31 Ocak 2016

2015'in en iyi 15 yabancı filmi


Çoğunlukla yıl sonunda hazırladığımız yılın en iyi filmleri listelerini vizyona göre yaparız. Filmlerin ülkemize geç gelmesi ve listenin yıl sonunda yapılmasının gerekmesi bunu mecbur kılar. Bu yıl bir değişiklik yapıp listemi filmlerin yapım yıllarını baz alarak oluşturmak istedim. O yüzden de Şubat ayına kadar sarktı. Ki hala The Witch, Son of Saul gibi göremediğim birkaç önemli film daha var. Listemi daha sonra güncellemek üzere paylaşıyorum. 

15- Kingsman: The Secret Service


14- Room


13- Trumbo


12- Victoria


11- Beasts of No Nation


10- Ex Machina 



9- Steve Jobs


8- Inside Out


7- Pawn Sacrifice


6- Love



5- The Hateful Eight



4- Youth



3- Mad Max: Fury Road



2- The Revenant



1- The Lobster


28 Ocak 2016

15. !f İstanbul programı belli oldu


İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenecek !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, bu yıl 15. yaşını seyircileriyle kutluyor! Yılın en çok konuşulan filmlerini Türkiye’ye getiren, !f music partileriyle şehri ayağa kaldıran !f İstanbul, 18 Şubat’ta İstanbul’dan yola çıkıyor, 3-6 Mart tarihlerinde de Ankara ve İzmir’e uğruyor! 40 ülkeden, 112 filmin gösterileceği festivalin bu yılki teması ise “!f İstanbul birleştiriyor!”

İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında yapılacak 15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, 18-28 Şubat 2016 tarihlerinde İstanbul’da, 3-6 Mart 2016 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleşecek. Bu yıl “!f İstanbul birleştiriyor!” sloganıyla yola çıkan festival, bağımsız sinemanın en iyilerini, yılın çok konuşulan ve bol ödüllü filmlerini sinemaseverlerle buluştururken, !f music partileriyle İstanbul’un eğlence hayatına alternatif olacak, !f² ile de 33 şehir, 50 farklı noktaya film götürecek.


Açılış filmi Anomalisa!


“Being John Malkovich/John Malkovich Olmak”, “Adaptation”, “Eternal Sunshine of the Spotless Mind/Sil Baştan” gibi pek çok modern klasiğin yazarı Charlie Kaufman ile televizyon tarihinin en sıradışı animasyon serisi “Mary Shelley’s Frankenhole”un yaratıcısı Duke Johnson’ın birlikte çektiği “Anomalisa”, !f İstanbul’un açılış filmi olacak. Daily News’un “Rüzgâr Gibi Geçti’nin varoluşçu kukla film hali”, Variety’nin “Küçük bir mucize”, Indiewire’ın “Tuhaf bir şekilde güzel, canlandırılmış bir varoluş krizi” sözleriyle tarif ettiği, bir çok eleştirmen tarafından da “yılın başyapıtı” sayılan “Anomalisa”, hayatının sıkıcılığından bezmiş aile babası ve “Onlara Yardım Etmenize Nasıl Yardım Edebilirim?”in saygın yazarı Michael Stone’un karanlık, absürt ve sürreal yolculuğunu anlatıyor. Michael, müşteri hizmetleri profesyonelleri için bir kongrede konuşmak için gittiği Cincinnati’de kalacağı Fregoli Otel’de Akron hamurişleri satış temsilcisi Lisa ile tanışıyor ve çaresizliğinden olası bir kaçış olarak hayatının aşkına yelken açıyor. Prömiyerini yaptığı Venedik’te Jüri Özel Ödülü’nü kazanan, Austin Fantastic Fest’te En İyi Yönetmen, San Diego, San Francisco, Indiana gibi pek çok eleştirmenler birliği tarafından da “Yılın Animasyonu” seçilen filmde, “herkesin sesi”ni Tom Noonan seslendirirken, Michael’a David Thewlis, Lisa’ya ise Jennifer Jason Leigh sesleriyle hayat veriyor. “Carol”, “Fargo”, “Being John Malkovich”, “In Bruges” gibi pek çok filmin müziğini yapmış Carter Burwell’ın etkileyici müzikleri de filmin hüznünü güçlendiriyor.


Galalar: Yılın yıldızları burada!


Galalar bölümü, Toronto’dan Venedik’e, Cannes’dan Sundance’e, dünyanın önemli festivallerinde büyük ilgi görmüş, yılın en çok beklenen filmlerini seyirciyle buluşturuyor.

2000’lerin en tartışmalı filmlerinden Melissa P. ve kısa sürede modern klasikler arasında yerini alan “I am Love ile tanıdığımız İtalyan yönetmen Luca Guadagnino’nun Tilda Swinton, Ralph Fiennes, Matthias Schoenaerts ve Dakota Johnson gibi etkileyici bir kadroyu buluşturduğu, Variety’nin “Sinsi, muzip ve tahmin edilemez bir gerilim” sözleriyle merakımızı kamçıladığı son filmi A Bigger Splash; 2011’de Cannes’da Jüri Ödülü aldığı “Polis” filmiyle yönetmenlik kariyerini iyice sağlamlaştıran Fransız aktris Maïwenn’in yönettiği ve Altın Palmiye için yarıştığı Cannes’da Jules and Jim, A Man and a Woman gibi romantik klasiklerle karşılaştırılan “Mon Roi”; Oscar aldığı An Inconvenient Truth ve Waiting for ‘Superman’ belgeselleriyle tanınan Davis Guggenheim’ın Nobel Barış Ödüllü feminist aktivist Malala Yusufzay’ın hayatını konu alan etkileyici belgeseli “He Named Me Malala"; nev-i şahsına münhasır auteur Denis Coté’nin Berlin’de Altın Ayı için yarışacak karanlık ve gerçeküstücü komedisi “Boris without Beatrice"; İngiliz komedyen, aktör, radyo ve televizyon sunucusu, şarkıcı, köşe yazarı, yazar, kısacası her şey olan ve elbette, hayranları kadar nefret edenleri de eksik olmayan Russell Brand’in uyuşturucu bağımlılığı, narsistliği ve Hollywood star’lığından geçen yolculuğunu ve beklenmedik bir şekilde ateşli bir devrimci olarak yeniden doğuşuna tanıklık edeceğimiz“Brand: A Second Coming/Brand: Diriliş”; 90’larda “Saturday Night Live” ile başlayan komedi kariyerini sarsmadan sürdüren Sarah Silverman’ın canlandırdığı ve mutlu görünen evliliğinin gerisinde uyuşturucu ve alkol bağımlılığıyla mücadele eden bir kadının trajik hikâyesini konu alan “I Smile Back"; Cannes’dan ödüllü “I’ve Heard the Mermaids Singing” ve görkemli uyarlaması “Mansfield Park” ile tanıdığımız usta yönetmen Patricia Rozema’nın evlerinden uzakta, elektriksiz ve insansız bir ortamda bir başlarına kalan iki kız kardeşin hikâyesini anlattığı ve Ellen Page ile Evan Rachel Wood’u buluşturan kıyamet filmi “Into the Forest"; dünyanın en namlı sosyalisti Naomi Klein’ın yer kürenin kapitalizmle olan savaşını irdelediği aynı adlı kitabından eşi Avi Lewis’in yönetmenliğinde çekilen “This Changes Everything/"; 2008’de intihar ederek yaşama veda eden David Foster Wallace’ın Time dergisince “1923’ten beri yayımlanmış En İyi İngilizce Romanlar” arasında yer alan meşhur kitabı “Infinite Jest”in yayımlanması sonrası 1996 yılında çıktığı kitap turunu canlandıran “The End of the Tour"; Trey Edward Shults’ın ilk yönetmenlik denemesiyle Cannes’da Eleştirmenlerin Haftası’nın en beğenilen filmlerinden birine dönüşen, dört kuşağı bir araya getiren Şükran Yemeği için kız kardeşine konuk olan ve varlığıyla patlamaya hazır bir bombaya dönüşen Krisha’nın hikâyesini hüzünlü ve cesur bir dille anlatan, başrolündeki Krisha Fairchild’ın yılın en akılda kalıcı performanslarından birini verdiği “Krisha”; 4 yıl önce !f İstanbul’da da gösterilen ilk filmi“Volcano/Volkan” ile takibe aldığımız İzlandalı yetenek Rúnar Rúnarsson’ın etkileyici bir büyüme hikâyesini Sigur Rós’dan Kjartan Sveinsson’un büyüleyici müzikleri ve enfes İzlanda görüntüleri eşliğinde sunan, San Sebastián, Varşova ve Zagreb film festivallerinde En İyi Film seçilen “Sparrows/Serçeler”; Crystal Moselle’in Sundance’de Büyük Jüri Ödülü alan ve gerek çarpıcı konusu gerek konuyu ele alış biçimiyle yılın en çok konuşulan belgesellerinden birine dönüşen “The Wolfpack”; Bernardo Bertulucci’nin “The Dreamers, Tutkular, Suçlar”ıyla tanıdığımız Fransız aktör Louis Garrel’in sürprizli sonuyla şaşırtan üçlü bir aşk hikâyesini Fransız Yeni Dalga sineması esintileriyle anlattığı romantik komedisi “Two Friends" ve “Blue Ruin”ile adını bir kenara yazdığımız Jeremy Saulnier’ın Neo-Nazi’lerin peşine düştüğü bir rock grubunun korku dolu gecesini anlattığı ve şimdiden yılın en sıra dışı ve yaratıcı korku filmlerinden birine dönüşen “Green Room”, Galalar bölümü filmlerinden sadece birkaçı.


Övgüye boğulan The Assassin de !f’te!


Bu bölümde ayrıca; “The Assassin/Suikastçı”, “Innocence of Memories/Masumiyet Müzesi”, “The Diary of a Teenage Girl/Bir Genç Kızın Gizli Defteri”, “Tangerine”, “James White”, “Kill Your Friends/Arkadaşlarını Öldür” ve“Love 3D/Aşk 3D” de Türkiye galasını yapacak filmler arasında…

Cannes’da gösterildiğinde festivalin en iyilerinden biri sayılan ve tartışmasız bir şekilde En İyi Yönetmen Ödülü’ne uzanan, Sight&Sound dergisi tarafından “2015’in en iyi filmi” seçilen “The Assassin/Suikastçı”, 9. yüzyılda Çin’de geçiyor ve sevdiği adamı öldürmesi için görevlendirilen bir kadın suikastçının duygusal ikilemini konu alıyor. Tayvan Yeni Dalga sinemasının en önemli yönetmenlerinden Hsiao-Hsien Hou’nun “Le Voyage du Balon Rouge/Kırmızı Balonun Yolculuğu”ndan beri çektiği ilk film olan “Suikastçı”, Hou’nun “Three Times”, “Millenium Mambo” gibi klasiklerinde de rol almış fetiş oyuncusu Qi Shu’yu başrole taşıyor ve şiirsel dili, incelikli görüntüleri ve yönetmenlik dehasıyla yılın en büyüleyici filmlerinden birine dönüşüyor.


‘Masumiyet Müzesi’ Venedik’ten sonra İstanbul’da!


Radiohead ve Muse için çektiği efsane kliplerinin yanı sıra “Joy Division” ve “Patience (After Sebald)” gibi kült belgeselleriyle tanıdığımız Grant Gee’nin Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’nden esinlenerek çektiği, dünya prömiyerini yaptığı Venedik’te hayranlıkla karşılanan “Innocence of Memories/Masumiyet Müzesi”; Sundance’te Görüntü Yönetmeni Ödülü kazanan, Berlin’in Generation bölümünde “En İyi Film” seçilen, bağımsız sinemanın en önemli ödüllerinden Gotham’da da Bel Powley’e En İyi Kadın Oyuncu Ödülü getiren “The Diary of a Teenage Girl/Bir Genç Kızın Gizli Defteri”; “Martha Marcy May Marlene”, “Simon Killer” gibi bağımsız klasiklerin yapımcısı olarak tanıdığımız Josh Mond’un John Cassavetes filmleriyle kıyaslanarak övgülerle karşılanan, Sundance’te Seyirci Ödülü’nü, Locarno’dan da Özel Mansiyon’u kapan ilk filmi “James White”; Duplass Kardeşler’in yapımcılığını üstlendiği ve Sean Baker’ın iPhone 5s kullanarak çektiği, hem hikâyesi hem de tekniğiyle senenin en yenilikçi yapımları arasında yer alan, özellikle başrol oyuncuları Kitana Kiki Rodriguez ve Mya Taylor’ın enerjik performanslarıyla seyircinin gönlünü kazanan “Tangerine” ve John Niven’ın aynı adlı çoksatan romanından kendisinin senaryoya uyarladığı ve İngiliz müzik endüstrisinin hâlâ yeni yetenekler aramak için çuvalla para harcadığı 90’ların sonunda bir plak şirketinde dönen oyunları gün yüzüne çıkaran, yılın en sert İngiliz filmi sayılan “Kill Your Friends/Arkadaşlarını Öldür”; Galalar bölümünün en çok konuşulacak filmlerinden…


Noé’den 3 boyutlu Aşk!


Bölümün en heyecan uyandıran filmlerinden biri de hiç kuşkusuz, Gaspar Noé’nin Cannes’da kuyruklara yol açan ve izleyen herkesi şoke eden son filmi Love 3D, The Guardian’ın “Noé’nin seks ile hikâyeyi evlendirme denemesi. Fiziksel aşkın görüntüsünü, sesini ve hissini ekrana yansıtma çabası…” olarak tanımladığı film, Arjantinli auteur Noé’nin “I Stand Alone”, “Irreversible/Dönüş Yok” ve “Enter the Void”filmleriyle deneysellikte sınır tanımadığı sinemasında 3 boyutlu, sıra dışı bir deneyim… Paris’te yaşayan Amerikalı Murphy’nin deli-dolu sevgilisi Electra’yla olan tutkulu birlikteliğini konu alan “Love 3D”, yılın en cesur sinema tecrübelerinden biri olacak.

Kapanış filmi Demolition!
Başta “C.R.A.Z.Y./Çılgın” olmak üzere “Young Victoria/Genç Victoria”, “Café de Flore/Ruh Eşim” filmleriyle takipçilerini yaratan, iki yıl önce “Dallas Buyers Club/Sınırsızlar Kulübü” ile erkek oyuncularına Oscar kazandıran Jean-Marc Vallée’nin son filmi “Demolition/Yeniden Başla”, Türkiye’de ilk kez !f İstanbul’dagösterilecek. Variety’nin “Brokeback Mountain’dan beri en iyi performansı” olarak gösterdiği ve şimdiden 2017 Oscar’ları için adı kulislerde anılan Jake Gyllenhaal’ın başrolünde olduğu “Yeniden Başla”, eşini bir trafik kazasında kaybeden yatırım uzmanı Davis’in bir otomat makinesine sinirlenip şirkete mektup yazması sonrası gelişen olayları konu alıyor. Gyllenhaal’a Naomi Watts ve Chris Cooper’ın eşlik ettiği film, yalnızca Toronto Film Festivali’nde görücüye çıktı ve o günden beri yılın en merakla beklenen projelerinden birine dönüştü. Vallée’nin “Bugüne dek yaptığım en rock’n’roll film” olarak tanımladığı “Yeniden Başla”ya comingsoon.net’in yorumu ise şöyle: “İnsanlar dehasını fark eder fark etmez kült bir klasiğe dönüşebilecek bir film!”

Koltuğunda zıplamak isteyenlere! 

Yaratıcılığa ve deneyimlere açık sinemaseverlerin !f alanı “Karanlık & Köşeli” bölümünde bu sene de, karanlık ve rahatsız edici yapımlardan senenin en çok konuşulan fantastik ve avangart filmlerine, seyircinin ‘görme biçimleri’ni altüst eden, algının kapılarını sonuna kadar açmayı hedefleyen filmler toplanıyor.

En üretken yönetmenlerden Takashi Miike’nin aksiyon ve korkuyu dozunu artırarak kullandığı, dünyanın ilk yakuza vampir filmi “Yakuza Apocalypse/Yakuza Cehennemi”; fantastik tutkunlarının internetteki adresi SLASHFILM’in “Çılgın… Son 10 yılda yapılmış başka hiçbir filme benzemiyor” sözleriyle övdüğü, 1997 yılının kıyametten sonrasını bize gösteren, retro, nostaljik bir gelecek tasarımıyla 80’ler aksiyon filmlerinin bıraktığı yere götüren ve yılın fantastik film festivallerinden ödüllerle dönen “Turbo Kid/Turbo Çocuk”; 80’ler klişelerinin, videokaset kültürünün ve birçok şeyin çılgınca dalgasının geçildiği, şimdiden kült olmuş yılın en çılgın kısalarından “Kung Fury”; özel bir hastanede hemşirelik yapan, sosyal fobisi olan, yalnız bir adamın tuhaf ve arızalı hayatını anlatan, Türkiye sinemasında bugüne dek görmediğimiz girdaplarda dolaşan Pınar Sinan’ın gerilimi “Ceset”; görsel sanatçı AKIZ’in ilk filmiyle takip edilesi yönetmenler listesine üst sıralardan girdiği, yaratık filmlerine getirdiği orijinal bakış ve görselliğiyle insanı adeta sarsan “Der Nachtmahr”; “Æon Flux”,“Jennifer’s Body”, “Girlfight” gibi türler arasında gezen kariyeriyle Hollywood’un kendine has yönetmenlerindenKaryn Kusama’nın yönettiği, sinema tarihinin en dehşet verici yemek sahnelerinden birine sahip “The Invitation/Davet” ve Derya Alabora’yı evini korumak için her türlü caniliği yapmaya ant içmiş Naciye rolünde izleyeceğimiz, Lütfü Emre Çiçek’in Screamfest’te dünya prömiyerini yapan korkusu “Naciye”, !f’in seyirciyi yerinden hoplatacak filmleri arasında…

25 Ocak 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #40 Shadow of the Vampire


F. W. Murnau’nun sessiz korku filmi şaheseri Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi, Bram Stoker’ın Dracula’sının serbest bir uyarlamasıydı. Vampir alt türünün hala en iyisi olarak kabul ettiğimiz film, türe yön vermiş, sayısız sinemacıyı etkilemiştir. Bahsettiğimiz etkinin gözle görülebilen en bariz örneği ise E. Elias Merhige’nin yönettiği Shadow of the Vampire (Vampirin Gölgesi)’dır.

Shadow of the Vampire, Murnau’nun klasiği Nosferatu’yu alarak fantastik bir zemine oturtmaya çalışıyor diyebiliriz. Yönetmen Merhige, Murnau’nun Dracula’yı alıp, ondan daha somut, daha korkutucu bir canavar yaratması gibi o da Nosferatu’yu filmsel gerçeklik içinden çekerek gerçek bir kişilik haline getiriyor. Sinemada genelde bir film, başka bir filmin gerçekliğini yok eder. (Örneğin Kick Ass’te süper kahraman olmak için çabalayan karakterin Supermen, Spider-Man gibi süper kahramanların kurgu olduğunu belli etmesi, kendi dünyasında onları gerçekliğinden koparması) Shadow of the Vampire ise tam tersini yapmaya yelteniyor. Nosferatu’nun kurgusal karakteri Kont Orlok, gerçek bir vampire dönüştürülüyor. Böylece Murnau’nun gerçekçi ve korkutucu bir vampir filmi çekme arzusunun içi doldurulmuş oluyor. 

Film, Nosferatu’nun çekim aşamasını hikâyelerken, fantastik, alternatif bir gerçeklik yaratıyor. Sessiz filmlerin hangi koşullarda, nasıl çekildiğiyle ilgili detayları görselleştirirken, usul usul kendi efsanesini yaratıyor. Shadow of the Vampire, yarattığı alternatif gerçeklikte Alman yönetmen Murnau’yu kötü bir karaktere dönüştürmekten çekinmiyor. Filmini tamamlayabilmek adına faust-vari bir anlaşma yapan Murnau üzerinden bir yönetmenin filmine duyduğu tutkuyu, filmini tamamlayabilme uğruna yapabileceklerini görmek kesinlikle şaşkınlık verici gelecektir sizlere de.

Bir vampir filmi olarak da son derece yaratıcı ve ürkütücü bir iş çıkarıldığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz Shadow of the Vampire’ı, tutkuyla sevdiğimiz Nosferatu’ya başka bir gözle bakmamıza imkân vermesi, estetiği, atmosferi, John Malkovich ve Willem Dafoe’nun müthiş performansları gibi artıları sebebiyle ne kadar övsek az diye düşünüyorum. Bu filmi Nosferatu’yu izlememiş olsanız da görebilir ve beğenebilirsiniz. Ancak önce Nosferatu’yu izlerseniz çok daha özel bir deneyim yaşayacağınız kesin.

19 Ocak 2016

!f İstanbul'da David Bowie rüzgarı esecek!


15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz efsane sanatçı David Bowie’ye özel bir bölüm hazırladı. Bowie’nin ilk filmi de olan kült bilimkurgu “The Man Who Fell to Earth/Dünyaya Düşen Adam” ve vampir filmlerine yepyeni bir soluk getiren “The Hunger/Açlık”, yenilenmiş kopyalarıyla Türkiye’de ilk kez !f İstanbul’da gösterilecek!

İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında yapılacak 15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin 28 Ocak’ta açıklanacak programından sürprizler gelmeye devam ediyor. Bunlardan biri de, geçtiğimiz hafta ölümüyle hayranlarını derinden sarsan, sinemadan müziğe pek çok alanda unutulmaz eserler vermiş, 70’lerden bugüne, tarzı ve duruşuyla sanat ve moda dünyasını derinden etkilemiş David Bowie’nin anısına hazırlanan “David Bowie …” bölümü olacak. Bowie’yi beyazperdede de ikon bir isme dönüştüren iki film, yenilenmiş kopyalarıyla Türkiye’de ilk kez !f İstanbul’da gösterilecek.

Bunlardan ilki, “Bad Timing”, “Don’t Look Now” gibi ödüllü filmleriyle tanıdığımız Nicolas Roeg’in Walter Tevis’in aynı adlı romanından uyarladığı 1976 tarihli başyapıtı “The Man Who Fell to Earth/Dünyaya Düşen Adam”. Gezegeninde yaşanan su sıkıntısına çözüm bulmak için Dünya’ya gelen ama burada geçen zamanı uzadıkça insanlığın yozlaşmalarına kapılıp ruhunu kaybeden bir uzaylının yaşadıklarını konu alan film, türün hayranları tarafından kısa sürede kült mertebesine ulaşmış bir bilimkurgu. David Bowie’nin ilk filmi olma özelliğini de taşıyan “Dünyaya Düşen Adam”, Berlin’de yarışmış, Bilim Kurgu, Fantastik ve Korku Filmleri Akademisi tarafından da Bowie’ye En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü getirmişti.

“David Bowie …” bölümünün bir diğer filmi ise, ilk filmiyle vampir filmlerine yepyeni bir soluk getiren Tony Scott’ın yönettiği “The Hunger/Açlık”. 1983’te gösterime girdiğinde ağır eleştirilerle karşılanan ama zaman içinde kendi takipçilerini yaratarak en muhteşem vampir filmlerinden birine dönüşen “Açlık”, David Bowie, Catherine Deneuve ve Susan Sarandon’lı kadrosuyla da göz kamaştırıyor. Bowie’nin yaşlanan ve gençliğini kaybeden bedeniyle ortaya koyduğu yıllanmış performansıyla büyülediği “Açlık”, stilize, atmosferik ve bugünün standartlarında bile oldukça seksi ve melankolik bir vampir filmi.

Ön satışlar 5 Şubat’ta!

İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında yapılacak 15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, 18-28 Şubat 2016 tarihlerinde İstanbul’da, 3-6 Mart 2016 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek. !f İstanbul’un biletleri 5-7 Şubat tarihlerinde İstanbul için, 19 - 21 Şubat tarihlerinde de Ankara ve İzmir için biletix’te % 10 indirimle ön satışa çıkacak. Bu yıl festival biletleri biletix’ten ve sinema gişelerinden satın alınabilecek.

18 Ocak 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #39 The Turin Horse


1889 yılında Freidrich Nietzsche, Torino'da dolaşırken sahibi tarafından bir atın kırbaçlandığını görür, ata sarılır ve ağlar ardından da yere yığılır. Bu olay sonrası akli dengesini yitiren Nietzsche, suskunluğa bürünür ve 10 yıl boyunca -ölümüne dek- yatalak olarak yaşar. Bela Tarr ise Nietzsche'yi bir kenara koyuyor ve o atın sahibinin hayatından altı günlük bir kesiti anlatıyor. Yönetmenin sinemaya veda filmim dediği The Turin Horse'u genel kitleye hitap etmese de öneri listeme eklemek istedim.

Bela Tarr, The Turin Horse'da ilk olarak seyirciyi zaman ve mekandan soyutlamak istemiş. Filmin geçtiği yer ve zaman belli belki ama baba-kızın sefaleti varoluştan bugüne herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda yaşanmış ve yaşanmaya da devam edecek türden bir insanlık dramı olduğu söylenebilir. Film, ıssız bir coğrafyada zorlukla ilerleyen bir at arabası ve sahibinin görüntüsüyle açılıyor. Sonra baba-kızın köhne evlerinde her biri birbirinden farksız günlerini izliyoruz. Bitmek bilmez bir fırtınanın esir aldığı bu iki insanın yiyebildikleri tek şey haşlanmış patates. Tarr, bu monoton ve amaçsız yaşamı vurgulamak için kızın kuyudan su almaya gidişini, yemek yemelerini ve kızın babasının giyinmesine yardım etmesini gerçek zamanlı veriyor ve aynı sahneleri birçok kez tekrarlıyor. Biz de anlıyoruz ki onlar aslında yaşamıyor sadece hayatta kalıyorlar. Duygu sömürüsüne ve sulandırılmaya müsait bir hikayesi var The Turin Horse'un ancak Bela Tarr buna müsaade etmiyor. Olabildiğince gerçekçi betimliyor olan biteni. Siyah-beyaz tercihi filmi görsel olarak unutulmaz kılarken bahsettiğimiz gerçekçiliği de destekliyor.

Tarr, The Turin Horse'da hikaye anlatma derdinde değil, diyalogları minimuma indirmiş ve filme olan bitene hakim bir de dış ses eklemiş ayrıca episodik bir anlatımı tercih etmiş. Episodik anlatımın sebebi Tarr'ın baba-kızın altı gününü anlatırken günler arasındaki farkı ve farksızlığı belirgin kılmak. Filmde baba-kızın altı gününün anlatılması da boşuna değil. Bilirsiniz kutsal kitaplarda tanrının dünyayı altı günde yarattığından bahsedilir. Tarr, tanrının altı günde yarattığı dünyayı altı günde yerle bir ediyor ve yedinci güne bir gram umut bırakmıyor. Bela Tarr'ın inançlı olup olmadığını bilmiyorum ama bir yok oluş hikayesini altı günde anlattığına göre bir mesaj vermek istediğini düşünüyorum.

The Turin Horse, farklı okumalara açık, bol katmanlı ve hazmı zor bir film, bir başyapıt...

14 Ocak 2016

Torrent, Sinefillik ve Arka Pencere...


Haftalık sinema dergisi Arka Pencere’nin 324. sayısında Netflix’in Türkiye’ye gelmesinin sinemaseverler cephesinde yarattığı sevinç ve heyecanı, esasında haklı sebeplerle eleştiren yazarın konuyu Netflix’den torrente, oradan da sinefillere kaydırıp bir de genelleme yapmasıyla bir anda kendimizi tartışmanın göbeğinde bulduk. Şimdi Arka Pencere mevzusuna fazla girmeden, torrent-sinefil arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum. Arka Pencere’deki isimsiz yazıyı biliyoruz ki saygı değer bir sinema yazarımız kaleme aldı. Belki bu yazıyı okur, bilemiyorum ama amacımın laf çarpmak, ortamı kızıştırmak olmadığını söylemek istiyorum. Bazı gerçeklere değinecek, sinefil arkadaşlarımın hakkını savunacağım.

Torrent-sinefil ilişkisi

Bazı arkadaşlar sinefil kavramının özündeki anlama fazlasıyla takılmış durumdalar. Filmleri çoğunlukla sinemada izleyen ve bunu yaşam biçimine dönüştüren insanlara sinefil dendiği yanılgısına düşmüş durumdalar. Bu dar bir bakış açısının göstergesidir. Geniş açıdan bakmayı başardığınızda sinema sanatını hayatının önemli bir parçasına dönüştürmüş sinemaseverlere sinefil, (film manyağı, film hastası gibi tabirler de kullanılabilir) denmesi gerektiğini göreceksiniz. Sanat olarak sinema, sinema salonlarından taşmış filmleri sahiplenebileceğimiz birer metaya dönüşmüştür. Öyle ki, artık usb bellek veya hard disc’imiz ile her an her yerde ‘sinema’ diyebilmekteyiz. Sonuçta televizyon, bilgisayar ve internet derken, film izleme biçimleri çeşitlilik kazandı. Filmlere ulaşabilmek de kolaylaştı. İşte bu noktada bir sinefil için hayati bir öneme sahip olan torrent sitelerine, torrentin sinema kültürüne katkılarına değinmek gerekiyor. Bak hemen, “Aa korsana destek veriyorsun!” diyenler oldu şimdi biliyorum. Deme kardeşim, deme! En az senin kadar biz de karşıyız korsana. Ama karşı olduğumuz başka şeyler de var: hep kendisini düşünenlere, biz bilirizcilere, otoritelere, gücü elinde tutanlara, paran kadar sanat anlayışına ve daha pek çok şeye karşıyız. Elbet sen de göreceksin gerçekleri! İşin maddi boyutundan, gelir düzeyinden dem vuracak diyeceksin, biliyorum. Ama yine yanılıyorsun. Bu, zaten senin de bildiğin bir gerçek. Bilmediğin şey ise gerçek bir sinefilin nasıl bir ruh hali içinde olduğu… Sinefil sabırsızdır. Hayranlık beslediği yönetmenin yeni filmiyle ilgili duyurunun yapıldığı ilk günden başlar heyecanlı bekleyişi. Bazen yıllarca beklersin… Darren Aronofsky The Fountain için 6 yıl bekletti bizi. Terrence Malick de The Tree of Life için başka bir 6 yıl daha... Bu bekleyişin, filmin dış basında aldığı başyapıt vb. tepkilerle o yönetmene gönül vermiş sinefilin bünyesinde yaratacağı heyecan dalgasını tahmin edebilir misin? Ya o filmin yaşadığı şehrin sinemasına gelmeyeceğini bilmenin yaşattığı üzüntü ve hayal kırıklığını… Ya o filmi vizyonundan da önce izleyebilecek olmanın vereceği mutluluğu… Film vizyona girdi. Millet kolasıyla, patlamış mısırıyla izliyor ve “Ne boktan film!” deyip, salonu terk ediyor. Sen ise çıldırmanın eşiğinde, sayıklıyor da sayıklıyorsun. O filmi izleyene kadar hayatında daha önemli bir şey olmayacağının farkındasın. Üzerindeki huzursuzluğu atabilmek, filmi tekrar tekrar izleyip özümsemek için yanıp tutuşuyorsun. Peki kim gerçek sinefil, kim sahte sinefil? 

Torrent siteleri, zengin-fakir demeden herkesin film arşivi yapabilmesini olanaklı kıldı. Arşivciliği lüks olmaktan, bir zengin tutkusu olmaktan çıkardı. İyi bir sinefili arşivine bakarak tanırsınız, filmleri nerde izlediğine veya yılda kaç kez sinemaya gittiğine bakarak değil! Sinema kültürümüzü, sinema dergisiyle inşa ettik. Klasikleri, kültleri biliyor ama birçoğunu bulamıyor, izleyemiyorduk. Ne zaman ki internet hayatımıza girdi, işte o zaman gerçek bir sinema kültürüne sahip olmaya başladık. Filmleri tüketip, sinema tarihine hâkim olmaya başladıkça büyük resmi görebildik. Kendi sonuçlarımıza ulaştık. Dvd’nin ülkemizde henüz yaygın olmadığı zamanlarda vcd ve dublaj belasından torrent sayesinde kurtulabildik. Görüldüğü gibi asıl mesele sanata para harcamak ya da sanatsal çabanın karşılığını vermek değil. Sistemi değiştiremiyorsan, onun bir parçası olmak zorundasın. 

Sahte sinema yazarları

Arka Pencere meselesinin ikinci perdesi ilkinden de vahimdi aslında. Şu an derginin yazar kadrosunda bulunan deneyimli, yaşını başını almış bir abimiz, twitter hesabından torrentten film izleyen ve Arka Pencere’yi eleştiren sinefillere “it sürüsü” yakıştırmasında bulunurken, SİYAD üyesi olmayan sinema yazarlarını da sahte sinema yazarları diyerek küçümsedi. Genç yazarlara “Siz, bizim geleceğimizsiniz” diyeceği, destek olacağı yerde aşağılamaya çalıştı. Neyse ki, o yazarın tavrını baz alıp, tescilli yazarlarımızla ilgili genel bir kanıya varmayacak kadar aklı başında insanlarız. Ülkece iyice ayrıştırıldığımız son 10 yılda, tescilli-tescilsiz, biz sinema yazarlarının da kendi içinde bölünmesi çok üzücü. Hadi ben 5 yıldır yazıyorum, yolun başında sayılırım. Tescilsiz bir şekilde saygın yayın organlarında 10 yıldır yazan, SİYAD üyelerinden ayıramayacağımız nitelikteki yazarlara yapmayın bari! Onlar da mı sahte sinema yazarı? Sahte diyerek tescilsiz sinema yazarlarını itibarsızlaştıramazsınız! Kendinizi ulaşılmaz bir yerde görüp, önce yazar arkadaşlarınızdan sonra da halktan kopyama başlar ve nihayetinde itibar kaybeden siz olursunuz.

Sinemadan çıkmış insanın, sinema için atan kalpleri üzmemesi dileğiyle…

88. Oscar Ödülleri'nde adaylar açıklandı


Bu yıl 88. kez dağıtılacak Oscar ödüllerinde yarışacak filmler belli oldu. The Revenant 12, Mad Max: Fury Road ise 10 dalda adaylık elde ederek öne çıktı.

En İyi Film

The Big Short

Bridge of Spies

Brooklyn

Mad Max: Fury Road

The Martian

The Revenant

Room

Spotlight


En İyi Yönetmen

Adam McKay, The Big Short

George Miller, Mad Max

Inarritu, The Revenant

Lenny Abrahamson, Room

Tom McCarthy, Spotlight


En İyi Kadın oyuncu

Cate Blanchett

Brie Larson

Jennifer Lawrence

Charlotte Rampling

Saoirse Ronan


En İyi Erkek Oyuncu

Bryan Cranston

Matt Damon

Leonardo DiCaprio

Michael Fassbender

Eddie Redmyane


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

Christian Bale, The Big Short

Tom Hardy, The Revenant

Mark Ruffalo, Spotlight

Mark Rylance, Bridge of Spies

Sylvester Stallone, Creed


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

Jennifer Jason Leigh

Rooney Mara

Rachel McAdams

Alicia Vikander

Kate Winslet


En İyi Görsel Efekt

Ex Machina

Mad Max: Fury Road

The Martian

The Revenant

Star Wars: The Force Awakens


En İyi Kurgu

Big Short

Mad Max

Revenant

Spotlight

Star Wars


En İyi Prodüksiyon Tasarımı

Bridge of Spies

The Danish Girl

Mad Max: Fury Road

The Martian

The Revenant


En İyi Uyarlama Senaryo

The Big Short

Brooklyn

Phyllis Nagy, Carol

Drew Goddard, The Martian

Emma Donohue, Room


En İyi Orijinal Senaryo

Matt Charman & Coen Bros, Bridge of Spies

Alex Garland, Ex Machina

Inside Out

Josh Singer & Tom McCarthy, Spotlight

Straight Outta Compton


En İyi Film Müziği

Bridge of Spies

Carol

Hateful Eight

Sicario

Star Wars: The Force Awakens


Yabancı Dilde En İyi Film

Colombia: Embrace of the Serpent

France: Mustang

Hungary: Son of Saul

Jordan: Theeb

Denmark: A War


En İyi Şarkı

50 Shades

Racing Extinction

Youth

The Hunting Ground

Spectre


En İyi Animasyon

Anomalisa

Boy and the World

Inside Out

Shaun the Sheep Movie

When Marnie Was There


En İyi Sinematografi

Carol

The Hateful Eight

Mad Max: Fury Road

The Revenant

Sicario


En İyi Belgesel

Amy

Cartel Land

The Look of Silence

What Happened, Miss Simone?

Winter on Fire: Ukraine’s Fight for Freedom


En İyi Kostüm Tasarımı

Carol

Cinderella

The Danish Girl

Mad Max: Fury Road

The Revenant


En İyi Ses Kurgusu

Mad Max: Fury Road

The Martian

The Revenant

Sicario

Star Wars: The Force Awakens


En İyi Ses Miksajı

Bridge of Spies

Mad Max: Fury Road

The Martian

The Revenant

Star Wars: The Force Awakens


En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı

Mad Max: Fury Road

The 100-Year Old Man Who Climbed Out the Window and Disappeared

The Revenant

11 Ocak 2016

73. Altın Küre Ödülleri sahiplerini buldu


73. Altın Küre Ödüllerisi Sahiplerini buldu. The Revenant En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu olmak üzere aldığı üç büyük ödülle gecenin gerçek kazananı oldu.

Kazananlar Mavi ile işaretlenmiştir.

En İyi Film (Drama)


* Carol

* Mad Max: Fury Road

* The Revenant

* Room

* Spotlight


En İyi Film (Müzikal/Komedi)


* The Big Short

* Joy

* The Martian

* Spy

* Trainwreck


En İyi Yönetmen


* Todd Haynes | Carol

* Alejandro Gonzalez Inarritu | The Revenant

* Tom McCarthy | Spotlight

* George Miller | Mad Max: Fury Road

* Ridley Scott | The Martian


En İyi Erkek Oyuncu (Drama)


* Bryan Cranston | Trumbo

* Leonardo DiCaprio | The Revenant

* Michael Fassbender | Steve Jobs

* Eddie Redmayne | The Danish Girl

* Will Smith | Concussion


En İyi Kadın Oyuncu (Drama)


* Cate Blanchett | Carol

* Brie Larson | Room

* Rooney Mara | Carol

* Saoirse Ronan | Brooklyn

* Alicia Vikander | The Danish Girl


En İyi Erkek Oyuncu (Komedi/Müzikal)


* Christian Bale | The Big Short

* Steve Carell | The Big Short

* Matt Damon | The Martian

* Al Pacino | Danny Collins

* Mark Ruffalo | Infinitely Polar Bear


En İyi Kadın Oyuncu (Komedi/Müzikal)

* Jennifer Lawrence | Joy

* Melissa McCarthy | Spy

* Amy Schumer | Trainwreck

* Maggie Smith | The Lady in the Van

* Lily Tomlin | Grandma


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

* Paul Dano | Love & Mercy

* Idris Elba | Beasts of No Nation

* Mark Rylance | Bridge of Spies

* Michael Shannon | 99 Homes

* Sylvester Stallone | Creed


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu


* Jane Fonda | Youth

* Jennifer Jason Leigh | The Hateful Eight

* Helen Mirren | Trumbo

* Alicia Vikander | Ex Machina

* Kate Winslet | Steve Jobs


En İyi Senaryo

* The Big Short | Adam McKay ve Charles Randolph

* The Hateful Eight | Quentin Tarantino

* Room | Emma Donoghue

* Spotlight | Tom McCarthy ve Josh Singer

* Steve Jobs | Aaron Sorkin


En İyi Özgün Müzik

* Carol | Carter Burwell

* The Danish Girl | Alexandre Desplat

* The Hateful Eight | Ennio Morricone

* Steve Jobs | Daniel Pemberton

* The Revenant | Alva Noto ve Ryichi Sakamato


En İyi Özgün Şarkı


* Love Me Like You Do | Fifty Shades of Grey

* One Kind of Love | Love & Mercy

* See You Again | Furious 7

* Simple Song #3 | Youth

* Writing’s On the Wall | Spectre


En İyi Animasyon

* Anomalisa

* The Good Dinosaur

* Inside Out

* The Peanuts Movie

* Shaun the Sheep Movie


En İyi Yabancı Film

* The Brand New Testament

* The Club

* The Fencer

* Mustang

* Son of Saul

5 Ocak 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #38 The Misfits


Klasik sinemanın büyük üstadı John Huston'ı daha çok ilk filmi The Maltase Falcon, The Treasure o Sierra Madre ve The African Queen gibi filmleriyle tanıyoruz. Ancak 1961 tarihli The Misfits, Huston'ın belki de en iyi filmidir. Yıldız oyuncu kadrosunun (Marilyn Monroe, Clark Gable, Montgomery Clift ve Thelma Ritter) filmin çekimlerinden sonra -zaman içinde- sırayla ölmesi The Misfits'e başka bir gözle bakılmasına ve filmin popülaritesinin artmasına sebep olmuş. Hikayeyi özetlemek gerekirse; Roslyn, boşanmasının ertesinde yaşlı arkadaşı Isabella ile yeni arkadaşlar edinir. Roslyn; eski pilot Guido, eski bir kovboy Gay ve onlara sonradan katılan genç ve yakışıklı rodeocu Perce'yle birlikte vahşi atları yakalayacakları bir maceraya atılırlar ama Roslyn'in bilmediği şeyler vardır ve gerçekler acıtır.

5 karakter etrafında şekillenen The Misfits'te Huston, özgürlük kavramını merkeze alarak bu karakterler üzerinden insani değerleri ve değişen zamanın değiştiremediklerinin altını çiziyor. Karakterlerden başlayalım. Roslyn, sadece yaşamak isteyen, nereye ait olduğunu bilmeyen ve kafasına estiği  gibi yaşamayı seven bir kadın. Guido karısını kaybetmiş, Gay da ondan farksız, bir dul ama kadınların dilinden anlayan bir adam, Perce ise ailevi sorunları olan başıboş bir delikanlı... Kısacası hayata tutunamamış, yalnızlığa mahkum ve hepsi de özgürlüğüne fazlasıyla düşkün. Ve genç alımlı ve arkadaş canlısı bir kadın olan Roslyn, bu üç erkeğin çekim alanına  girdiğinde hepsini aşık ediyor kendine. Elbette Roslyn içlerinde en kibarı olan eski kovboy Gay'e aşık oluyor. Gelin görün ki Roslyn'in Gay'le yakınlaşması ve diğerleriyle kurduğu arkadaşlık onları tanımaya başladıkça sarsılmaya başlayacaktır.

Huston uzun zaman karakterler arasındaki etkileşimi vermekle yetinirken, bir yandan da 60'lar Amerika'sının portresini çiziyor. Film asıl meselesine son 40 dakikalık dilimde odaklanıyor. Mustang adı verilen, doğada özgürce yaşayan atların köpek maması yapılmak üzere yakalanıp katledildiği bir düzene başkaldırıyor Roslyn. Kendini atlarla özdeşleştiriyor ve kısa sürede tanıyıp sevdiği bu adamların da diğerlerinden bir farkının olmadığını anlamasıyla derin bir hüzne kapılıyordu. Gay, kendini özgür kılmak için atları avlıyor ve o avlamasa bu işi yapacak başka birilerinin olacağını çok iyi biliyor. Kurulu düzeni değiştirmenin olasılıksızlığı, bireysel çabaların yenilgiye mahkum olduğu çarpıcı bir sinema diliyle aktarılıyor. Filmin adına baktığımızda 'Misfits' uygunsuzlar yani çevresine, topluma uyumsuz insanlardan bahsediliyor. Erkekler sürekli yaptıkları iş için "memur olmaktan daha iyidir" diyorlar. Onlar için memur olmak demek diğerleri gibi olmak, çarkın bir parçası olmak belki de ehlileştirilmek anlamına geliyor. Özgürlüklerinden bir parçanın koparılması belki de...

Sonuç olarak Arthur Miller'ın usta işi senaryosu Huston gibi dev bir yönetmenin elinde eşsiz bir filme dönüştü. Zamanında kıymeti bilinmeyen ama bugün bakıldığında anlattıklarıyla-anlatmaya çalıştıklarıyla, oyuncu ve oyunculuklarıyla üzerine ne kadar konuşsak az gelecek zenginlikte bir sanat eseri The Misfits.

1 Ocak 2016

Westernin yaramaz çocuğu: The Hateful Eight


Quentin Tarantino’nun Django Unchained’ın ardından bir kez daha westernle çıkageldiği The Hateful Eight, yönetmenin hikâye anlamında daha klasik, biçimsel açıdan ise tür için yenilikçi sayılabilecek ve yine sinema duygusuyla dolup taşan filmlerinden biri. Türün klasik temaları ve biçimiyle hınzırca oynayan Tarantino için artık westernin yaramaz çocuğu diyebiliriz. Bu yıl 88. kez dağıtılacak Oscar ödüllerinde en azından birkaç adaylığına kesin gözüyle baktığımız film, yılın öne çıkan nitelikli yapımlarından.

Django Unchained’da kölelik meselesini deşen Tarantino sert bir Spagetti Western çekmişti. Westernlerin pek değinmediği köleliği filmin merkezine yerleştirerek farkını ortaya koymuştu. The Hateful Eight’e baktığımızda yönetmenin daha klasik bir hikâye ile karşımıza çıktığını görüyoruz. Ödül avcılarının yakaladıkları suçluları teslim etme sürecinde yaşadıkları problemleri kendi tarzında hikâye ediyor Tarantino. Bunu yaparken, uyumsuz karakterlerin bir posta arabasında ve kapalı bir mekânda bir arada bulunmak zorunda olmalarını türün klasiklerinden Stagecoach’dan devşiriyor. Tarantino, filmi Kill Bill ve Inglourious Basterds gibi bölümlere ayırsa da (film altı bölümden oluşuyor) temel olarak 35 dakikalık yolculuk bölümü ve sonrasında Minnie’nin Tuhafiye’sinde geçen diğer bölüm şeklinde ikiye ayırmak gerekiyor. Hikâyenin bölümlere ayrılarak anlatılması The Hateful Eight’te bir alışkanlıktan öteye gitmiyor. Büyük bir anlam taşımıyor.

Tarantino, western adına söylenebilecek yeni bir şey olmadığını bildiği için ne söylediğime veya ne anlattığıma değil, nasıl anlattığıma bakın diyor. Filmin bölümlere ayrılmasından, flashback sahnesiyle geri dönüş yapılmasına, aynı sahnenin başka bir bakış açısından verilmesine ve hatta filmin film olduğunun açık edilmesine kadar pek çok biçimsel numara deniyor Tarantino. Bu tercihlerle miadını dolduran western türünde içeriğiyle yapamayacağı yeniliği biçimsel özellikleriyle yaparak seyircisini tavlamayı başarıyor. Hikâyenin bahsettiğimiz biçimsel numaralara göre yazıldığı da çok belli. The Hateful Eight’in başarısını göz önüne alırsak, başka türlerle melezleşmesi dışında lineer akışın dışına pek çıkmayan westernin Tarantino gibi formalist sinemacılara ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz.

Django Unchained gibi uzun süresi ve bunun yanında gevezeliğiyle de eleştiri konusu olan The Hateful Eight, bu uzun süresini lehine kullanıyor esasında. Karakterleri tanıtmak, derinleştirmek, aralarındaki ilişki örmek, çatışma ortamını hazırlamak ve de tüm bunların aceleye getirilmeden yapılmasının gerekmesi 2 saat 45 dakikalık süreyi lüzumlu kılıyor. Her Tarantino filminde olduğu gibi karakterler yine seyirci için fazla bir şey ifade etmeyen sohbetlere giriyor zaman zaman. Ancak o sohbetler arasındaki detayları yakaladığınızda filmden daha fazla keyif almanız olası. Tarantino sinemasının özünde bunlar var neticede.

Bir önceki işiyle karşılaştırdığımızda her anlamda çok daha yeni bir western izlediğimizi düşünüyorum. Çoğu tek mekânda geçen bir western çekmek gerçek bir meydan okuma denilebilir. Tarantino o cesarete ve de işin altından kalkabilecek yeteneğe sahip bir yönetmen. Karakterlerin tek mekâna sıkıştırılması klasik kovboy düellolarının yerini söz düellolarına bırakılması anlamına geliyor. Yani Tarantino’nun en iyi bildiği işe… Westernlerde iç mekânın köşeye sıkıştırılan karakterlerin savunma alanı olarak kullanıldığı filmlerde dahi böylesi bir tek mekân kullanımı yok. Tüm aksiyonun ve çatışmanın iç mekâna hapsedilmesinin alınan sonuç itibariyle önemsenmesi gerektiği kanısındayım. Tipi ve dondurucu soğuk sebebiyle karakterlerimizin hayatta kalabilmek için aynı mekânı paylaşmak zorunda kalması, Vahşi batının tekinsizliğinin ve kimsenin kimseye güvenememesinin yarattığı her an tetikte olma durumları, Tarantino mizahıyla farklı bir boyut kazanıyor. 

Filmin kan ve şiddet kullanımı Django Unchained’a oranla daha az. Cellât John Ruth’un başına konan ödül için Red Rock’a götürdüğü kadın suçlu Daisy Domergue üzerinde uyguladığı şiddet dışında bu hususta üzerine konuşulabilecek ciddi bir meselenin olmadığı kanısındayım. Kadına yöneltilen şiddet sebebiyle Tarantino’ya kadın düşmanı suçlamasında bulunmanın da komik oluğunu düşünüyorum.

Son söz: Westernle ilişkinizin çok da önem taşımadığı klasik bir Tarantino filmi The Hateful Eight 8.5\10