27 Haziran 2019

The Danish Girl


The King Speech ile yakaladığı başarıyı En İyi Yönetmen Oscar’ını kucaklayarak perçinleyen Tom Hooper’ın Les Miserables’ın yarattığı hayal kırıklığını telafi etme şansı yakaladığı dördüncü uzun metraj çalışması The Danish Girl (Danimarkalı Kız) dört dalda Oscar’a aday olmuştu. Film, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisinde Alicia Vikander’e ödül getirmişti. Ama akıllarda Vikander'den ziyade, etkileyici performansıyla Eddie Redmayne'nin kaldığını söyleyebiliriz.

Gerçekleri deforme ederek sunan bir biyografi

Yönetmen Hooper, tarihe ilk transeksüel olarak geçen Einar Wegener’in gerçek hikâyesini, David Ebershoff’un aynı adlı romanından sinemaya uyarladı. Hooper’ın Einar’ın hikâyesini roman üzerinden anlatması bir sorun yaratmıyor. Romana ne kadar sadık kalındı bilemiyoruz ancak gerçekleri istediği gibi eğip büken bir film var karşımızda. Dolayısıyla da The Danish Girl için Einar - Gerda Wegener çiftinin gerçek hikâyesinin serbest bir uyarlaması diyebiliriz. Şimdi neden öyle olduğuna bir bakalım: Hooper, filmde yer alması gereken hayati detaylara dokunmadan pek çok değişiklik yapmış. Olayın ortaya çıkması sonrasında medyanın ilgilisi ve yarattığı sansasyonun tamamen göz ardı edilmesi, Einar’ın Lili’ye dönüşmek için geçirdiği operasyonların sayısından tutun, sebeplerine kadar pek çok ayrıntının es geçildiğini görüyoruz. Hooper’ın geçerli bir sebebi olduğu için ve filme de ciddi bir zararı dokunmadığı için gerçeklerin deforme edilmesini eleştirmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Hooper, filmsel anlatının bir gereği olarak yapıyor bunu. Filmin daha iyi akmasının sağlanması ve dramatik yapının yönetmenin kafasındaki gibi inşa edilebilmesi sözünü ettiğimiz değişikliklerle mümkün kılınmış. 

Dönüşüm süreci: Einar’dan Lili’ye…

Einar’ın içindeki kadının farkına varmasında kendisi gibi ressam olan eşi Gerda’nın ve resim sanatının payı büyük. Gerda’nın portresini tamamlayabilmesi için kadın modelin yerine geçen Einar’ın Lili’ye dönüşmesi oyun olarak başlasa da, sonrasında bir kendini bulma yolculuğu şeklinde devam ediyor. Bu yolculuk yani Einar’ın dönüşüm süreci Hooper’ın gözlem gücü ve Eddie Redmayne’nin inandırıcı performansıyla hedefini vuruyor. Einar’ın dönüşümünün aceleye getirilmemesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Kadın kıyafetlerine duyulan hayranlıktan, o kıyafetlerin giyilmesine, karşı cinsin bedenine gösterilen ilginin ayna karşısındaki ilginç tezahürüne ve kadın davranışlarının taklit edilmesine kadar pek çok detaya yer veriliyor. Fiziksel değişimle birlikte Einar’ın hormonal dengesinin bozulması, kimlik sorunlarıyla birleşerek dönüşümün etkisini artırıyor. Böyle olunca da seyircinin karakterin büründüğü ruh halini anlaması kolaylaşıyor. Einar’ın içindeki kadın güçlendikçe, erkek her geçen gün kan kaybediyor. Karakterin geri dönüşü olmayan yola girdikten sonra iradesini kaybetmemesi ve “Bu benim bedenim değil profesör, lütfen kurtulun ondan” gibi can alıcı cümleler kurması karakter ile seyirci arasında örülen duvarları yıkıyor.

Homofobik bir film mi?

The Danish Girl'ü homofobik diye eleştirmek doğru olmayacaktır çünkü homofobik bir film değil. Öncelikle hikâyenin geçtiği zaman dilimi -1920’li yıllar- dikkate alınarak bir değerlendirme yapılmalı. Eşcinselliğin bugünkü kadar özgürce (!) yaşanmadığı bir dönemden söz ediyoruz çünkü. Lili olmak için çaba gösteren Einar’ın iki erkeğin hakaretine ve saldırısına uğraması, doktorların sapkın düşünleri olduğunu söyleyerek onu delilikle suçlaması, Gerda’nın iş ciddiye bindiğinde eşine gösterdiği tepki ve en önemlisi de Einar’ın bir erkekle yakınlaşmasının ardından kendinden iğrenmesi veya şüpheye düşmesi gibi örnekler Hooper’ın homofobik yaklaşımının bir sonucu değil. Sonuçta ana karakterimizin cinsiyetçi saldırılara uğraması yönetmenin öyle düşündüğü anlamına gelmez. The Hateful Eight’te Tarantino’nun kadın düşmanı suçlamalarına maruz kalması gibi bir durum var burada da. “Bu sahneyi koyarsam homofobik olmakla suçlanırım.” diye düşünür ve korkakça davranırsanız, olanı olduğu gibi perdeye taşımaz veya olmamış gibi görmezden gelirseniz işte o zaman tartışılmanız gerekir. Anlattığınız hikâye sinemanın gerçekliği bağlamında da kan kaybeder. Sözün özü; Hooper’ın bazı seyircileri rahatsız edebilecek sahneleri hikâyenin bir gereği olarak filmine yedirmesi The Danish Girl'ün başka bir artısı diye düşünüyorum.

Ana karakterlerimiz Einar ve Gerda’nın filmde oldukça dengeli bir biçimde yerleştirildiklerini görüyoruz. Filmin odak noktası Einer olsa da senaryonun incelikle yazılarak Gerda karakteriyle Alicia Vikander’in Eddie Redmayne’den rol çalmasına imkân tanındığını söyleyebiliriz. Einar’ın Lili’ye dönüşmesinin eşi Gerda ve ilişkileri üzerindeki olumsuz etkilerini abartıya kaçmayan bir duygusallıkla veren Hooper, iddiasız ama aynı zamanda da falsosuz bir yönetmenlik sergiliyor. The Danish Girl, gücünü ana karakterleri ve o karakterlere hayat veren Redmayne-Vikander ikilisinin oyunlarından alıyor. Yan karakterlerin zayıflığı, klasik biyografik drama modelinin dışına çıkamaması ve seyirciyi tavlayacak oyunlara pek girişmemesi gibi sebeplerle genel bir tatminsizlik yaratsa da iyi bir film olduğunu söyleyebiliriz The Danish Girl'ün.