Dogtooth ile ünü dünyaya yayılan yeni kuşak Yunan sinemacılardan Yorgos Lanthimos’un ilk İngilizce filmi The Lobster (Istakoz), son derece özgün distopik dünyasıyla seyircisini kolay kolay unutamayacağı bir bilimkurgusal deneyim yaşamaya davet ediyor. Sadece hikâyesiyle bile seyircini çarpmayı başaran filmde; Colin Farrell, Rachel Weisz, Lea Seydoux ve Ben Whishaw gibi birbirinden başarılı oyuncular var. Ülkemizde 25 Aralık'ta vizyona giren filmi inceledim.
The Lobster’ın dünyası
Lanthimos, insanoğlunun yalnız yaşayamayacağı düşüncesinden yola çıkıp, kendine has kuralları olan bir dünya yaratmış. Devletin eşinden ayrılan veya eşini kaybedip yalnızlaşan bireyleri, 45 gün içinde yeni bir eş bulmakla yükümlü tuttuğu ve bunu gerçekleştiremediği takdirde bireyi kendi seçtiği bir hayvana dönüştürdüğü bir dünyadayız. Yönetmen bize kurduğu dünyanın en can alıcı noktalarını göstermekle yetiniyor. Çiftler halinde yaşamak zorunda kalan insanların, şehir hayatındaki aktiviteleri, nasıl bir yaşam sürdükleri ve bu düzenin ne gibi artı ve eksileri olduğu veya neden gerekli olduğu üzerinde durmuyor Lanthimos. Hikâyeye ana karakterimiz David’in eşinden ayrılışı ve devletin yalnız kalan bireyleri kendilerine uygun yeni eşler bulmak için gönderdiği otele yaptığı seyahatle giriliyor. Bu noktadan itibaren filmin ilk yarısı boyunca mekânımız The Lobster’ın dünyasını tanıyacağımız özel otel oluyor. Birer hayvana dönüşmemek için ‘çiftleşmeye’ çalışan karakterlerimizin nasıl bir süreçten geçtiklerini görüyoruz. İnsanoğlunun katı kurallar, cezalar ve ödüllerle sindirilmeye çalışılarak topluma kazandırıldığı filmde, devletin baskıcı ve kısıtlayıcı sistemine karşı duran asiler var bir de. Ne ilginçtir ki; ormanda birer kanun kaçağı olarak yaşamlarını sürdüren yalnızlar da kendi içlerinde kaçtıkları baskıcı yönetim anlayışını benimsiyorlar. Meseleyi asilere sığınan David üzerinden değerlendirirsek, distopyadan kaçan birey için kaçış olmadığının vurgulandığını söyleyebiliriz. Tek çıkış yolu çift olmak, bunun için de uyumlu olabilmek
Uyumluluk yasası
Lanthimos kendi kuralları olan bir dünya yaratmış demiştik. Film temelde modern dünyadaki kadın-erkek ilişkilerinin üzerine kurulu olduğu uyumluluk meselesini odağına almış. Kadın-erkek sınırlamaksızın, bireylerin politik duruşlarından, inançlarına, hobilerine kadar kısacası aynı bakış açısına sahip olmanın ilişkilerde belirleyici olması durumuyla kimyanın tutması diye tabir ettiğimiz uyumun yönetmen Lanthimos’un distopyasında keskin sınırları olan bir yasaya dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. The Lobster’da hayata hangi pencereden baktığının bir önemi yok. Bireylerin çoğunlukla gözle görülebilen, yani somutlaştırılabilen (burun kanaması, topallamak, miyop gözler vb.) karakter özelliklerinin benzeşmesi çift olabilmek için altın kural. The Lobster’ın distopik dünyası kapsamında “uyumluluk yasası” da diyebileceğimiz bu durumun ortaya çıkış sebebi şüphesiz ki, çiftlerin ilişkilerini sürdürme konusundaki başarısızlığı. Lanthimos, “Neden çiftler halinde yaşamak zorundayız?” sorusuna net bir cevap veremese de kanun koyucu olan devletin neden böyle bir yasaya ihtiyaç duyduğunu anlatabilmiş. Bir noktadan sonra kanun koyucunun da bu yasanın gerçekliğine inandığını ve varlığını sorgulama gereği duymadığını varsayabiliriz. Peki, dünyamızda insanın doğası gereği kendiliğinden var olan uyumluluk yasasının The Lobster’daki versiyonu için ne söyleyebiliriz? Filmin tamamen absürd dünyası içinde gerçekliğini kabul edebileceğimiz gibi reddedebiliriz de. Sonuçta karşımızda farklı okumalara açık zengin bir film var. Sürekli burnu kanayan iki insanın birbirleri için yaratıldıklarını düşünmesi veya gerçekten birbirleri için yaratılmış olmaları kadar absürd bir şey olamayacağı için reddedebiliriz. David ile isimsiz anlatıcımızın birbirlerinin miyop olduklarını öğrenmeden âşık olmaları, öğrendiklerinde ise sanki uyumlu oldukları için âşık oldukları izleniminin yaratılmasının aldatmacadan öte bir şey olmadığı düşüncesine kapılabiliriz. Oteldeki 45 günlük macerasının ilk gününde yöneticinin David’i “Size benzer türde olan bir hayvan seçmelisiniz, bir kurt ile penguen asla birlikte yaşayamaz.” diyerek uyarması, tüm diğer yalnızlar gibi onun da koşullandırılarak sisteme uygun bir birey yapılmaya çalışıldığının bir göstergesi olabilir. Asilerin sistemin başarısızlığını kanıtlama çabası da bu savı destekleyici bir argüman olarak kullanılabilir.
Distopya modeliyle farkını ortaya koyan bir bilimkurgu
Bu alt tür bilimkurguların birçok örneğinde ana karakterin distopyadan kaçma isteği ve girişimiyle birlikte mevcut düzeni, sistemi yıkma çabasıyla bir umuda yolculuk hikâyesi izleriz. İkinci yarısına kadar The Lobster da bu yolun yolcusu olduğunu belli ediyor derken, Lanthimos’un kaçılacak yeri olmayan bir distopik dünya inşa ettiğini anlayarak sarsılıyoruz. Birbirinin zıddı iki distopik yer arasında savrulan karakterlerimiz, biri diğerinden daha tercih edilebilir olsa da umudu ancak sistemin dayattığı çift olmakta buluyorlar. Acımasız bir dünya tasarlayan Lanthimos, ucunu açık bıraktığı finaliyle de umuda yer bırakmıyor. En ilginç olan durum baskıdan, otoriteden kaçan, özgürlük arayan insanların, o özgürlük alanını bulduklarında kendi acımasız yasalarını uygulamaya koyması ve kaçtıkları canavara dönüşerek hem sistemin kurbanı olmaya devam etmeleri hem de aralarına yeni katılanları kurban etmeleri denilebilir. The Lobster’da asi olarak nitelediğimiz karakterlerin sisteme başkaldırmaları dışındaki davranışları asilikle çelişiyor. Düzene ayak uyduramayan insanların hayvana dönüştürülmesini de o çelişkili durumla birlikte değerlendirdiğimizde varacağımız sonuç Lanthimos’un insanlık eleştirisine soyunduğudur. Buradan da yönetmenin neden distopya içinde distopya modelini tercih ettiğini anlıyoruz. İnsanoğlunun her geçen gün dünyayı daha yaşanmaz bir yer haline dönüştürdüğü gerçeği, “insan varsa umuda yer yok” gibi bir söylemi beraberinde getiriyor. Ve ancak hayvanlara bırakırsak dünya için umut olabilir gibi bir düşünce dillendirilmese de sezdiriliyor sanki.
The Lobster’ın dünyası
Lanthimos, insanoğlunun yalnız yaşayamayacağı düşüncesinden yola çıkıp, kendine has kuralları olan bir dünya yaratmış. Devletin eşinden ayrılan veya eşini kaybedip yalnızlaşan bireyleri, 45 gün içinde yeni bir eş bulmakla yükümlü tuttuğu ve bunu gerçekleştiremediği takdirde bireyi kendi seçtiği bir hayvana dönüştürdüğü bir dünyadayız. Yönetmen bize kurduğu dünyanın en can alıcı noktalarını göstermekle yetiniyor. Çiftler halinde yaşamak zorunda kalan insanların, şehir hayatındaki aktiviteleri, nasıl bir yaşam sürdükleri ve bu düzenin ne gibi artı ve eksileri olduğu veya neden gerekli olduğu üzerinde durmuyor Lanthimos. Hikâyeye ana karakterimiz David’in eşinden ayrılışı ve devletin yalnız kalan bireyleri kendilerine uygun yeni eşler bulmak için gönderdiği otele yaptığı seyahatle giriliyor. Bu noktadan itibaren filmin ilk yarısı boyunca mekânımız The Lobster’ın dünyasını tanıyacağımız özel otel oluyor. Birer hayvana dönüşmemek için ‘çiftleşmeye’ çalışan karakterlerimizin nasıl bir süreçten geçtiklerini görüyoruz. İnsanoğlunun katı kurallar, cezalar ve ödüllerle sindirilmeye çalışılarak topluma kazandırıldığı filmde, devletin baskıcı ve kısıtlayıcı sistemine karşı duran asiler var bir de. Ne ilginçtir ki; ormanda birer kanun kaçağı olarak yaşamlarını sürdüren yalnızlar da kendi içlerinde kaçtıkları baskıcı yönetim anlayışını benimsiyorlar. Meseleyi asilere sığınan David üzerinden değerlendirirsek, distopyadan kaçan birey için kaçış olmadığının vurgulandığını söyleyebiliriz. Tek çıkış yolu çift olmak, bunun için de uyumlu olabilmek
Uyumluluk yasası
Lanthimos kendi kuralları olan bir dünya yaratmış demiştik. Film temelde modern dünyadaki kadın-erkek ilişkilerinin üzerine kurulu olduğu uyumluluk meselesini odağına almış. Kadın-erkek sınırlamaksızın, bireylerin politik duruşlarından, inançlarına, hobilerine kadar kısacası aynı bakış açısına sahip olmanın ilişkilerde belirleyici olması durumuyla kimyanın tutması diye tabir ettiğimiz uyumun yönetmen Lanthimos’un distopyasında keskin sınırları olan bir yasaya dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. The Lobster’da hayata hangi pencereden baktığının bir önemi yok. Bireylerin çoğunlukla gözle görülebilen, yani somutlaştırılabilen (burun kanaması, topallamak, miyop gözler vb.) karakter özelliklerinin benzeşmesi çift olabilmek için altın kural. The Lobster’ın distopik dünyası kapsamında “uyumluluk yasası” da diyebileceğimiz bu durumun ortaya çıkış sebebi şüphesiz ki, çiftlerin ilişkilerini sürdürme konusundaki başarısızlığı. Lanthimos, “Neden çiftler halinde yaşamak zorundayız?” sorusuna net bir cevap veremese de kanun koyucu olan devletin neden böyle bir yasaya ihtiyaç duyduğunu anlatabilmiş. Bir noktadan sonra kanun koyucunun da bu yasanın gerçekliğine inandığını ve varlığını sorgulama gereği duymadığını varsayabiliriz. Peki, dünyamızda insanın doğası gereği kendiliğinden var olan uyumluluk yasasının The Lobster’daki versiyonu için ne söyleyebiliriz? Filmin tamamen absürd dünyası içinde gerçekliğini kabul edebileceğimiz gibi reddedebiliriz de. Sonuçta karşımızda farklı okumalara açık zengin bir film var. Sürekli burnu kanayan iki insanın birbirleri için yaratıldıklarını düşünmesi veya gerçekten birbirleri için yaratılmış olmaları kadar absürd bir şey olamayacağı için reddedebiliriz. David ile isimsiz anlatıcımızın birbirlerinin miyop olduklarını öğrenmeden âşık olmaları, öğrendiklerinde ise sanki uyumlu oldukları için âşık oldukları izleniminin yaratılmasının aldatmacadan öte bir şey olmadığı düşüncesine kapılabiliriz. Oteldeki 45 günlük macerasının ilk gününde yöneticinin David’i “Size benzer türde olan bir hayvan seçmelisiniz, bir kurt ile penguen asla birlikte yaşayamaz.” diyerek uyarması, tüm diğer yalnızlar gibi onun da koşullandırılarak sisteme uygun bir birey yapılmaya çalışıldığının bir göstergesi olabilir. Asilerin sistemin başarısızlığını kanıtlama çabası da bu savı destekleyici bir argüman olarak kullanılabilir.
Distopya modeliyle farkını ortaya koyan bir bilimkurgu
Bu alt tür bilimkurguların birçok örneğinde ana karakterin distopyadan kaçma isteği ve girişimiyle birlikte mevcut düzeni, sistemi yıkma çabasıyla bir umuda yolculuk hikâyesi izleriz. İkinci yarısına kadar The Lobster da bu yolun yolcusu olduğunu belli ediyor derken, Lanthimos’un kaçılacak yeri olmayan bir distopik dünya inşa ettiğini anlayarak sarsılıyoruz. Birbirinin zıddı iki distopik yer arasında savrulan karakterlerimiz, biri diğerinden daha tercih edilebilir olsa da umudu ancak sistemin dayattığı çift olmakta buluyorlar. Acımasız bir dünya tasarlayan Lanthimos, ucunu açık bıraktığı finaliyle de umuda yer bırakmıyor. En ilginç olan durum baskıdan, otoriteden kaçan, özgürlük arayan insanların, o özgürlük alanını bulduklarında kendi acımasız yasalarını uygulamaya koyması ve kaçtıkları canavara dönüşerek hem sistemin kurbanı olmaya devam etmeleri hem de aralarına yeni katılanları kurban etmeleri denilebilir. The Lobster’da asi olarak nitelediğimiz karakterlerin sisteme başkaldırmaları dışındaki davranışları asilikle çelişiyor. Düzene ayak uyduramayan insanların hayvana dönüştürülmesini de o çelişkili durumla birlikte değerlendirdiğimizde varacağımız sonuç Lanthimos’un insanlık eleştirisine soyunduğudur. Buradan da yönetmenin neden distopya içinde distopya modelini tercih ettiğini anlıyoruz. İnsanoğlunun her geçen gün dünyayı daha yaşanmaz bir yer haline dönüştürdüğü gerçeği, “insan varsa umuda yer yok” gibi bir söylemi beraberinde getiriyor. Ve ancak hayvanlara bırakırsak dünya için umut olabilir gibi bir düşünce dillendirilmese de sezdiriliyor sanki.
Son söz: Lanthimos’un ağır, kendi tarzında anlatısıyla devleşen The Lobster, son yılların en iyi olmasa da en yaratıcı bilimkurgusu… 9.5\10