10 Nisan 2017

The Discovery


Bağımsız bir bilimkurgu olan ilk uzun metrajı The One I Love ile kariyerine hızlı bir başlangıç yapan Charlie McDowell’ın merakla beklediğimiz ikinci çalışmasına nihayet kavuştuk. Bilimkurgu sinemasında ısrarcı olacağını anladığımız McDowell’ın ikinci filmi The Discovery, hikâyesi ve oyuncu kadrosuyla daha iddialı bir proje. Prömiyerini Sundence Film Festivali’nde yapan film, Netflix’te seyircisiyle buluştu.

McDowell, ilk filminde olduğu gibi yine son derece ilginç ve merak uyandırıcı bir hikâyeyle yola çıkmış. Bilimkurgu sinemasının pek el atmadığı ölüm sonrası hayat var mı? sorusu üzerine giden ve ölüm sonrasında hayatın varlığı kanıtlansa neler olurdu? sorusunun cevaplarını arayan film, tahmin etmediğimiz bir noktaya gidiyor. Bir bilim insanı olan Profesör Thomas, hayatını ölümün ardında ne olduğunu araştırmaya adamış. Net bir cevap bulamamış olmasına rağmen, kanıt olarak sunduğu veriler, insan hayatını kökünden değiştirecek sonuçlar doğuruyor. İki yılda dört milyon insanın intihar ettiği bilgisiyle, insanların hangi motivasyonlarla ölümü seçtiklerini düşünmeye başlıyoruz. Profesörün icat ettiği makine, ölüm esnasında bedeni terk eden dalgaları atomaltı düzeyde yakalamayı başarıyor. Dalgaların farklı bir boyuta geçtiğini kanıtlıyor. Bu kanıt, beraberinde birçok yeni soru getiriyor. Ancak bu yeni sorular, ölümle birlikte yok olacağına inanan insanları çok da ilgilendirmiyor. Ölümle anlamını kaybedecek hayatları bir anda anlam kazanıyor. Anlamını kaybeden şey ise bu dünyadaki varlıkları. Böyle düşündüğümüzde intiharları garipsemeyebiliriz. Ancak, filmde de dile getirilen diğer boyutun bu dünyadan daha iyi bir yer mi, yoksa daha kötü bir yer mi olduğu sorusu intihar eden kişilerin motivasyonunu sorgulamamıza sebep oluyor. McDoweel’ın çıkış noktasını sınırlı bir düşünce yapısı içerisine hapsetmesi, bu sıra dışı keşfi sadece bilimkurgu çerçevesi içerisinde tutmak istemesi, elini zayıflatmış. Ölümle yeni bir boyuta geçilmesinin kanıtlanması, şüphesiz ki intihar vakalarının görülmesine sebep olur ancak böyle bir keşif modern dünyayı kökünden değiştirebilir. Filmde en azından bu keşfin intiharlar dışındaki sosyal-psikolojik etkilerini görmeyi bekliyoruz.

Yazar-yönetmen McDowell’ın Profesör Thomas, Nörolog oğlu Will ve Will’in yeni tanışıp âşık olduğu Isla olmak üzere bu üç karakterin kişisel hikâyelerini de ana hikâyeye hizmet edecek biçimde kullandığı bir olay örgüsü inşa ettiğini görüyoruz. Isla’nın çocuğunu kaybetmiş olması, Thomas ile Will’in ise benzer bir ailevi meselesinin bulunması, The Discovery’nin son kısmında anlam kazanan detaylar olmasına rağmen dramatik açıdan filme ciddi bir katkı yaptığını söylemek zor. McDowell’ın özgün hikâyesi, 90’lı yılların bilimkurguya göz kırpan korku klasiği Flatliners’tan esintiler taşıyor. Bilinçli olarak ölüm sonrası deneyimi yaşayan beş tıp öğrencisinin hikâyesi korku janrı kapsamında değerlendirilmişti. The Discovery’de profesörün benzer girişimleri olduğunu görüyoruz. Oradaki gençler gibi kalbini durdurup, öte tarafa kısa ziyaretler yapıyor. Kendisini kobay olarak kullanmasının ardında bilime hizmet etmek dışında bir amaç yok. 

Yönetmenin ölüm sonrasıyla ilgilenen saf bilimkurgusu, son yarım saatte gizemini iyice arttırıyor. McDowell, The One I Love’da olduğu gibi cevaplardan ziyade sorulara önem veriyor. Zaten The Discovery ve The One I Love’a bakarak, yönetmenin bilimkurguda kendi tarzını oluşturabildiğini net bir biçimde görüyoruz. The Discovery, son düzlüğe girdiğinde yaptığı manevrayla ölüm sonrası yaşam fikrini heyecan verici başka bir fikirle birleştiriyor. McDowell, farkını ortaya koymuş, sorunlarına rağmen iyi finaliyle düşündüren bir film çıkarmasını bilmiş. 7.1\10