11 Haziran 2019

A Boy and His Dog


Bilimkurgu sinemasının kıyamet filmlerinden kıyamet sonrasına geçişi 70’li yıllarda hız kazandı. Amerika ile Rusya arasındaki silahlanma yarışı, iki tarafın da birbirlerine güven duymaması ve İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılan atom bombasının yıkıcı etkisi sinema endüstrisini elinde tutan, bilimkurgu sinemasına yön veren Hollywood’u yeni arayışlara itti. Seyircinin korkularını, paranoyasını ve ilgisini “Nükleer bir savaş yaşansa, insanoğlu nasıl bir dünyada uyanırdı?” Veya “Nasıl hayatta kalabilir, bu yeni dünyada hangi koşullar altında yaşam savaşı verirdik?” gibi sorular ekseninde yeni hikâyelerle sinemaya taşıdılar. Post apokaliptik bilimkurgu dediğimiz alt tür 60’lı yıllarda önemli örneklerini vermeye başlasa da, bu alt türün kimliğini bulabilmesi ve etkinliğini artırabilmesi için 70’li yılların ikinci yarısına kadar beklenmesi gerekecekti. Harlan Ellison’un 1969’da kaleme aldığı kısa hikâyesinden 1975 yılında sinemaya uyarlanan A Boy and His Dog türün çehresini değiştirdi. Döneminde kıymeti bilinmeyen ve geniş kitlelere ulaşamayan filmin, Mad Max’e esin kaynağı olarak kıyamet sonrası bilimkurgularında kilit bir rol üstlendiğini söyleyebiliriz. 

Kıyamet sonrasının dünyasına bakış 

2024 yılında, üçüncü ve dördüncü dünya savaşlarından sonra çölleşmiş bir dünyada açıyoruz gözlerimizi. Film zaten ardı arkası kesilmeyen nükleer patlama görüntüleriyle söze gerek bırakmıyor. Çok geçmeden medeniyetin ortadan kalktığını, kanunsuzluğun kol gezdiğini ve çetelerin de bu boşluğu doldurduğunu anlıyoruz. Üretimin olmadığı kısırlaşmış dünyada, hazırı tüketerek sonu meçhul yarınları düşünmeden yaşayıp giden, amacını kaybeden insanoğlu, kendi sonunu hazırlamış olmanın bilinciyle bu gerçeği kabullenmiş bir şekilde sadece hayatta kalmaya çalışıyor. Nükleer savaşlardan sağ kurtulan insanların var olma mücadelesi, daha güçlü olanların ayakta kalabilmesine imkân tanıyor. Bu da erkeklerin dünyasında kadınların hor görülmesine, hatta kadınlara yaşam hakkı tanınmamasına sebep oluyor. Kanunsuzluk en çok kadınlara zarar veriyor. Medeniyetle gelen düzen, o yok olduğunda yerini düzensizliğe bırakıyor. Medeniyetten arta kalanlarla yoluna devam eden insanoğlunun üretmediği için gelişimi durduğu gibi evrimi de tersine dönmeye başlıyor. 

A Boy and His Dog’un dünyasını ve filmi yer üstü ve yer altı diye ayırarak iki bölümde incelemek gerekiyor esasında. Yer üstünde yaşayıp da yeraltını görmeyenler için bir efsane olmaktan öteye gidemeyen ve mevcut şartlar içinde adeta küçük bir cenneti andıran yeraltına daha sonra değinelim. 

Çocuk ve köpeğin hikâyesi 

Vic adlı yalnız bir genç ile eski dostu Blood (köpek) arasındaki ilişki ve bu ilişkinin işlenişi, A Boy and His Dog’u alt tür içinde ayrıksı bir noktaya yerleştiriyor. Vic, Blood ile telepati kurarak konuşabilmektedir. Aralarındaki özel bağın bunu olanaklı kıldığını öğreniriz. Konuşan, espri yapan, dostunu alaya alan, yol gösteren ve bilgelik taslayan Blood, özel bir köpektir. Neden ve nasıl özel olabildiği açıklanmaz, seyirci olarak bizler, bilgi kırıntılarıyla bazı sonuçlara ulaşırız. Köpeğin yetenekleri filmde fantastik bir alan açsa da kıyamet sonrasının dünyasının gerçekçi tasviri içinde erir. Sebebini sorgulasak da kabul ettiğimiz bu durum, işleniş açısından fantastiğe değil mizaha hizmet ediyor. Çocuk ve köpeğinin ardı arkası kesilmeyen atışmaları, birbirlerine laf yetiştirmeleri iki dost arasında her zaman yaşanan şeyler olarak veriliyor. Çocuk ve sıra dışı köpeği arasındaki dostluğun doğallığı, filmin duygusunun seyirciye geçmesinde büyük bir paya sahip. Medeniyetin çamurların altına gömüldüğü dünyada Vic ve Blood, her şeye rağmen umutlarını korumayı başarıyor. Eski dünyanın hala var olduğuna inandıkları tepelerin ardı belki gerçek değildir ama karakterlerimizin hayata tutunmalarını sağladığı bir gerçek. Vic ve Blood, birbirlerin ihtiyaçlarını karşılayan, birbirlerini tamamlayan karakterler diyebiliriz. Her ne kadar, çocuk ve köpeği desek de karakterlerimizin konumlanışı tam aksi yöndedir. Köpek olmadan Vic bir hiçtir. Ona bildiği her şeyi, doğumundan bu yana yanında olan Blood öğretmiştir. Köpeğin bilgeliği Vic’i hayatta tutar. Bu iki karakter, yönetmen Jones’un kıyamet sonrasının dünyasına mizahi bir yaklaşımla eğilmesine imkân tanıyor. Filmin dillere destan sonu da bu yaklaşımın bir sonucu diyebiliriz. 

Yeni bir dünya düzeni: Yeraltı 

Son yarım saatte A Boy and His Dog’un dünyasının bütününe vakıf olmadığımızı anlıyoruz. Nükleer savaşlar sonucunda yer üstünde yaşam ilkel bir hal alınca, daha doğrusu almadan evvel, bir grup insan kendisini bu yıkımdan kurtaracak yeni, güneşsiz bir dünya yaratıyor. Medeni bir yaşam sürseler de kurucuların otoriter yönetim anlayışı, kanunların sertliği, düşünen değil itaat eden bir toplum yaratılmak istendiğini açıkça gösteriyor. Bir yanda açlık ve ölüm korkusu, diğer yanda özgürlüğü elinden alınarak bir nevi hapis hayatı yaşamak zorunda bırakılan insanoğlu var. Yönetmen Jones, seyirciyi iki dünyayla da yüzleştiriyor ve siz olsanız hangisini tercih ederdiniz diye soruyor. İki dünyaya da aynı anda sahip olamamak, kendi sonunu hazırlamanın verdiği utanca başka bir utanç daha ekliyor. Eleştiri oklarını barış içinde yaşamayı beceremeyen insanoğluna yönelten Jones, anlattığı hikâyedeki gibi bir gün parçalanabileceğimize dikkat çekiyor. Yeraltı insanlarıyla yerüstü insanlarının filmde gösterilmeyen ancak var olduğu söylenen savaşları, ne yaşarsak yaşayalım asla değişmeyeceğimizin kanıtı niteliğinde.