun hayatı boyunca yakınlarını kaybediyor ve kendini mutlak sona hazırlıyor. Zaman mefhumunu kaderle de ilişkilendiren (Daisy’nin kaza sahnesi) Fincher, bu durumu masaya yatırıyor ancak masaya yumruğunu vurduğunu söyleyemeyiz.

Varoluş meselesine girilmiyor

Öyle bir hikaye düşünün ki, hayatının başında ve sonunda olmak üzere fiziksel anlamda iki bebeklik dönemi geçiren, hayatı tersten yaşayan bir karakteriniz olsun. Bu karakter özel durumunun da farkında olsun. Ve siz, bu karakter üzerinden hayatın anlamı, insanın varoluşunu anlamlandırma çabasını, karakterle birlikte bizim de kafamızı karıştırabilecek materyalleri (en azından alt metin olarak) filme yedirmeyin. Olabilir mi? Evet, Fincher’ın yaptığı tam olarak bu. Usta senarist Eric Roth’u da dahil edersek, ikisinin de kolay, anlaşılabilir ve popüler olanı tercih ettiklerini söyleyebiliriz. Roth, ana karakteri daha hayatta daha aktif bir karakter yapmayı seçebilirdi. Zaten kitaba tamamen bağlı kaldıklarını söyleyemeyiz. Button, toplumun ileri gelen bir figürü olabilir, bu sıradışı durumunun farkındalığı daha yüksek, sorgulayan, araştıran bir karaktere dönüştürülebilirdi. Fincher, Button’ın varoluşunu sorgulamaktan ziyade Daisy’le olan aşkını ön plana çıkartıp, bu aşkın gidişatından doğan kimi çelişkilerine bakmakla yetiniyor. Elbette filmin romantizme uzandığı anlar da ilgiye değer. Benjamin ile Daisy'nin aşklarını yaşayabilmeleri için doğru zamanda bir araya gelmeleri gerekiyor. Bu durum da şüphesiz, benzersizliğiyle seyircinin bu hikayeden beklediklerinin en azından bir kısmını alabilmesini sağlıyor.

Artıları ve eksileriyle…

Çoğunlukla olumsuz özellikleri üzerinde durmuş olsam da Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi; gençlik, yaşlılık, aşk, ölüm ve hayatın geçiciliği gibi temaları üzerine düşündürebilmesiyle kıymetli bir film. Fincher’ın temiz anlatımı, dönem atmosferini başarılı sanat ve görüntü yönetimiyle kusursuzca kurabilmesi ve en önemlisi Button’ın gençleşme aşamalarının görsel karşılığını bulabilmesiyle sınıfı geçiyor. Bu hayat hikayesinin nasıl sonuçlanacağını son ana dek süren bir merak duygusuyla izletiyor Fincher. Ancak başladığı tonda biten, 166 dakika boyunca seyirciyi heyecana gark edemeyen ve sinema büyüsünü hissettiremeyen bir film Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi. 

24 Kasım 2024

En İyi 10 Sidney Lumet Filmi

Kendi kuşağının en üretken ve en yetenkli Amerikalı film yönetmenlerinden Sidney Lumet, 1957'de 12 Angry Men ile başladığı sinema kariyerini 2007'de Before the Devil Knows You're Dead ile görkemli bir biçimde noktaladı. 2011'de aramızdan ayrılan üstat, elli yıllık sinema kariyerine başyapıtlar ve sayısız önemli film sığdırdı. Lumet, çağının insanı hakkında söyleyecek sözü olan filmler üretti. Çeşitli türler ve tarzlar aracılığıyla seyircilerine yeni vizyonlar sundu. 60'lı ve 70'li yılları, Amerikan sinemasının filmlerin niteliği açısından baktığımızda en parlak dönemi sayıyorsak bunda Lumet'in payı da büyüktür.

Kariyeri boyunca ticari filmler yapmamasına, modası geçmiş ya da ticari açıdan risk teşkil eden hikayelerden film çekmesine rağmen, ticari sürdürülebilirliğini sağlayabildi. Roman ve oyun uyarlamalarının filmografisinde önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Hatta en önemli filmleri uyarlamadır. 1957'de 12 Angry Men ile Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı, 1977'de Network ile Altın Küre'de en iyi yönetmen başta olmak üzere birçok ödül kazanmasına karşın, Akademi ödüllerinden eli hep boş döndü. Son olarak en iyi 10 film listeme alamasam da çok değerli bulduğum Murder on the Orient Express, Prince of the City, The Verdict ve Night Falls on Manhattan gibi filmlerinin adını anmak istedim.

1- Fail Safe (1964)

Fail Safe’de mekanik bir hata sonucu nükleer bomba yüklü bir Amerikan filosunun Moskova’yı bombalama emriyle harekete geçmesi ve hedefine kitlenen filoyu geri çevirme çabaları işleniyor. Soğuk Savaş paranoyasının zirve yaptığı yıllarda bilhassa Amerikan halkının korkularını körükleyen Fail Safe, hikayesiyle size ne kadar çılgınca gelirse gelsin, meselesini ciddiyetle ele alışıyla iç acıtıcı bir gerçekliğe sahip. Lumet, hikayesini tüm çıplaklığıyla anlatmayı tercih ediyor ve gerilimi iliklerinize kadar hissetmenizi sağlıyor. İnsan faktörünü devre dışı bırakıp, tüm sorumluluğu makineler üzerine atabilir miyiz sorusunu dile getiren Fail Safe, bunun mümkün olamayacağının altını çiziyor. Unutulmaz finaliyle hatırlanan film, Lumet'in en iyi çalışması.

2- Equus (1977)

On yedi yaşında bir gencin altı atı kör etmesi üzerine, psikiyatr Martin Dysart’ın bu enteresan olayı araştırması ve aydınlatma çabasına odaklanan film, son bölüme kadar gizemini korumayı başarıyor ve ilginç bir noktaya ulaşıyor. Doktor ve hasta ilişkisini iki taraflı ele alan, hatta hastadan çok doktorun dönüşümüne odaklanmasıyla önemi artan bir film bu. Dini göndermeleriyle, benzersiz ve özel hikayesiyle, müthiş performanslarıyla akılda kalan Equus; insanoğlunun en karanlık köşelerine bakış atıyor, insanın anlaşılmaz doğasını tutkuları aracılığıyla irdelemeyi deniyor. Lumet’in tam bir hakimiyetle kotardığı film saklı başyapıtlardan…

3- 12 Angry Men (1957)

Bir jüri odasında on iki jüri üyesi, babasını öldürmekle suçlanan bir gencin suçluluğunu ya da masumiyetini tartışmak zorundadır. Çocuk aleyhindeki kanıtlar çok güçlü görünmektedir, ancak bir jüri üyesi ikna olmamıştır. Tam bir tek mekan filmi olan 12 Angry Men'in klasikleşmesinde, hikayenin seyirci dostu tutumunun yani insanoğlunun adalet arayışında katarsis sağlamasının önemli bir rol oynadığını  düşünüyorum. Jüri üyelerinin birer birer kendi önyargılarıyla yüzleşmesi, yaşanan hararetli tartışmalar filmi dramatik açıdan oldukça iyi bir noktaya taşıyor. Lumet, ilk uzun metraj denemesiyle parlak bir kariyer başlangıcı yapmıştı.

4- Network (1976)

İşten çıkarıldığını öğrenen bir haber sunucusu, canlı yayında kendini öldüreceğini söylemesiyle popülerlik kazanır. Kanalın onu tekrar işe alması sonrasında şöhreti onu bir modern zaman peygamberine dönüştürür. Matematiği çok iyi kurulmuş bir film Network. Lumet, keskin bir medya ve toplum eleştirisine soyunurken, Peter Finch devleşen oyunuyla -kendisi göremese de- bir Oscar kazanmıştı. 

5- Dog Day Afternoon (1975)

Eşcinsel arkadaşının ameliyatı için para bulması gereken Sonny, yanına iki arkadaşını da alarak banka soygununa girişir. Tahmin edileceği üzere çok geçmeden işler sarpa sarar. Karakterlerini derinleştirmesi, gerçekçi yaklaşımı gibi özellikleriyle soygun filmleri içinde özel bir yeri olan Dog Day Afternoon, 70'li yılların başında yaşanan gerçek bir soygundan sinemaya uyarlandı. Ana karakterinin bir Hollywood filminde yer alan ilk eşcinsel olması, Lumet'in bir banka soygunu filminden daha fazlasını yapma isteğinin sonucudur diyebiliriz. Eşcinsel karakateri ötekileştirmek şöyle dursun, seyircinin empati kurabileceği bir karakter olarak çizmesi ana akım Amerikan sineması için önemli bir adımdı. 

6- The Hill (1965)

İkinci Dünya Savaşı sırasında çeşitli suçlardan yakalanıp Kuzey Afrika'daki bir esir kampına gönderilen İngiliz ordusu askerlerini, bir nevi terbiye etmek amacıyla hazırlanan bir kum tepesinde fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kalmalarının hikayesi Lumet'in ellerinde akılda kalıcı bir dramaya dönüşüyor. Yönetmenin az bilinmesine karşın en klas işlerinden biri The Hill. Askeri hiyerarşi, kurallar ve insan psikolojisi üzerine düşündüren bir klasik...

7- Deathtrap (1982)

Lumet'in Ira Levin'in aynı adlı oyunundan sinemaya uyarladığı Deathtrap, çaptan düşmüş başarılı bir oyun yazarının, öğrencisinin bir hayli başarılı bulduğu oyununu cinayet işleme pahasına çalma planı ekseninde ilerleyen bir hikayeye sahip. Teatral bir tek mekan filmi olan Deathtrap, gerilimle komedi arasına gidip gelen oldukça eğlenceli bir iş. Finaldeki sürpriziyle seyircisini gafil avlamasıyla da Lumet filmografisinde ayrıksı bir noktada duruyor.

8- Before The Devil Knows You're Dead (2007)

Maddi sıkıntılar yaşayan iki kardeşin, anne-babalarına ait mücevher mağazasını soymaya karar vermeleri, basit gibi görünen soygunun başarısızlığın da örtesinde bir felakete dönüşmesinin ve kardeşlerin bu kabusla yüzleşmelerinin hikayesi... Sidney Lumet'in sinemaya veda filmi olan Before The Devil Knows You're Dead, soygun filminden aile içi hesaplaşmaya evrilen, dramatik yapısı oldukça iyi kurulmuş ve ilginç kurgu anlayışıyla dikkat çeken bir film.

9- The Pawnbroker (1964)

Edward Lewis Wallant'ın romanından uyarlanan The Pawnbroker, Nazi zulmünün kurbanı olan Sol Nazerman adlı bir Yahudinin, bir rehinci dükkânı işletirken daha fazla önyargıyla karşılaşmasını anlatıyor. 1960'ların Amerikan sinemasının şekillenmesinde önemli bir rol oynayan film, gösterim öncesinde bazı sahnelerinin sakıncalı bulunarak çıkarılması çeşitli tartışmalara sebep olmuştu. The Pawnbroker Hollywood'un Nazi soykırımına yaklaşımını ve ele alış biçimini değiştirmiş kıymetli bir drama.

10- Serpico (1973)

Devriye polisi Serpico, meslektaşları gibi rüşvet almak istemez ve olayın üstüne gider. Bu duruş dışlanmasına hatta hayatını tehlikeye atmasına sebep olacaktır. Polisiye türünün içe dönerek, eleştirel bir tavır sergilediği filmlerin öncüsü olduğunu söyleyebileceğimiz Serpico, ‘Polis teşkilatını sarmalayan yozlaşma’ hikayesiyle 70’li yıllar Amerika’sının güvensiz ortamına ışık tutuyor. Gerçekçi polis portresini yine benzer bir atmosferde inceleyen film, türün klasiklerinden... Frank Serpico’nun dürüstlük mücadelesi; önce bir biyografik kitaba, ardından da Al Pacino’nun başrolünü üstlendiği bu filme kaynaklık etti.


18 Kasım 2024

Edebiyattan Sinemaya: #2 Bir Uyarlama Olarak Atonement


Ian McEwan'ın, The Guardian, New York Times gibi saygın yayın organlarının 21. yüzyılın en iyi 100 kitabı seçkilerinde kendisine üst sıralarda yer bulan romanı Atonement (Kefaret), 2007'de İngiliz sinemacı Joe Wright tarafından sinemaya uyarlandı. Vizyona girdiği yılın ses getiren yapımlarından biri olan filmi, kaynak metinle birlikte değerlendireceğim.

Hikayemiz, Briony adlı henüz on üçünde bir geç kızın, ablası Cecilia ile hizmetçilerinin oğlu Robert'ın bir anda alevlenen ilişkilerine tanık olup, tamamen yanlış yorumlaması sonrasında Robert'ın hayatını mahvetmesi ve kendini affettirme çabası üzerine diyebiliriz. 

Romana sadık bir uyarlama

Joe Wright'ı, Gurur ve Önyargı ve Anna Karenina gibi klasik eserlerin başarılı uyarlamalarıyla biliyoruz. Atonement ise modern bir roman. Yine de bir dönem hikayesi olmasıyla, diğer uyarlamalarından çok da ayrı tutamayız. Wright'ın Atonement'ı sinemaya adapte ederken verdiği en önemli karar, esere tamamen sadık kalan bir uyarlamaya imza atmak istemesi. Wright, yazar McEwan'ın hikaye kurgusunu birebir takip ediyor. Eser Briony'nin kefaretini anlatırken, ikincil olarak da onun yazarlığı üzerine bir hikayedir. McEwan yazarlıkla ilgili bir roman yazmış, hatta hikayenin sonlarına doğru bunun bir üstkurmaca olduğunu anlıyoruz. Okuduklarımız Briony'nin otobiyografik kitabıdır. Uyarlamalarda yönetmenler bu yapıyı genelde bozar. Wright'ın sadakati ilginç bir şekilde kısmen de olsa bu üstkurmaca anlatısını da kapsıyor. Diğer bir husus ise senarist Christopher Hampton'un McEwan'ın kalemine güvenerek, bazı diyalogları kelimesi kelimesine senaryoda kullanması. Bunu da uyarlamanın artılarından biri olarak sayabiliriz.

Uyarlamanın zorlukları

Roman üç kısımdan oluşuyor. Hikayenin en can alıcı noktaları, kitabın yarısına tekabül eden birinci kısımda vuku buluyor. McEwan, birinci kısımda hikayeyi oldukça ağır anlatmayı tercih ediyor. Ana karakterleri tanıdığımız, aralarındaki ilişkiye tanık olduğumuz bu bölüm, karakterlerimizin iç monologları üzerinden ilerliyor ve ivme kazanıyor. Filmde bu birinci kısmı izlediğimiz elli dakikalık dilimde, her şeyin şaşırtıcı bir hızda gerçekleştiğini görüyoruz. Öyle ki, neredeyse birinci kısmın özetini izlediğimiz hissine kapılıyoruz. Uyarlamalarda romandaki detaylar kaybolur. Bu kaçınılmazdır. Atonement uyarlamasında, Wright'ın esere sadakatine rağmen mühim kayıplar söz konusu. Mesela ana karakterimiz Briony'nin, Robert ile Cecilia arasında yaşananları gördüğünde, neden öyle yorumladığını anlatmada film yetersiz kalıyor. Çünkü filmde Briony'nin yetişkinlerin dünyası hakkındaki düşüncelerini duyamıyor ve onun dünyayı nasıl algıladığını bilemiyoruz. Roman, ikinci ve üçüncü kısımda daha hızlı akıyor. Bir dengesizlik söz konusu. Adaptasyonu zorlaştıracak hususlardan bir diğeri de bu aslında. Ne var ki, filmsel anlatı gereği her şey zaten hızlı aktığı için filmde bu dengesizliği göremiyoruz.

Joe Wright faktörü

Wright, Briony'nin Robert ile Cecilia'yı görüp yanlış yorumladığı iki sahneyi, öncelikle Briony'nin bakış açısından izletiyor. Sonra Robert ile Cecilia'nın o noktaya nasıl geldiklerini ve olay anını gerçekte olduğu gibi görüyoruz. Romanı okumayanlar için bu anlatım tekniği bence bir artıya dönüşüyor. Anlatımı zenginleştiriyor. Romanın kendine has bir duygusu var. Adaptasyondaki kayıplar bu duygunun kaybolmasına sebep olsa da, Wright'ın yönetmenlik becerisiyle filmin kendi duygusunu bulabildiğini düşünüyorum. Romanın en başarılı bölümü uzun, o ağır anlatımlı birinci kısım. İkinci ve üçüncü kısımda Robert'ın II. Dünya Savaşı'nda yaşadıkları, Cecilia ve Briony'nin ise hemşirelik günleri anlatılıyor daha çok. Hikaye gücünü, bu üç karakterin ilişkileri ve yaşadıklarından alıyor. Savaş esnasında yaşadıklarının uzun uzadıya anlatılması, romanın en büyük zafiyeti bana göre. Wright bunun önüne geçebilmiş. Dolayısıyla romanın zafiyeti filmin zafiyetine dönüşmemiş. Wright'ın bir başka başarısı da dönemin ruhunu yakalayabilmesi. Cast başarısı, mekanların aslına uygunluğu, sanat yönetimi ve genel olarak yapımdaki özen filmin her anında hissediliyor. Altın Küre ve Bafta başta olmak üzere filmin kazandığı ödüller, seyirci ve eleştirmenlerin beğenisi, Atonement'in uyarlama olarak iyi, romandan bağımsız baktığımızda daha da iyi bir film olduğu sonucunu çıkarıyor.

12 Kasım 2024

Vahşetle Hayat Dersi Vermenin İncelikleri: Saw Filmleri

Sinemada seri katil hikâyelerini temel olarak ikiye ayırabiliriz. Birincisi ve en çok karşımıza çıkan örneği seri katilin, bir dedektif veya dedektifler tarafından yakalanmaya çalışıldığı polisiye adı altında etiketlediğimiz filmlerdir. İkincisi ise polisin kurguya dâhil edilmediği, katil ile kurbanları arasında geçen, katilin kimi zaman doğaüstü güçlerinin olabildiği, korku kodlarıyla yazılan slasher, teen-slasher gibi alt türleri de içine alabilen korku filmleridir diyebiliriz. Son dönemin en çok konuşulan korku filmi serisi Saw’ı ise iki kategoriye de dâhil edebiliyoruz. Bu özelliği de tür kapsamında kıymetini arttırıyor. Serinin her filminin, birer istismar sineması örneği olması ise başarısının sorgulanmasına neden oluyor. Kuşkusuz ki bu durumun, korku sineması özelinde, 70’li yılların korku eğilimlerine dönüşün bir işareti olduğu da unutulmamalı.

Özellikle 70’li yılların sonu ve 80’li yıllar, seri katil tiplemeleriyle efsaneleşen korku filmlerinin dönemiydi: Freddy Krueger (A Nightmare on a Elm Street), Michael Myers (Halloween), Jason Voorhees (Friday the 13th) öldürülemeyen, bir şekilde geri dönebilen ve birer korku ikonuna dönüşen bu karakterler uzun serilerle günümüze kadar sirayet etti. Bu başarının bir benzerini de 2000’li yıllarda gördük. Yönetmen James Wan’ın senarist Leigh Whannell’le birlikte yarattıkları Saw, çok geçmeden uzun bir seriye dönüştü. 80’lerde ve 90’larda Freddy Krueger, Michael Myers ve Jason Voorhees ne ifade ediyorsa, Saw’ın seri katili Jigsaw da bunun 2000’li yıllardaki karşılığı oldu. Bir anlamda James Wan’ın 80’li ve 90’lı yılların slasher mirasını devraldığını görüyoruz. 

Kurbanlarını yanlış yola sapan insanlar arasından seçen ve onları hayatlarının değerini anlamaları için ölümcül bir oyun oynamak zorunda bırakan Jigsaw, oyunu kuralına göre oynadıkları takdirde kurbanlarına yeni bir hayatın kapılarını da açan bir seri katil. Dolayısıyla Jigsaw’ın felsefesi, onu diğer seri katillerden ayırıyor. Esasında kendi halinde yaşayan John Kramer  -gerçek adı bu- kansere yakalanıyor ve bu hastalıkla mücadelesinde beklenen direnci gösteremiyor. İntihar girişiminde bulunup, başarısız olduğunda nihai amacını buluyor. John Kramer veya kurbanları üzerinden, öleceğimiz tarihi bilseydik göstereceğimiz reaksiyon ne olurdu, kalan hayatımızı nasıl yaşardık, hayata bakışımız değişir miydi? gibi soruları sorabiliriz. John Kramer, cevapları yaşayarak buluyor ve felsefesini de bu sorular etrafında şekillendiriyor. İnsanlar ölümün soğukluğuyla yüzleşmeli, hayatları için fedakârlıkta bulunmalı ve mücadele etmeliler. Kramer’in yaşadıklarını yaşamalı, onun gördüklerini görmeliler. Ancak böyle yaparlarsa hayatları anlam kazanabilir, yanlış yoldan dönebilirler. Bu doğrultuda Jigsaw’ın insanların hayatlarına müdahale ederek dünyayı daha iyi bir yere dönüştürmek istediğini düşünmemiz olası. Ancak düşüncesi ne olursa olsun, seçtiği yöntem ulvi amacını anlamsızlaştırıyor, onun acımasız bir katil olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Jigsaw’ın ben kimseyi öldürmüyorum, katil değilim minvalindeki açıklamaları, sadece kendisinin ve birkaç takipçisinin inandığı safsatadan öte gitmiyor. Jigsaw’ın yaptığı şey vahşet saçarak insanlara hayat dersi vermek. Kurbanlarına küçük de olsa kurtulma şansı vermesi ve kurtulduğunuz takdirde yepyeni bir insan olacağınızı müjdelemesi, incelikle hazırlanmış tuzakları ve yapacağınız fedakârlıkları düşününce çok da anlamlı gelmiyor. Zaten şiddet ve zulüm getiren hangi öğreti amacına ulaşmıştır ki?

Saw

İlk filmde ayaklarından zincirle bağlanmış olarak, köhne bir mekânda uyanan iki insanın hayatta kalma savaşına tanık olduk. Karakterlerimiz başlarına ne geldiğini anlamaya çalışırken, filmin bizleri yönlendirdiği bir hikâye kurgusu eşliğinde arkamıza yaslandık ve düğümü çözmeye çalıştık. Flashback sahneleriyle kapalı alan geriliminin dışına çıkabilen, zayıf da olsa polisiye örgüsü de bulunan bu ilk film, özellikle sürpriz finaliyle türü sevenler için unutulmaz bir korku deneyimine dönüşmekte pek zorlanmadı. Hikâyenin ana ekseninde iki kurbanımız var. Jigsaw’ın kurguladığı oyun gereği sadece biri hayatta kalabilecek. Ya da yanlarına bırakılan testerelerle ayak bileklerini kesebilir ve bu oyuna bir son verebilirler. Kendi hayatın için ne kadar ileri gidebilirsin diye soruyor Jigsaw ve kurbanlarının sınırlarını zorlamasını istiyor. Yönetmen James Wan, kan ve şiddetin ön planda tutuyor ve istismar sinemasına yakın duran tavrı da filmin amacını tartışılır kılıyor. Her ne olursa olsun matematiği iyi kurulan Saw, türe yenilik getirmemesine karşın ulaştığı nokta itibariyle özgün sıfatını hak ediyor. Yönetmen Wan’ın seyircinin dikkatini bir an bile dağıtmayan hikâye kurgusu ve anlatısının ve de gerilimi hissetmemizi sağlayan enfes soundtrack çalışmasının hakkını teslim etmemiz gerekiyor. 

Saw II

James Wan’ın çekilmesiyle yönetmen koltuğunu Darren Lynn Bousman devraldı. Saw, devam filmleriyle bir seriye dönüştürülmek için son derece uygun bir projeydi ve serinin ikinci filmi kısa sürede izleyiciyle buluştu. İlk filme göre daha çok ölümcül oyunlu, daha çok sürprizli, daha çok karakterli ve daha komplike bir senaryoyla hedefi büyütmeye çalışan senarist Whannell ile yönetmen Bousman, esasında bir devam filminden beklenebilecek hemen hemen her şeyi yapıyor. İlk filme halel getirmemelerine ve bir noktaya kadar başarılı da olmalarına karşın, Saw II seyirci üzerinde aynı etkiyi bırakamayan bir devam filmi olmaktan kurtulamadı. Bir eve kapatılan kurbanlarımızın kurtulabilmek için kurulan tuzaklara düşmeleriyle, kendisini yakalatarak polisleri de oyuna dâhil eden Jigsaw’ın büyük oyununu paralel olarak izliyoruz. 90’ların polisiye klasiği Se7en’dan aşırılmış bir fikir olsa da Jigsaw’ın kendini yakalatmasıyla felsefesini biraz daha iyi anlama fırsatı buluyor, onu daha fazla görüyoruz. İlk filmle kurulan bağlantıları gibi hoş detayları da seyir keyfini arttırdığını söyleyelim.

Saw III

İlk filme de gönderme yapan açılış sekansıyla, izleyeceğimiz filmin ne kadar sert olacağının işaretini de veren Saw III’yi serinin bir önceki halkasında olduğu gibi yine Darren Lynn Bousman yönetti. Üçüncü filmde durumu ağırlaşan Jigsaw’ın yardımcısı Amanda ile oyunlarına devam ettiğini görüyoruz. İlk filmde Jigsaw’ın kurbanlarından biri olup, hayatta kalmayı başaran, ikinci filmde oyuna dâhil edilen Amanda, üçüncü filmin kilit ismi diyebiliriz. Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide gezinen Jigsaw, bu durumu dahi kurbanı için ölümcül bir oyuna dönüştürecek kadar ileri gidiyor bu kez. İlk iki filme oranla bakmakta zorlanacağımız sahne sayısının artması bir handikaba dönüşse de, filmin merkezinde kurbanlar yerine Jigsaw’ın yerleştirilmesiyle farkını ortaya koyabildi Saw III. Sonuçta kurbanların birbirine benzeyen hikâyeleri ve gördükleri işkencelerle kendini tekrar eden bir seri olmaktan kurtulamayan Saw’ın farklı yollara saptığında takdir görmesi anlaşılabilir karşılanmalı. Kurgusu ve finaldeki sürpriziyle serinin en iyi devam filmi olmayı başarıyor.

Saw IV

Dördüncü filmle birlikte Saw serisi anlamsızlaşmaya başladı. Bunun başlıca sebebi de cesur bir kararla Jigsaw’ın öldürülmesiydi. Seri üçleme olarak kalabilseydi daha iyi hatırlanacaktı. Jigsaw’ın otopsisi ile açılan Saw IV, otopside seri katilimizin midesinden çıkan kasetle yeni bir boyut kazanıyor. “Her şey yeni başlıyor” mesajı veren Jigsaw’ın, eserini devam ettirme konusunda ne kadar istekli olduğunu görüyoruz. Ancak, Amanda da devre dışı kaldığına göre oyunlar nasıl devam edecekti? Filmin bu soruya verdiği cevap bir hayli can sıkıcı. Serinin dördüncü halkası, Riggs adlı polis dedektifinin Jigsaw’ın kendisi için hazırladığı sınavlarla ilerliyor. Diğer yandan Jigsaw’ın eşinin sorgusunu izliyoruz ve suç ortağı olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz. Flashback sahneleri Jigsaw’ın kanser olmadan önceki hayatından kesitler sunarak, karakterin dönüşümünü daha iyi anlamamızı sağlıyor. Filmin belki de tek artısı bu denilebilir. Saw IV’un oyunları, kurbanları ve finaldeki kötü sürpriziyle bayağılaştığı ve Saw serisinin bu filmle birlikte uçurumdan aşağıya yuvarlanmaya başladığı söylenebilir.

Saw V

Saw serisinin her filminin öncekilerin boşluklarını doldurma ve izlediğimiz sahnelere yeni bir bakış açısıyla bakmamızı sağlamak gibi bir işlevi var. Saw V, serinin ikinci ve üçüncü filmlerine geri dönmemizi sağlarken, dördüncü filmde Jigsaw’ın misyonunu üstlenen Dedektif Hoffman’ı ve onu yakalamaya çalışan başka bir dedektifi odak noktasına yerleştiriyor. Saw IV gibi V. bölümün de temel sorunu seriyi devam ettirebilmek adına bu hikâyeyi sakız gibi uzatmak. Dedektif Hoffman’ın motivasyonunu anlamakta zorlanıyor ve ikna edici bulmuyoruz. Bu da filmi ciddiye almamızı zorlaştırıyor. Şu bir gerçek ki; Hoffman’ın misyonu devralmasıyla geri dönüyoruz. Jigsaw’ın Hoffman’ı eğitmesi, kendi deyimiyle rehabilite etmesi, Jigsaw’ı Saw serisinde canlı tutabilmek için bulunmuş iyi bir yöntem. Buna karşın dedektiflerin birbirlerinin kuyusunu kazması veya kurbanların yaşam savaşının heyecan yaratmaktan uzak olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Serinin ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerinin yönetmeni Bousman’ın koltuğuna oturtulan deneyimsiz David Hackl’ın ortaya koyduğu işin de vasatı aşamadığı bir gerçek.

Saw VI

Serinin bir önceki filminde olduğu gibi yine ilk yönetmenlik deneyimini yaşayacak bir isimle -Kevin Greutert- anlaşılarak yola çıkılan Sav VI, kan ve şiddet oranının artmasıyla ters orantılı olarak, düşüşün sürdüğü bir seri üretim ürünüydü. Açılışta izlediğimiz sahneyle artık işlerin iyice çığırından çıktığını anlıyoruz. Bu filmde ortaya çıkan sorun filmin girişinde kurbanlardan birinin hayatta kalma motivasyonu doğrultusunda yaptıkları diyebiliriz. Ana hikâyeye girildiğinde bir sigorta şirketi çalışanlarının, hayatlarının patronlarının eline bırakıldığı birçok aşamadan oluşan bir oyun izliyoruz. Bu bölümde Jigsaw’ın misyonunu devam ettiren dedektif Hoffman için çember daralıyor, Jill Tuck (Jigsaw’ın eşi) kocasının vasiyetini yerine getirmeye çalışıyor ve onun da masum olmadığını anlıyoruz. VI. bölümde her anlamda işin suyunun çıkarıldığını söyleyebiliriz. Üçüncü bölümün sürpriz sonunun üzerine başka bir sürpriz eklenmesi, aslında öyle değilmiş dediğimiz olayların aslında öyle de değildi denilerek sürekli değiştirilmesi ciddiyetten uzaklaşıldığının bir göstergesi. Saw VI, serinin en zayıf bölümlerinden biri.

Saw 3D

Serinin son filmi olarak duyurulan Saw 3D’de oyunların artık iyiden iyiye şova çevrildiğini görüyoruz. Camdan bir odada, halkın gözü önünde gerçekleşen oyunla artık seyirciye önceki filmlerde görmediği şeyler sunulmak istenildiğini anlıyoruz. Bu uğurda tutarlılık ve inandırıcılığın rafa kaldırıldığını, şovun ön plana alındığını net bir biçimde söyleyebiliriz. Zaten filmin 3D olması da bunu destekliyor. Serinin yedinci filmiyle diğer beş devam filminin eksik parçaları tamamlanıyor. İlk filmde ayağını testereyle keserek kurtulan doktora ne olduğunu öğrenememiştik. Saw 3D, bu soruyu cevaplayarak açılıyor ve çember Dr. Gordon karakterine biçilen rolle tamamlanıyor. Jigsaw’ın oyunundan kurtulduğunu söyleyerek şöhret olan sahtekâr Bobby Dagen ve ona bu yalanında arka çıkanların oyuna tabi tutulduğu ve kontrolden çıkan Dedektif Hoffman ile Jigsaw’ın eşi arasındaki ölüm kalım savaşını izlediğimiz bu son bölüm gore ve vahşet sahneleriyle korkudan ziyade gerçek bir istismar filmi örneği olduğunu haykırıyor.

7 Kasım 2024

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #73 Iphigenia

Antik Yunan tragedya yazarlarından Euripides'in, Iphigenia Aulis'te eserinden sinemaya aktarılan Iphigenia, yönetmen Michael Cocoyannis'in Yunan trajedileri uyarlamalarının (Electra, The Trojan Woman) sonuncusu ve en göz alıcı olanıdır. Klasik eserin, kendi topraklarından gelen bu uyarlama, bir yönetmenlik başarısı olmakla birlikte adaptasyonun sadakati, prodüksiyon kalitesi ama en çok da tragedyanın duygusunu her anında hissettirebilmesiyle mühim bir film...

Mitolojiye göre; Kral Agamemnon, bir gün avlanırken Tanrıça Artemis’e ait kutsal bir geyiği öldürür. Bu durum Artemis’in Agamemnon’a karşı kin ve öfke beslemesine neden olur ve Artemis, rüzgârların esmesine mani olur. Agamemnon’un filosu Troya’ya varmak için rüzgârı beklemektedir. Tanrıça, ancak Agamemnon kızı Iphigeneia’yı kendisine kurban verirse, öfkesinden vazgeçecek ve filonun yola çıkmasını sağlayacaktır. Euripides'in eseri bu mite dayanıyor, bu mitin edebi bir aktarımı denilebilir. Filme baktığımızda, eserin birebir bir uyarlaması olduğunu görüyoruz. Film, Yunan ordusunun sahilde bekleyişiyle açılıyor. Rüzgar çıkmadığı için bitmek bilmeyen bekleyişin bezdirdiği askerleri izliyoruz. Geyiğin öldürülmesi ve Artemis'ten gelen can alıcı istekle filmin sonuna kadar sürecek bir kaosa tanıklık ediyoruz.

Öncelikle Agememnon'un ikilemi dikkat çekicidir. Pek sevdiği kızını kurban etme düşüncesiyle kahrolmuş bir baba portresi çizer. Diğer yanda kardeşi Menelaos'un onuru vardır. Kardeşlerin hararetli tartışmaları, birbirlerini ikna etme çabaları esnasında yaşadıkları gerilim seyirciye geçiyor. Agememnon ile karısı Klytaimnestra'nın yüzleşmesi ise daha çok acı veriyor. Bir anne olarak Klytaimnestra'nın çaresizliği ve ne olursa olsun mevcut durumu kabullenemeyişi bu trajediyi ölümsüz kılan önemli unsurlardan biri. Iphigenia'nın çırpınışları, kaderini kabullenişi ve kahramanlaşmasını yönetmen Cocoyannis, Euripides'ten bile etkili anlatabilmiş olması, sinemanın anlatım gücünü sonuna kadar kullanabilmesinden kaynaklanıyor. Hikayeyi içselleştirebildiğinizde oldukça dokunaklı bir filme dönüşüyor Iphigenia. Diğer Yunan tragedyalarında olduğu gibi hikayedeki karakterler ve durumlar üzerinden giderek, insan psikolojisine dair derin incelemeler yapabileceğimiz bir alan da açıyor film. Euripides'in metninin gücü filme de yansıdığı için, tercihinizi öncelikle filmden yana kullanmak isterseniz, hiç pişman olmayacağınızı düşünüyorum.

Mitoloji uyarlamaları içerisinde özel bir yeri olan film, dönemin epik film anlayışından payını almış gibi görünüyor. Zira bu hikayeye, bir epik filmin, bir destanın ön bölümü olarak da bakabiliriz. 70'ler sinemasının keşfedilmemiş, kıymetli işlerinden olduğunu düşündüğüm Iphigenia, sanat yönetiminden, özenli castına, tragedyanın hakkını vermesinden, olgun sinema diline kadar övgüye değer pek çok niteliğiyle izlenmeyi bekleyen bir klasik...

2 Kasım 2024

Edebiyattan Sinemaya: #1 Bir Uyarlama Olarak Poor Things

Alasdair Gray'in 1992 çıkışlı eseri Poor Things, yazarın Frankenstein'dan esinlenerek kaleme aldığı, özgün fikirlerle donatılmış ödüllü bir roman. Kitap bildiğiniz üzere Yorgos Lanthimos'un görkemli bir uyarlamasına girişmesiyle popülerlik kazandı. Oldukça iyi tepkiler ve ödüller alan filmle uyarlandığı romanın, blogda "Edebiyattan Sinemaya" başlığı altında karşılaştırmalı olarak ele alacağım yeni yazı dizimin ilk ürünü olmasını istedim.

Kendi anlatısını bulabilen bir uyarlama

Roman ile film arasında önemli anlatı farklılıklarının olduğunu görüyoruz. Bunun ana sebebi Gray'in eserini bir üstkurmaca olarak tasarlamış olması. Gray, hikayesini bir anlatıcı (Archibald McCandless) karakter ve onun yaşadıklarını kaleme aldığı bir kitap aracılığıyla okura ulaştırıyor. Dolayısıyla geçmişe dönük bir anlatım tercih edilmiş. Ayrıca Doktor McCandless'ın kitabı ile bir gerçeklik katmanı daha eklenmiş hikayeye. Olayları büyük ölçüde McCandless'ın bakış açısıyla takip ediyoruz. Zira, Bella'nın kendisini ve dünyayı keşfe çıktığı yolculuk sonrasında onun ve maceraya atıldığı partneri Duncan Wedderburn'ün bakış açıları da gönderdikleri mektuplar aracılığıyla anlatıya dahil ediliyor. Filmin anlatısında bu katmanlı yapıyı göremiyoruz. Lanthimos, sadece hikayenin kendisiyle ilgilenmiş ve eseri sinemaya adapte ederken yapısal bir dönüşüm geçirmesi gerektiğine karar vermiş. Hikayenin sinemaya aktarımı gereği kitaptaki anlatının değişmek zorunda olduğu açıktır. Lanthimos, eserin kendine özgü anlatısını devre dışı bırakıp sadeleştiriyor. Öte yandan, klasik bir uyarlama yapma niyetinde olmadığı da anlaşılıyor. İlk 40 dakikalık dilimdeki siyah-beyaz tercihi bunun bir göstergesi bana kalırsa. Elbette bu tercih hikayeye de hizmet ediyor. Karakterin mutsuzluğunun altını çizme işlevi görüyor. Çünkü Bella bu bölümde kısıtlanmış bir çocuk, hapis hayatı yaşıyor. Dolayısıyla da dünyasının bir nevi siyah-beyaz olduğunu söyleyebiliriz. Özgürlüğe kavuştuğu an film de renkleniyor. Lanthimos, kitaptakinden farklı bir episodik anlatı kuruyor. Episodik anlatının büyük bir işlevi yok. Daha çok lokasyon belirtmek için kullanılmış izlenimi veriyor. Birçok sahnede kullanılan balıkgözü lensin ise -daha önce The Favourite'da yoğun kullanmıştı Lanthimos- önemli bir işlevi var. Bella'nın yaratıcısı tarafından kısıtlandığı dönemde onun karmaşık duygularını pekiştiriyor mesela. Bella'nın anlamlandıramadığı durumlarda da kullanıldığı görüyoruz.

İçerikteki farklılıklar

Romanda hikayenin Frankenstein'i olan Godwin Baxter'ın geçmişini öğrenebiliyoruz ve bu da karakteri daha iyi tanımamızı, motivasyonunu anlamamızı sağlıyor. Bella dünya turuna da ilk önce Godwin ile çıkıyor. Filmde bu detaylar es geçilmiş. Yine romanda Bella ile nişanlısı McCandles birkaç kez görüşürlerken, Lanthimos'un iki karakterin birlikte çok daha uzun bir zamanı birlikte geçirecekleri değişiklikleri yaptığını görüyoruz. Yazar Gray, Bella'nn Paris'teki genelev günlerini üstünkörü geçmiş ve romanda genel olarak müstehcenlik yok. Lanthimos ise Bella'nın genelev macerasını oldukça detaylı anlatıyor. Romandaki Bella, nişanlısını düşünerek seks deneyimlerinden sansürleyerek bahsediyor. Filmin Bella'sı ise bu hususta daha acımasız denilebilir. Bella'nın dünyayı keşfetme ve anlama sürecinde büyük farklılıklar olduğunu söyleyemem. Filmin biraz daha özet geçtiği ise aşikar. 

İki eser arasındaki en belirleyici içerik farkı final tercihlerinde. Bella ile McCandless'ın düğünü, Bella'nın daha doğrusu Victoria Blessington'un kocası General Blessington'ın erkanı ile basılması ve sonrasında yaşananlar, yüzleşme oldukça ayrıntılı anlatılıyor. Lanthimos ise bu uzun tartışmalı bölümü bir çırpıda geçip, Bella'nın generalin evine gittiği ve tekrar bir hapis hayatına mahkum olduğu bir bölüm tasarlamış. Filmde Bella generalin kötü emellerini bertaraf edip tekrar özgürleşir ve intikamını alır. Lanthimos, daha düz ve klasik bir sonu tercih ediyor. (Romanı okumayı düşünenler için sonuyla ilgili spoiler var devamında) Romana gelirsek, Bella'nın hikayesine bakışımızı tamamen değiştirecek bir gerçeklikle yüzleşiyoruz. Buna göre Bella Baxter hiç var olmadı. Bella hep Victoria idi ve bu planı Godwin ile tasarladı. Hangi hikayeye inanacağımızı da bize bırakıyor kitap. Tıpkı Life of Pi gibi, finalini hatırlayın. Bu yeni gerçekliği kabullendiğimizde hikayenin türü dahi değişiyor, bir bilimkurgu olmaktan çıkıyor. Lanthimos zaten hikayesini diğer gerçeklik üzerine kuruyor. Alternatif gerçekliği görmezden gelmesi bir zorunluluk. İnşa ettiği hikaye yapısı da bunu gerektiriyor.

Romanın Lanthimos sinemasına uyumlanması

Poor Things, bir Victoria Dönemi hikayesidir. Lanthimos'un bunu, eseri bir Steampunk bilimkurguya dönüştürmek için fırsat olarak gördüğü anlaşılıyor. Hikayenin temelindeki Frankensteinvari fikir, zaten eseri bilimkurgu olarak etiketlememizi sağlıyor. Lanthimos vizyonu da burada devreye giriyor. Bella'nın dünya gezisine başladığı Lizbon bölümünde Steampunk'a ait unsurları görmeye başlıyoruz. Şüphesiz ki, bir arka fon olarak kalmaktan öteye gidemiyor bu unsurlar. Gemi ama özellikle İskenderiye bölümünde ise adeta bir masal diyarında gibi hissediyoruz kendimizi. Lanthimos, normalde göremeyeceğimiz renklerle bezeli bir gökyüzü tasviriyle karşımıza çıkıyor. Bella'nın yaratıcısı Godwin Baxter'ın ağzından çıkardığı baloncuklar, tavuk köpek ve generalin keçiye evrilişi gibi romanda göremediğimiz birçok eklentiyi, Lanthimos'un eseri kendi tuhaflıklarla dolu sinemasına uyumlu hale getirme arzusunun bir dışavurumu olarak görmek gerekiyor. Toparlarsak Lanthimos'un, uyarlamasına giriştiği eseri bir adım daha öteye taşımak için sinemanın görsel, işitsel ve anlatısal olanaklarını seferber ettiğini, kaynağından kopup kendi yolunu bulmak isteyen bir uyarlamaya imza attığını düşünüyorum. Bu hususta başarılı olduğuna da söyleyebilirim.