Little Miss Sunshine ve Ruby Sparks ile komedide harika işler çıkaran Jonathan Dayton-Valerie Faris ikilisinin üçüncü uzun metraj çalışması Battle of the Sexes, gerçek olaylara dayanan bir spor filmi. Emma Stone ve Steve Carell’ın akılda kalan performanslarıyla Altın Küre’de En İyi Kadın ve En İyi Erkek oyuncu kategorilerinde birer adaylık elde ettikleri film, ödül sezonunun öne çıkacak yapımlarından biri gibi görünmemesine karşın, hayal kırıklıklarıyla geçen yılın en iyi yapımlarından olmayı başarıyor.
Spor filmleri, genellikle sporcuların başarı öykülerini anlatmaktan pek öteye gitmez. Ana karakterin kariyerindeki düşüşü, ayağa kalkıp tekrar yükselişi ve bu sırada yaşanan zorluklar, kişisel sorunlar da işin içine katılarak işlenir. Bu formülle karakter derinliği yakalanır ve spor filmi, aynı zamanda iyi bir drama dönüştürülebilir. Kalıcı olabilenler de dramatik yönden ayakları yere basan spor filmleridir. Battle of te Sexes’a baktığımızda tarihin tanıklık ettiği sansasyonel bir tenis maçını ve o maçı hazırlayan süreci anlattığını görüyoruz. Bu süreçte maçın kahramanları Bobby Riggs ve Billie Jean King’in özel hayatları ve kişisel problemleri mercek altına alınıyor. Komediyle var olan yönetmenlerimiz Dayton ve Faris, elbette bu süreci mizahi bir ton tutturarak ele alıyor. Elbette az önce sözünü ettiğimiz formülü uyguluyorlar. Little Miss Sunshine’da olduğu gibi komedi-dram dengesini iyi kuruyorlar. Tenisin ikinci plana atıldığı bir spor filmi izliyoruz. Ron Howard’ın ezeli bir rekabeti anlattığı Formula filmi Rush’ı sevmek için Formula yarışlarını sevmek gerekmiyordu. Aynı durumun Battle of the Sexes için de geçerli olduğunu belirtelim.
Battle of the Sexes, konu ettiği spor dalından ziyade, o spor dalının etrafında gelişen çok daha önemli bir meseleyle ilgileniyor. Bu sebeple de tenis ve tenisçiler, bir araç olarak bu meseleye hizmet ediyorlar. 70’li yılların Amerika’sında, sporda cinsiyet ayrımı aşılması gereken toplumsal bir sorundu. Erkek egemenliğine dayalı sistemde (yöneticilerin, sözü geçen insanların çoğunlukla erkek olması) bu sorunu kuşkusuz ki masa başında halletmek pek de kolay bir iş değildi. Önyargıların yıkılması ve toplumsal algının değişmesi için bir şeylerin kanıtlanması gerekiyordu. Lawn Tenis Birliği yöneticilerine göre; erkekler daha güçlü, daha hızlı ve daha rekabetçiydiler. Bu sebeple de halk erkeklerin turnuvasına daha çok ilgi gösteriyordu. Kadın ve erkek tenis turnuvalarının bilet satışlarının aynı olmasına rağmen, erkek tenisçilerin kadın tenisçilerden sekiz kat fazla kazanmasını uygun gören yöneticilere biri dur demeliydi. Bu isim de kadın tenisçilerin en iyisi Billie Jean King’ti.
Billie Jean King’i ve Bobby Riggs’i bu maçı yapmaya iten sebepler, yani karakterlerimizin motivasyonları Battle of the Sexes’ın temel meselesi olduğu için üzerinde durmak gerekiyor. 30’lu ve 40’lı yıllarda tenisin bir numaralı ismi olan Bobby Riggs, filmde 55 yaşında, emekliliğini yaşayan ve tenisi kumar aracına dönüştürmüş bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Para kazanarak karısının baskısından kurtulmak, eski şaşaalı günlerine dönebilmek ve kaybettiği şöhretini geri kazanabilmek için kadın tenisçilerin eşitlik arayışından doğan krizi fırsata çevirmeyi düşünüyor. Tarihi maç fikri buradan çıkıyor. Elbette bu kriz kadar, Bobby’nin kendine güvenmesi, kumar ve iddiaya düşkünlüğü ve de kadınların erkeklerin %25’i kadar tenis oynayabildiklerini düşünmesinin etkisi var. Steve Carell’ın sivri dilli ve uçarı Bobby Riggs’e bürünmedeki başarısıyla sempati duyabildiğimiz bir karaktere dönüşüyor Riggs. Ana karakterimiz Billie Jean King’e baktığımızda, olayların merkezindeki figür olmasının da etkisiyle daha dolu bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Kendisiyle birlikte tüm kadın meslektaşlarının hakkını savunan, bu uğurda ait olduğu birliğe rest çeken güçlü bir karakter o. Eşcinselliğinin farkına varması, yaşadığı çelişkiler, eşiyle yaşadığı sorunlar ve bu sorunların oyununu etkilemesi karakterin derinleştirilmesini sağlarken, dramatik açıdan filmi de sırtlıyor. Bobby Riggs’in meydan okumasını kabul etmek zorunda kalan Billie Jean, gerektiğinde sorumluluk almasını bilen, savaşçı bir kadın. Onun bu maça çıkmaktaki motivasyonu ulvi bir amaç etrafında şekilleniyor. Ezilen, aşağılanan, hakları gasp edilen kadınlar adına bu maça çıkmak zorunda hissediyor kendisini. En çok da kadın meslektaşlarının var olma savaşı için…
Dayton-Faris ikilisi, tarihe Battle of the Sexes (Cinsiyetlerin Savaşı) olarak geçen Bobby Riggs ile Billie Jean King arasındaki maçı hazırlayan sebepleri, maçın ana karakterlerimiz, Amerikan halkı ve kadınlar için önemini tartışma götürmez bir netlikte anlatmayı başarmışlar. Evet, bu sadece bir maç ama aynı zamanda bir maçtan çok daha öte… Kadınların erkeklerle eşit olduklarını, erkeklerin ise kadınlardan üstün olduklarını kanıtlama adına iki taraf için de benzersiz bir fırsat bu maç. Bir tenis maçının, cinsiyetlerin savaşı olarak lanse edilmesine ve önemine rağmen, bir karnaval havasında gerçekleşmesi, sporcuların maç öncesinde birbirlerini iğnelemeleri hatta alay etmeleri ama maç sonunda saygıda kusur etmemeleri sporun en güzel taraflarından biri ve film de bunu olabildiğince iyi bir biçimde görselleştirmeyi başarıyor. Yönetmenlerimizin, seyircileri maçın havasına sokabilmesinin, maçın sonucunu bilsek de heyecan duymamızı sağlayabilmelerinin azımsanmaması gerektiğini düşünüyorum. 8.5\10