6 Ağustos 2012

La Jetee


La Jetee, sadece Fransız sineması için değil, genel olarak sinemada öncü rolü oynamış bir bilimkurgu klasiğidir. Terminator, 12 Maymun gibi filmlerin ilhamı olurken filmsel zaman hakkında yeni bir format yaratmıştır. Zamanına göre öncül olmasını ise; zaman ve mekan algılarını alt üst etmesine borçludur. Filmin kısaca öyküsü; Bir gün havaalanında bir kadına koşarak gelen bir adam, bir silah sesi ve sahne kapanır. 3. Dünya Savaşının sonrasında dünya yaşanamaz hale gelmiştir. Paris'in artık ölü bir şehirden farksız olduğu bu zamanda insanlığın umudu bilim adamlarının geçmişe ve geleceğe gidebilecek bir zaman yolcusu ve makinesi icat etmesine bağlıdır. Davos Hanich, bu iş için ideal biri olarak seçilir. Onun seçilmesinin sebebi ise; savaş öncesi dönemde hatırladığı bir kadınla kurduğu saplantılı bir bağdır. Davis geçmişe gönderilir ve insanlığı kurtarmak için savaş öncesi dönemki o kadınla buluşur. Davis bir şekilde geçmiş ile gelecek arasında örülen hayatında bir şekilde dünya kurtaracakken kendini o kadına aşık olmuş bulur.

Burç Karabulut Yazdı

Chris Marker, kareleriyle müthiş bir atmosfer yaratıyor; (kırık dökük binalar, karanlık yoğun bulutların şehrin üstüne çökmesi, bir yeraltı laboratuarı, günlük Paris sokakları gibi) Bu atmosferi yansıtırken; minimal bir teknik kullanıldığını söylemem gerekir. Zaten fotoğraf karesine sığan bir hikaye anlatmak zorunda olan Marker, fotoğrafın da sinema kadar güçlü olabileceğini gösteriyor. Özellikle voice-over denilen anlatıcı ses adeta kötü tabloyu özetliyor. Bazı karelere eklenmiş Almanca fısıltı-konuşma sesleri de atmosferin gerçekçiliğine katkı yapıyor. Konuşmanın yer almadığı sahnelerde siyah-beyaz photography'nin avantajları ortaya çıkıyor.

La Jetee'yi ister kısa film, isterseniz de siyah beyaz fotoğraflar olarak görün, Marker'ın yaptığı iş içerik anlamında da müthiş bir sanat işi olduğunu adeta kanıtlıyor. 3. Dünya Savaşı'nın betimlediği genel Paris fotoğrafları, yok olmuş şehir fotoğraflarını öyle bir zihne kazıyor ki savaşı görmesek de anca bu durum bir savaş gibi büyük bir felaket sonunda ortaya çıkar dedirtiyor. Özellikle gölge-ışık oyunları, mesela Davis'in hasta yatağında yattığı sahnede çok yüksek bir ışık süzmesi kareyi aydınlatıyor. Bir sonraki karede mimiklerden anlaşılacağı üzere; hafif karartılan bilim adamlarının yüz hatları mükemmel bir şekilde gölge oluşturularak Alman dışavurumcu estetiğine de gönderme yapıyor. Karelerde estetiğin bu kadar güzel işlenmesiyle Davis'in mimikleri ve Marker'ın yönetmenlik yeteneği de birleşince La Jetee harika bir bilimkurgu romanını andırıyor. Belki de Melies'in yıllar önce başarıyla imza attığı öykülere devamını ekliyor.

Geçmişe gönderilen Davis, hafızalarındaki kadınla karşılaşıyor. Hikaye, geçmişi bugün, bugünü gelecek, geleceği de ütopya olarak betimliyor. Davis'in hafızasındaki kızla 60'ların Paris'inde dolaşıyorlar. Parka gidiyorlar, iki sevgili gibi güzel anlar paylaşıyorlar. Ama o anlar yer yer bugüne dönüyor. Davis bir var, bir yok. Zaman yolculuğu sebebiyle sürekli gidip geliyor. 'O' anlar da önemini kaybediyor. Zaten kadın itiraf ediyor bir sahnede, alıştım diyor gelişlerine ve gidişlerine. Anlar yaşanamayacak hale geliyor. Zamansızlık ön plana çıkıyor. Bir anda geçmiştesin sonra bugündesin ve genelde de yok oluyor Davis ve Davis'in anları. Hafızalarda yer alan bir kare gibi ikisinin hayat kareleri, o andaki varlığı işgal edebiliyor ya da etmiyor. Daha sonra müzeye gidiyorlar beraber. Müze zamanın ve mekanın donduğu yer. Dinozor fosilleri ve daha nice hayvan fosilini izleyerek geçiyorlar. Zaman da işte öyle geçiyor yanlarından. Görev tamamlanamıyor. Geleceğe gönderiliyor Davis. Bir şekilde günü kurtarıyor. Ama kendini kurtaramıyor. Mahkum olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor. İşi bitince geri dönecek ve öldürülecek. Şimdiki zamanda kahraman olmaktan çok uzakta duruyor. Geçmişteki o ana dönmek istiyor. Gelecekteki insanlardan yardım istiyor. Ve o ana gidiyor. Kadına doğru koşuyor anılarındaki kadına ama...