28 Mart 2013

Okült Korku: "The Serpent and the Rainbow"


1972'de aşırılıklarla dolu ve hatta istismar sinemasına yakın duran  filmi The Last House on the Left ile sinemanın korku janrında ürünler vermeye başlayan Wes Craven, daha sonra yaptığı The Hill Have Eyes, A Nightmare on Elm Street ve Scream filmleriyle bu alandaki en önemli isimlerden biri olduğunu kanıtlamış bir isim. İnişli çıkışlı bir kariyeri olmasına karşın (2000'li yıllar hariç) her döneminde türü ileri taşıyan filmler yapmasını bilmiştir Craven. Yönetmenin 80'li yılların sonunda çektiği The Serpent and the Rainbow (Yılan ve Gökkuşağı), filmografisinde üst sıralarda yer almasa da takdir edilmesi gereken filmlerinden.

Okült: Öncelikle başlığa da taşıdığımız Okült nedir, bir ona bakalım. Kabaca gizli ve saklı olanın bilgisi anlamına gelir Okült. Toplumun çoğunluğu tarafından bilinmez, özel bir eğitimle belli insanların beş duyusuyla farkına varamayacağı doğaüstünün bilgisine ulaşması veya bu yeteneğe sahip olması olarak açıklanabilir. Eksik bir tanım olsa da bizi ilgilendiren kısmı budur. Sinemadaki karşılığına baktığımızda ise büyücülük, cadılık ve öteki dünya ile kurulan etkileşim gibi alanlarda ürünler verdiğini görmekteyiz. Kısacası Okült korku, korku sinemasının alt türlerinden biridir.

Korku sinemasında zombiler, bugün halen popülaritesini kaybetmiş değil. Romero'nun zombilerinden çok uzaklaşıldı belki ama zombi kurallarının değiştiğini söyleyemeyiz yine de. 80'li yılların sonunda Wes Craven, voodoo büyüsü ve bir iksiri temel alıp kurguladığı hikayeyi zombi kavramıyla şekillendirip The Serpent and the Rainbow'u yarattı. Filmin başında ve sonunda olmak üzere iki kez gerçek bir olaydan esinlenildiğinin belirtilmesi, zombi efsanesinin gerçekçi bir temel üzerine oturtulmaya çalışıldığını (bilimsel yaklaşım) açıkça gösteriyor. Zira insanları bir tür zombiye dönüştürdüğü söylenen iksirinin gerçek olduğu savunuluyor. Bu iddialar bir yana, zombi mitini sarsmaya yönelik bir hamle yapıyor Craven. Bu hamle başarısız olsa da zombi alt türüne ayrıksı bir film armağan ediyor. 

The Serpent and the Rainbow'da zombi miti kurcalanıp, ona yenilik getirmeye çalışılsa da filmin asıl mevzusu bu değil. Craven'in filmini Okült korku yapan zaten voodoo büyüleri ve ruhun ele geçirilmesi, hapsedilmesi gibi gizemler. Bir bilim adamın olan Dennis Alan'ı inanmadığı metafizik oluşlar, büyüler ve ayinlerle bezeli bir maceranın içine çeken Craven, korku sinemasının sık başvurduğu yöntemlerden biri olan bilim-din çatışmasını alıyor ve bilim-metafizik çatışmasıyla değiştirip filmin odağına yerleştiriyor. Ana karakterin iç sesiyle anlatıcı rolünü de üstlenmesi, bir handikaba dönüşmüş çünkü korku filmlerinde iç ses kullanımı ters teper genellikle. Craven de bu hataya düşmüş. Halüsinasyon ve kabus sahnelerinin birinci sınıf olduğunu ve korkunun bu şekilde elde edildiğini belirtmek gerekir. Bunun dışında canlı canlı gömülme sahnesinin akılda kalıcı ve iyi kotarılmış olduğunu ekleyelim.

Son söz:: The Serpent and the Rainbow'da Wes Craven'in tam formunda olduğunu söyleyemeyiz. Ancak 80'ler korku sinemasının iyi örneklerinden biri bu film. 6.7\10

25 Mart 2013

Stargate


Bugün baktığımızda, 90'lı yıllar bilimkurgu sinemasının göz ardı edilen veya unutulan filmlerinden biri olan Stargate'in aslında tür içinde geniş bir incelemeye tabi tutulması ve bilimkurgusal temaları kullanımıyla üzerinde durulması gereken önemli işlerinden olduğunu söylemek lazım. 90'lı yıllarla birlikte Moon 44 (1990), Universal Soldiers (1992), Stargate (1994) ve Independence Day (1996) gibi art arda çektiği bilimkurgu filmleriyle dikkat çeken Hollywood'un sevdiği yönetmenlerden Roland Emmerich, daha çok felaket filmleriyle akılda kaldı.

Öncelikle bilmeyenler için filmin hikayesine kısaca bir göz atalım. 1920'li yıllarda Giza'da bulunan bir 'yıldız kapısı', yer altındaki bir mağarada saklanmakta ve nasıl çalıştığı üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Ta ki günümüzde, Mısır tarihi uzmanı, dil bilimci Daniel Jackson ekibe katılana dek... Jackson'ın kapıyı işler hale getirmesi ile dünya ve milyonlarca ışık yılı uzaktaki bir galaksi arasında bir bağlantı kurulur. Jackson'ın da aralarında bulunduğu bir ekibin kapıdan geçmesiyle macera dolu bir yolculuk başlar.

Mısır piramitlerinin nasıl yapıldığı bugün hala tartışılıyor. Çeşitli teoriler üretiliyor ve bunların en ilginç olanı da kuşkusuz  ki, uzaylıların yapmış olabileceği düşüncesi... Film de Mısır tarihçisi Daniel Jackson'ın bu bilinmez üzerine gitmesi ve dışlanmasıyla açılıyor. İntihara meyilli Albay ve bilim adamı Jackson kısaca tanıtılıp hızlıca mevzuya giriliyor. Bu dünyada kaybeden iki ana karakterin başını çektiği ekip, bilinmeze doğru fantastik bir yolculuğa çıkıyor. Emmerich, Stargate'te paralel evren bilimkurgusunu uzaylı istilası alt türünün minimal ve değişime uğramış biçimiyle harmanlayıp, bu ilginç bileşimin içine fantezi ve tarihi de katıyor. Egzotik mekanlarda geçen macera filmleri Indiana Jones ve Mummy'nin estetiğini ödünç alıp, Star Wars'un çöl atmosferli gezegenini tüm filme hakim kılıyor. Amerika'nın saldırgan tutumunu, dünyayı kurtarma fikri ve kahramanlığının küçük bir örneğini daha görüyoruz ayrıca.

Antik Mısır'da geçen bir bilimkurgu algısı yaratmayı amaçlayan Emmerich, bunu büyük oranda başarıyor. Uzaylı karakterini ölümsüzlük, ilkel halka hükmetme ve tek Tanrı düşüncesiyle sarıp, Antik Mısır firavunlarına eş değerde bir konum atfediyor.

Filmin gidişatına baktığımızda ise paralel evreni keşfe çıkan ekip gibi biz de keşif duygusunu yaşıyor, her yeni ayrıntıyla bu şaşırtıcı tür kırmasının nasıl bir finale erişeceğini merakla izliyoruz. Stargate, temposu yüksek bir bilimkurgu olmasa da görselliği ve hikayesinin cazibesiyle izledikten sonra geri dönme isteği yaratıyor. 7.6\10

21 Mart 2013

Gün Batımından Şafağa


90'lı yılların başında çok küçük bir bütçeyle çektiği El Mariachi ile sinema dünyasına adım atan Robert Rodriguez'in üçüncü uzun metraj filmi olan Gün Batımından Şafağa (From Dusk Till Down) ait olduğu türe yaklaşımıyla ayrıksı olabilmeyi başarmış bir çalışma. B filmi anlayışıyla devam filmleri de üretilen Gün Batımından Şafağa, aslında yönetmen Robert Rodriguez'den çok Quentin Tarantino'nun senaristliği ve kendi sinemasını da anımsatan hınzır hamleleriyle akılda kalan ve Tarantino dokunuşuyla önem kazanan bir film. 

Gün Batımından Şafağa, her anında Tarantino parmağı değdiğini belli ediyor. Rezevoir Dogs bir soygun filmi olmasına karşın soygun anını değil sonrasında yaşananları anlatıyordu. Pulp Fiction'da ise lineer (düz) bir akış yoktu. Tarantino'nun yapmak istediği sinemanın izlerini bu filmde de fazlasıyla görüyoruz. Film, Seth ve Richard Gecko adlı iki kardeşin -iki kanun kaçağının- kanundan kaçışının hikayesi. Richard ağabeyi Seth'in hapisten kaçmasına yardım ediyor ve ikili kısa süre içinde bir düzine insan öldürüyor. Ancak biz bunların hiçbirini göremiyoruz. Film, kaçış anıyla ilgilenmiyor ve hikayesini ortasından bir yerden başlayarak anlatıyor.

Filmin ilk yarısı, kanun kaçağı iki kardeşin Meksika sınırını geçme çabasıyla bir yol filmi şeklinde ilerliyor. Bu ilk yarı daha çok katil aşıklar olarak adlandırdığımız filmlerin formülünü kullanıyor. Suç filmi külliyatını ve Gün Batımından Şafağa'nın bu külliyat içindeki yerini düşünmeye başlamışken, karakterlerimiz hedefledikleri yere ulaştıklarında film keskin bir U dönüşü yaparak seyirciyi büyük bir şaşkınlığa uğratıyor. Film ikinci yarısında korku sinemasının Vampir filmi alt türüne kayıyor. Burdan sonrası klişe ama oldukça keyifli. Vampirler ve bir grup insanın mücadelesi... Artık tür içinde kural halini alan kutsal su, haç, kazık saplama ve ışık huzmesi gibi detaylar vampir filmlerinin olmazsa olmazları olarak yerini alıyor. Tarantino'nun ilk kez uzun sayılabilecek bir rolde karşımıza çıktığı Gün Batımından Şafağa'nın vampir makyajlarının çok başarılı olduğu söylenemez. Ancak kendisini çok da ciddiye alan bir film olmadığından seyir keyfini olumsuz etkilediğini de söyleyemeyiz.

Son söz: 90'lı yılların 'kendi çapında' efsanesini yaratmayı başarmış filmlerinden Gün Batımından Şafağa, görülmeli... 7.5\10

17 Mart 2013

Frankenweenie


Son projeleri, Alice in Wonderland ve Dark Shadows ile kendini tekrar etmeye başlayan, görselliğin altında ezilen Tim Burton, sinemasını sorgulamaya başladığımız ama çok da sevdiğimiz yaratıcı bir yönetmen. Burton'ın özüne dönme girişimi olarak addedebileceğimiz Frankenweenie, yönetmenin kariyerinin gidişatı anlamında kritik bir noktada duruyordu. Bu bağlamda, Burton'ın yükselişe geçip geçemeyeceği sorusu da filmin önüne geçmişti. Burton, kariyerinin ilk yıllarında, maddi imkansızlıklar nedeniyle orta metraja yakın bir kısa film çekmek zorunda kaldığı 1984 tarihli Frankenweenie'i siyah-beyaz ve stop-motion bir animasyon olarak tekrar sinemaseverlerle buluşturdu. Film, Mary Shelley'nin klasiği Frankenstein'dan esinlenilerek yaratılmış bir nevi modern bir Frankenstein uyarlaması...

Tim Burton, klasik Frankenstein hikayesini alıp çocukların da izleyebileceği bir animasyon filme dönüştürmüş. Dolayısıyla 'büyüklerin de izleyebileceği animasyon' algısını ters yüz edip, 'çocukların da izleyebileceği korku filmi'ne dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Her ne kadar, Frankenweenie bir komedi olsa da (korku-komedi demek daha doğru) ölüm, diriliş gibi temalar ve bilumum yaratık formuyla çocuklar için oldukça karanlık bir hikaye anlatmakta. Burton'ın filmi Frankenstein'a hikayeyi yumuşatmak dışında yeni bir bakış açısı kazandırmıyor. Frankenweenie'de çılgın bilim adamı Frankenstein, yerini bir çocuğa bırakıyor. Bu değişim de ölüye can verirken, insanın kendini Tanrı yerine koyma mefhumunun bir çocuk masumiyetiyle daha insancıl bir amaca hizmet etmesi anlamına geliyor.


Filmi baştan sona korku\bilimkurgu filmlerine gönderme ve saygı duruşlarıyla donatan Burton, türün hayranları için daha cazip bir film çıkarmış. Neler yok ki; The Bride of Frankenstein, Van Helsing, The Mummy ve Godzilla... Göndermelerin izini sürmek ayrı bir keyif. Stephen King'in Pet Sematary romanından uyarlanan, bizde Hayvan Mezarlığı olarak bilinen korku filmiyle Frankenweenie arasında bir akrabalık bağı mevcut. Pet Sematary'de ana karakter kedisi öldüğünde onu hayvan mezarlığına gömüyordu ve kedi canlanıp farklı bir biçimde geri dönüyordu. Frankenweeni'de ise Viktor, ölen köpeği Sparky'yi hayvan mezarlığından alıp başka bir yöntemle hayata döndürüyor. İki film arasındaki ortak tema evcil hayvanların dirilişi diyebiliriz.

Tim Burton'ın animasyonlardaki başarısı yadsınamaz. Frankenweenie'in özellikle siyah beyaz ve stop-motion bir animasyon olması filmin sevimlilik katsayısını artırmış. Frankenstein filmleriyle benzer bir izlek tutturan film son 25 dakikalık diliminde, deyim yerindeyse vites değiştiriyor. Burton, son bölümdeki tempoyu filmin tamamına yayabilse ve işin komedi ayağında elini korkak alıştırmasa çok daha üst düzey bir film izleyebilirdik.

Son söz: Frankenweenie ile Tim Burton'ın yükselişe geçtiğini söyleyebiliriz. 7.1\10


13 Mart 2013

Anna Karenina

Joe Wright'ın ilk uzun metrajı Pride & Prejudice, bir Jane Austen uyarlamasıydı ve bir ilk film için oldukça başarılıydı. Ne var ki, Wright asıl çıkışını 2007 tarihli Atonement ile gerçekleştirmiş ve artık emin adımlarla yürümeye başlamıştı. Başarısız bulunan The Soloist ve yönetmenin tür değiştirdiği Hanna'nın ardından özüne döndüğünü söyleyebileceğimiz Joe Wright, Tolstoy'un en meşhur eserlerinden Anna Karenina ile karşımızda. Bizde 2012'nin son haftasında vizyona giren film, sinema yazarlarınca çoğunlukla başyapıt olarak selamlandı. Ancak ben aksi yönde düşünüyorum ve yılın abartılan filmleri kategorisinde üst sıralara koyuyorum Anna Karenina'yı. Şimdi sebepleri üzerine gidelim


Öncelikle Joe Wright'ı tebrik etmek şart. Klasikleşmiş bir eseri alıp sinemaya uyarlarken metne sadık kalayım düşüncesinin dışına çıkmış ve filmi biçimsel anlamda farklı bir boyuta taşımış. Nedir bu? Hatırlarsanız Lars Von Trier, Dogville'de sinemada benzersiz bir tiyatro estetiği kullanmış ve unutulmaz bir işe imza atmıştı. Joe Wright da bunu bir adım öteye götürmüş aslında. Olaylar sahnede vuku buluyor ve bir sahne bitip, diğeri başlarken dekor değişiyor. Seyirci de her ayrıntıyı gözlemleyebiliyor. Wright neden düz bir anlatı yerine risk almayı tercih etmiş diye düşündüğümüzde romanın ağırlığını kırmak ve bilinen bir hikayeyi yeni bir ambalajla yeniden tecrübe etmemizi istediği fikri ortaya çıkıyor. Bunu da başardığını kabul etmek gerekiyor. Hikaye akışını bir kenara bırakıp bu deneyime odaklanabiliyoruz. 

Anna Karenina'ya bir uyarlama olarak baktığımızda Tolstoy'un karakter derinliğinden uzakta seyrettiğini çabucak fark ediyoruz. Tolstoy'un realist yaklaşımını görmek mümkün fakat filmin görkeminin altında ezildiğini ve yeni jenerasyon için daha uygun bir hale getirildiğini söylemeden geçemeyeceğim. Bu noktada Rus basınında çıkan eleştirilere katılmamak mümkün değil. Filmi okul piyesi düzeyinde ve absürtlük olarak olarak değerlendirdiler. Absürt olduğuna katılmıyorum, tiyatro estetiği fark katmış ve daha izlenilebilir bir film olabilmiş bu sayede Anna Karenina. Filmin eleştirmenler cephesinde övgüye boğulmasını anlamak güç çünkü filmin tiyatro sahnesini, geçişlerini ve estetiğini sinemanın kendi anlatım biçimleriyle harmanlaması kısacası teknik detayları Anna Karenina'yı tek başına bir başyapıt yapmaya yetiyor mu sorusu düşüyor aklıma. Bu soruya benim vereceğim cevap her zaman hayır olur. Keira Knightley'nin Anna Karenina performansına diyecek yok, kendisini soğuk bulsam da rahatsız etmiyor. Filmde performanslar ortalamanın üzerine çıkamamış. Sanat ve görüntü yönetimi gibi teknik kısımlarda ise hakkını teslim etmek gerekiyor.

Son söz: Joe Wright'ın Anna Karenina'da sinemaya yeni anlatım biçimleri kazandırma girişimini takdir etmek gerek ama filmi unutulmaz kılamadığı ve kostüme dramasının ötesine geçemediği için de büyütmemeli 6\10