27 Aralık 2017

Dunkirk Neden Yılın Hayal Kırıklığı?


Christopher Nolan’ın ilk savaş filmi denemesi Dunkirk, 2017’nin en heyecan verici projelerinden biriydi. Filmin ülkemizdeki gösteriminden evvel, dış basından gelen tepkiler (en iyi Nolan filmi olduğunu söyleyen yazarlar, başyapıt vb. yorumlar) de beklentilerin çığ gibi büyümesine sebep oldu haliyle. Ne var ki, 21 Temmuz’da ülkemizde vizyona giren film, soğuk duş etkisi bıraktı birçok sinemasever üzerinde. Ancak hem dünya genelindeki tepkileri, hem de ülkemizdeki genel beğeni seviyesini düşündüğümüzde Dunkirk’ün yılın en overrated filmlerinden biri olduğu gerçeği çok bariz. Dunkirk neden yılın en büyük halay kırklığı oldu bunu açmak istiyorum bu yazıda.

Son filminde Dunkirk Tahliyesini konu edinen Nolan, klasik anlatıyı takip etmeyen, sıradışı bir savaş filmi çekmek için yola çıkmış. Hatta Nolan’a göre Dunkirk bir savaş filmi dahi değil. Ona göre bu film bir hayatta kalma mücadelesi ve bir gerilim. Savaşın yoğunluğunu farklı bir açıdan göstermek istiyor. Kanlı cephe savaşları yok ve hatta savaşta karşı tarafı göremiyoruz. Buna rağmen “Dunkirk savaş filmi değil” söylemine katılmak mümkün değil. Dunkirk ne değil? Klasik bir savaş filmi değil, farklı bir savaş filmi deneyimi yaşatmak isteyen bir savaş filmi…

Nolan, bu türde örneğini görmediğimiz bir anlatı tercih etmiş. Dunkirk Tahliyesini üç farklı hikâyeyle ele alıyor Nolan. Bunu da üç farklı mekân (kara, hava ve deniz) ve bu mekânları çizgisel olmayan bir zaman akışıyla işlemek zekice bir düşünce ve takdir edilmesi gereken bir tercih kabul etmek lazım. Ancak, bu anlatım biçiminin ne kadar işlevsel olduğu tartışılır. Ya da özgün anlatım biçiminin filmi sırtladığını söylemek mümkün mü? Bence hayır. Çünkü filmin ciddi sorunları var. Dunkirk’ün temel sorunu Nolan’ın altın kural ihlali yapması. O altın kural da bir savaş filminin içi dolu karakterlerinin olma zorunluluğu...Sebebi ise şu: Savaş filmlerinde takip edilen savaşın kendisi değildir. Christopher Nolan da olsanız karakter yaratmadan savaş filmi klasiği yaratamazsınız. Peki, karakter yaratmaktan kastımız tam olarak nedir, bunu açalım. Dunkirk’te havada, sahilde ve denizde geçen üç hikâyenin de kahramanları var. Ancak hikayelerine ortak olduğumuz karakterlerimizin hiçbirini merak etmiyor, hiçbiri için endişelenmiyor ve hiçbiriyle empati kuramıyoruz. Dolayısıyla hikâyesine ortak olacağımız, peşine takılacağımız bir karakter bulamıyoruz. Böyle olunca onca hengâmenin içinde kayboluyoruz, sadece savaşın yarattığı cehennemi gözlemliyoruz. Daha fazlası yok filmde. Özellikle havada geçen bölüm, filmin dramatik yapısını geçtim, hikâyesine dahi hizmet etmiyor, havada kalıyor. Bu durumda karakterler seyirci için bir anlam ifade etmiyor, haliyle film de… Filmde bakış açısına göre düşman tarafın gösterilmemesi de bir takım sorunlar doğuruyor: Klasik bir iyi-kötü çatışması olmadığı için taraf tutmak da pek mümkün olmuyor. Olup biteni tarafsız bir gözle izlemek ve o topa girmemek şüphesiz ilginç bir deneyim ancak bu yaklaşım kurgulanmış gerçekliğe zarar veriyor. Yaşattığı deneyim dışında, “Dunkirk’te neler olmuştu?” sorusuna belge niteliği taşıyan bir cevap vermekten çok da öteye gidemiyor film. İlk kez gerçek bir hikayeyi beyazperdeye taşıyan Nolan, gerçekliği kurgularken özgün kalmaya çalışıyor ama gerçekliğin esiri olmaktan kurtulamıyor.

Nolan’ın yapmak istediği ‘kahramansız’ savaş filmi, özgün anlatısı dışında klasik sinemada pek çok kez denendi ve başarılı bir sonuç alınamadı. Çok ve derinlemesine yaratılmamış karakterleri olan savaş filmlerinde seyircinin yaşadığı odak sorunları, bugün halen gözleniyor. Soluksuz izlenen, dur durak bilmeyen bir aksiyona benzetebileceğimiz Dunkirk, bu yönüyle çok başarılı ve genel olarak seyirci de tav (ya da tatmin) olmuş gibi görünüyor. Nolan’ın fark yaratmak adına yaptığı kurgusal hamleler de kabul görmüş. Zaten filmin en önemli artısı da bu denilebilir. Sonuç olarak Nolan’dan bir savaş filmi klasiği, bir başyapıt daha yaratmasını bekledik ama ortalamanın üzerine çıkamayan bir film izledik. Nolan yine yönetmenlik becerisini konuştursa da beklentilerimize oranladığımızda yılın hayal kırıklığına dönüşmekten kurtulamıyor Dunkirk 6\10

21 Aralık 2017

Eşitlik Savaşı: Battle of the Sexes


Little Miss Sunshine ve Ruby Sparks ile komedide harika işler çıkaran Jonathan Dayton-Valerie Faris ikilisinin üçüncü uzun metraj çalışması Battle of the Sexes, gerçek olaylara dayanan bir spor filmi. Emma Stone ve Steve Carell’ın akılda kalan performanslarıyla Altın Küre’de En İyi Kadın ve En İyi Erkek oyuncu kategorilerinde birer adaylık elde ettikleri film, ödül sezonunun öne çıkacak yapımlarından biri gibi görünmemesine karşın, hayal kırıklıklarıyla geçen yılın en iyi yapımlarından olmayı başarıyor.

Spor filmleri, genellikle sporcuların başarı öykülerini anlatmaktan pek öteye gitmez. Ana karakterin kariyerindeki düşüşü, ayağa kalkıp tekrar yükselişi ve bu sırada yaşanan zorluklar, kişisel sorunlar da işin içine katılarak işlenir. Bu formülle karakter derinliği yakalanır ve spor filmi, aynı zamanda iyi bir drama dönüştürülebilir. Kalıcı olabilenler de dramatik yönden ayakları yere basan spor filmleridir. Battle of te Sexes’a baktığımızda tarihin tanıklık ettiği sansasyonel bir tenis maçını ve o maçı hazırlayan süreci anlattığını görüyoruz. Bu süreçte maçın kahramanları Bobby Riggs ve Billie Jean King’in özel hayatları ve kişisel problemleri mercek altına alınıyor. Komediyle var olan yönetmenlerimiz Dayton ve Faris, elbette bu süreci mizahi bir ton tutturarak ele alıyor. Elbette az önce sözünü ettiğimiz formülü uyguluyorlar. Little Miss Sunshine’da olduğu gibi komedi-dram dengesini iyi kuruyorlar. Tenisin ikinci plana atıldığı bir spor filmi izliyoruz. Ron Howard’ın ezeli bir rekabeti anlattığı Formula filmi Rush’ı sevmek için Formula yarışlarını sevmek gerekmiyordu. Aynı durumun Battle of the Sexes için de geçerli olduğunu belirtelim.

Battle of the Sexes, konu ettiği spor dalından ziyade, o spor dalının etrafında gelişen çok daha önemli bir meseleyle ilgileniyor. Bu sebeple de tenis ve tenisçiler, bir araç olarak bu meseleye hizmet ediyorlar. 70’li yılların Amerika’sında, sporda cinsiyet ayrımı aşılması gereken toplumsal bir sorundu. Erkek egemenliğine dayalı sistemde (yöneticilerin, sözü geçen insanların çoğunlukla erkek olması) bu sorunu kuşkusuz ki masa başında halletmek pek de kolay bir iş değildi. Önyargıların yıkılması ve toplumsal algının değişmesi için bir şeylerin kanıtlanması gerekiyordu. Lawn Tenis Birliği yöneticilerine göre; erkekler daha güçlü, daha hızlı ve daha rekabetçiydiler. Bu sebeple de halk erkeklerin turnuvasına daha çok ilgi gösteriyordu. Kadın ve erkek tenis turnuvalarının bilet satışlarının aynı olmasına rağmen, erkek tenisçilerin kadın tenisçilerden sekiz kat fazla kazanmasını uygun gören yöneticilere biri dur demeliydi. Bu isim de kadın tenisçilerin en iyisi Billie Jean King’ti.

Billie Jean King’i ve Bobby Riggs’i bu maçı yapmaya iten sebepler, yani karakterlerimizin motivasyonları Battle of the Sexes’ın temel meselesi olduğu için üzerinde durmak gerekiyor. 30’lu ve 40’lı yıllarda tenisin bir numaralı ismi olan Bobby Riggs, filmde 55 yaşında, emekliliğini yaşayan ve tenisi kumar aracına dönüştürmüş bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Para kazanarak karısının baskısından kurtulmak, eski şaşaalı günlerine dönebilmek ve kaybettiği şöhretini geri kazanabilmek için kadın tenisçilerin eşitlik arayışından doğan krizi fırsata çevirmeyi düşünüyor. Tarihi maç fikri buradan çıkıyor. Elbette bu kriz kadar, Bobby’nin kendine güvenmesi, kumar ve iddiaya düşkünlüğü ve de kadınların erkeklerin %25’i kadar tenis oynayabildiklerini düşünmesinin etkisi var. Steve Carell’ın sivri dilli ve uçarı Bobby Riggs’e bürünmedeki başarısıyla sempati duyabildiğimiz bir karaktere dönüşüyor Riggs. Ana karakterimiz Billie Jean King’e baktığımızda, olayların merkezindeki figür olmasının da etkisiyle daha dolu bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Kendisiyle birlikte tüm kadın meslektaşlarının hakkını savunan, bu uğurda ait olduğu birliğe rest çeken güçlü bir karakter o. Eşcinselliğinin farkına varması, yaşadığı çelişkiler, eşiyle yaşadığı sorunlar ve bu sorunların oyununu etkilemesi karakterin derinleştirilmesini sağlarken, dramatik açıdan filmi de sırtlıyor. Bobby Riggs’in meydan okumasını kabul etmek zorunda kalan Billie Jean, gerektiğinde sorumluluk almasını bilen, savaşçı bir kadın. Onun bu maça çıkmaktaki motivasyonu ulvi bir amaç etrafında şekilleniyor. Ezilen, aşağılanan, hakları gasp edilen kadınlar adına bu maça çıkmak zorunda hissediyor kendisini. En çok da kadın meslektaşlarının var olma savaşı için… 

Dayton-Faris ikilisi, tarihe Battle of the Sexes (Cinsiyetlerin Savaşı) olarak geçen Bobby Riggs ile Billie Jean King arasındaki maçı hazırlayan sebepleri, maçın ana karakterlerimiz, Amerikan halkı ve kadınlar için önemini tartışma götürmez bir netlikte anlatmayı başarmışlar. Evet, bu sadece bir maç ama aynı zamanda bir maçtan çok daha öte… Kadınların erkeklerle eşit olduklarını, erkeklerin ise kadınlardan üstün olduklarını kanıtlama adına iki taraf için de benzersiz bir fırsat bu maç. Bir tenis maçının, cinsiyetlerin savaşı olarak lanse edilmesine ve önemine rağmen, bir karnaval havasında gerçekleşmesi, sporcuların maç öncesinde birbirlerini iğnelemeleri hatta alay etmeleri ama maç sonunda saygıda kusur etmemeleri sporun en güzel taraflarından biri ve film de bunu olabildiğince iyi bir biçimde görselleştirmeyi başarıyor. Yönetmenlerimizin, seyircileri maçın havasına sokabilmesinin, maçın sonucunu bilsek de heyecan duymamızı sağlayabilmelerinin azımsanmaması gerektiğini düşünüyorum. 8.5\10

18 Aralık 2017

Bir Baba-Oğul Trajedisi: Kutsal Geyiğin Ölümü


Kariyerine Hollywood’da devam eden Yorgos Lanthimos’un son çalışması The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü), hikâyesini mitolojiden alan bir film. Lanthimos, Iphigeneia mitini alıp serbest bir biçimde uyarlamış. Bu mite göre; Kral Agamemnon, bir gün avlanırken Tanrıça Artemis’e ait kutsal bir geyiği öldürür. Bu durum Artemis’in Agamemnon’a karşı kin ve öfke beslemesine neden olur ve Artemis, rüzgârların esmesine mani olur. Agamemnon’un filosu Troya’ya varmak için rüzgârı beklemektedir. Tanrıça, ancak Agamemnon kızı Iphigeneia’yı kendisine kurban verirse, öfkesinden vazgeçecek ve filonun yola çıkmasını sağlayacaktır. İşte bu mitik öykünün can alıcı kısasa kısas mevzusunu alıp modern dünyaya uyarlayan Lanthimos, miti kendi tuhaf sinema evrenine uyumlu hale getirmiş. Ortaya da yılın sinema olaylarından biri çıkmış.

Yazının devamı spoiler içermektedir. İzlemeden okumayınız!

Kutsal ailenin ölümü

Kynodontas’ta olduğu gibi bir aileyi merkezine yerleştirmiş Lanthimos. Aile içi dinamikleri tamamen farklı olmasına karşın, kutsal ailenin ölümüne ebeveynlerin yol açmasıyla The Killing of a Sacred Deer ile Kynodontas arasında bağ kurabiliyoruz. Bu film özelinde devam edelim ve öncelikle bu pencereden bakmayı bir deneyelim. Murphy ailesinin nezih yaşamları, genç Martin’in deyim yerindeyse ailemize musallat olmasıyla kaosa sürükleniyor. Kalp cerrahı olan baba Steve, alkol alarak girdiği bir ameliyatta hastasını kaybediyor. İçten içe suçlu olduğunu bilen Steve, babasız kalan Martin’le arkadaşlık kuruyor. Gittikçe tuhaflaşan bu ilişki, Martin’in isteklerine boyun eğen Steve’in, Martin’in annesiyle bir geleceklerinin olmayacağını kati bir şekilde belirtmesi ve bu sahneden sonraki davetine icabet etmemesi sonrasında arkadaşlık ilişkisinden bir tür düşmanlığa evriliyor. Bu noktadan sonra mitolojiden devşirilen lanet devreye giriyor ve aile kurumuna atfedilen kutsallık sorgulanmaya başlanıyor. Babanın ihmalkârlığı, çocuklar (Kim ve Bob) ve Anna’nın lanetlenmesine sebep oluyor. Steve, birinin ölmesine karar vermeli ve kısasa kısas kanunuyla adalet yerini bulmalıdır. Hikâye ilerledikçe filmin her anında karşılaştığımız tuhaflıklar aile içinde de gözleniyor. Her bireyin kendini düşünmeye başlaması ve çocukların özellikle de Kim’in ebeveynlerine olan güvenini kaybedip, kendini kurtarmaya çalıştığını görüyoruz. Steve’in çocukları ölümün pençesindeyken patates püresi istemesi, Kim’in kardeşi öldüğünde onun Mp3 çalarını kullanmak için ondan izin istemesi, Steve ve Anna’nın çocuklarına umutlarını kaybetmemelerini, iyi olacaklarını söylemek yerine, lanetten bahsetmeleri ve ikisinden birinin ölmesi gerektiğini anlatmaları (gösterilmese de çocukların her şeyin farkında olmasından bu çıkarımı yapabiliyoruz) gibi durumlar, ailevi değerlerin yitirilişinin net göstergeleri. 

Modern dünyada mit ve lanet

Lanthimos, Iphigeneia mitini ve o mitteki laneti her sorunun cevabını bilimle çözmeye çalıştığımız çağımıza uyarlıyor. Lanetle gelen hastalık çocukları kuşattığında ikisi de bilim insanı olan ebeveynlerimiz, bilimin sunduğu olanakları sonuna kadar kullanıyor. Aradıkları cevabı bulamadıklarında sorunun psikolojik olabileceği dahi öne sürülüyor. Steve, bir bilim insanı olduğu için başta lanete inanmasa da hastalığın seyrinin Martin’in söylediği gibi olması ve hastalığa bilimin çare bulamamasıyla lanetin gerçekliğiyle yüzleşiyor. Lanthimos, bir lanet karşısında antik çağlarda yaşamış bir insanla bilim çağının insanının vereceği tepkinin farklı olacağını ve ancak inanma sürecinin tamamlanmasıyla her iki zamanın insanının da gereği neyse onu yapacağını söylüyor. Murphy ailesine bu laneti musallat eden Martin’in, bu gücü nerden aldığı sorusu seyircinin kafasındaki en büyük soru işareti diyebiliriz. Bu soruya mantıklı bir cevap ararsanız, bir yere varamazsınız. Dolayısıyla da filmi saçma ve anlamsız bulmanız olasıdır. Şu halde The Killing of a Sacred Deer’ı anlamlandırmaya çalışırken mit uyarlaması olduğunu asla unutmamamız gerekiyor. Martin’e Tanrıça Artemis’in rolü biçiliyor bu hikâyede. Ve fakat Lanthimos, miti modern dünyanın gerçekliğine uyarladığı için Martin’i insanüstü bir karakter olarak çizmemiş. Empati kurmayı denediğimizde aşılmaz bir duvarla karşılaşmamızın temel sebebi Martin’in gerçek dünyada karşılığının olmaması diyebiliriz. Ayakları öpüldüğünde kutsal, lanet yağdırdığında şeytani bir figür olarak görebildiğimiz Martin, Steve’in ilgisine ihtiyaç duyduğu anlarda ise sıradan bir çocuktan başka bir şey değil.

Martin, babasının ölümüne sebep olduğuna inandığı Steve’i, baba adayı olarak görebiliyor. Annesiyle iyi anlaşacağına, belki de babasının boşluğunu dolduracağına inandığını düşünebiliriz. Martin’in suçladığı insanı baba figürüne dönüştürebilmesi, onda kutsiyet aramamız gerektiği anlamına gelmiyor. O, kendisi için kutsal olan babasını kaybetmiş, kutsal ailesi parçalanmış bir çocuk. Steve’e hatasını telafi etmesi için bir şans tanıyor ancak bunun mümkün olmadığını gördüğünde, hayalleri ikinci kez yıkıldığında masumiyetini tamamen kaybediyor. Bu noktadan itibaren laneti devreye sokan şeytani tarafının uyanması ise kaçınılmaz. Yönetmen, özünde insani durumlar olduğu müddetçe, mitlerin modern dünyada karşılığının olduğunu göstermek istemiş. Bu lanet hikâyesini kendi sinema evrenine uyumlu hale getirmekte pek zorlanmayan Lanthimos, suçluluk psikolojisiyle birlikte genel bir psikolojik analizi zorunlu kılan derinlikli bir metin yazmış. Filmdeki baba-oğul meselesini de Steve ile oğlu, Steve ile babası ve Steve ile Martin üçgeninde bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu film, babaların ve oğulların trajedisini anlatıyor esasında. İki taraflı bir trajedi bu. Babaların yaptıkları hataların bedelini, babalar ve oğullar birlikte öder önermesinin iç acıtan bir örneği...

The Killing of a Sacred Deer’da yine soğuk, duygusuz ve seyirciye mesafeli karakterler yaratan, ancak bu kez diğer filmlerine oranla seyircinin çözmekte zorlanacağı bir hikâye ve karakterlerle çıkagelen Lanthimos’un The Lobster’la başlayan Hollywood macerası, doğru cast ve hikâye tercihiyle başarısını perçinleyerek devam ediyor. Gerilimi arttıran müziklerinin yanı sıra açılış ve özellikle de kapanış sekansındaki klasik müzik kullanımıyla inanılmaz bir etki bırakan Lanthimos, bu kez gücünü hikâyesinin özgünlüğünden değil, trajediden ve bu trajediyi sunumundaki özgünlükten alıyor. Zira finalden önceki meşhur sahne ve final sahnesinin vuruculuğuyla deyim yerindeyse parmak ısırtıyor. 9.7\10

11 Aralık 2017

75. Altın Küre Adayları


EN İYİ FİLM (Drama)
Call Me by Your Name
Dunkirk
The Post
The Shape of Water
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri
EN İYİ ERKEK OYUNCU (Drama)
Timothée Chalamet | Call Me by Your Name
Daniel Day-Lewis | Phantom Thread
Tom Hanks | The Post
Gary Oldman | Darkest Hour
Denzel Washington | Roman J Israel, Esq.
EN İYİ KADIN OYUNCU (Drama)
Jessica Chastain | Molly’s Game
Sally Hawkins | The Shape of Water
Frances McDormand | Three Billboards Outside Ebbing, Missouri
Meryl Streep | The Post
Michelle Williams | All the Money in the World
EN İYİ FİLM (Komedi/Müzikal)
The Disaster Artist
Get Out
The Greatest Showman
I, Tonya
Lady Bird
EN İYİ ERKEK OYUNCU (Komedi/Müzikal)
Steve Carell | Battle of the Sexes
Ansel Elgort | Baby Driver
James Franco | The Disaster Artist
Hugh Jackman | The Greatest Showman
Daniel Kaluuya | Get Out
KADIN OYUNCU (Komedi/Müzikal)
Judi Dench | Victoria & Abdul
Helen Mirren | The Leisure Seeker
Margot Robbie | I, Tonya
Saoirse Ronan | Lady Bird
Emma Stone | Battle of the Sexes
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
Willem Dafoe | The Florida Project
Armie Hammer | Call Me by Your Name
Richard Jenkins | The Shape of Water
Christopher Plummer | All the Money in the World
Sam Rockwell | Three Billboards Outside Ebbing, Missouri
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
Mary J. Blige | Mudbound
Hong Chau | Downsizing
Allison Janney | I, Tonya
Laurie Metcalf | Lady Bird
Octavia Spencer | The Shape of Water
EN İYİ YÖNETMEN
Guillermo del Toro | The Shape of Water
Martin McDonagh | Three Billboards Outside Ebbing, Missouri
Christopher Nolan | Dunkirk
Ridley Scott | All the Money in the World
Steven Spielberg | The Post
EN İYİ SENARYO
Lady Bird | Greta Gerwig
Molly’s Game | Aaron Sorkin
The Post | Liz Hannah, Josh Singer
The Shape of Water | Guillermo del Toro, Vanessa Taylor
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri | Martin McDonagh
EN İYİ MÜZİK
Dunkirk | Hans Zimmer
Phantom Thread | Jonny Greenwood
The Post | John Williams
The Shape of Water | Alexandre Desplat
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri | Carter Burwell
EN İYİ ŞARKI
“Home” | Ferdinand
“Mighty River” | Mudbound
“Remember Me” | Coco
“The Star” | The Star
“This Is Me” | The Greatest Showman
YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM
A Fantastic Woman
First They Killed My Father
In the Fade
Loveless
The Square
EN İYİ ANİMASYON
The Boss Baby
The Breadwinner
Coco
Ferdinand
Loving Vincent