17 Aralık 2019

Yeni Üçlemenin Empire Strikes Back'i: The Last Jedi


Yıllardır hayalini kurduğumuz yeni Star Wars üçlemesine iki yıl önce kavuşmuştuk. Son dönemin parıldayan isimlerinden J.J. Abrams’ın yönettiği Star Wars: The Force Awakens, eksiklerine rağmen üçlemeye giriş filmi olarak beklentilerimizi boşa çıkarmamıştı. Hem görsel olarak hem de hikâyesiyle ilk üçlemeye yakın duran ve bu uğurda yoğun bir çaba sarf edilen The Force Awakens, yaratıcı fikirlerden ziyade tüm Star Wars filmlerinde olduğu gibi sırtını akrabalık bağlarına yaslamıştı. Hikâye, ilk üçlenenin devamı niteliğinde olduğu için bu tercihin bir zorunluluk olduğunu söyleyebiliriz. Buradaki sorun seyircinin yeni karakterleri benimsemekte zorlanması, seyirci olarak bizlerin ve karakterlerin zamana ihtiyaç duymasıydı. Bu sebeple de The Last Jedi’a yeni üçlemenin kaderini tayin edecek film gözüyle bakıyorduk. Brick filmiyle iyi bir kariyer başlangıcı yapan ve Looper ile de rüştünü ispatlayan Rian Johnson’ın senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği Star Wars: The Last Jedi, vizyona girdiğinde karışık tepkiler almıştı.

Yeni Üçlemenin Empire Strikes Back’i

Yeni üçlemenin giriş filmi The Force Awakens, Star Wars efsanesini başlatan film A New Hope’un hikâye kurgusunu taklit ediyordu. Bu durum yeni bir hikâyeyle birlikte yeni heyecanlar arayan eski kuşak Star Wars hayranlarının hüsran yaşamasına sebep olmuştu. “Seri, içine düştüğü kısır döngüden kurtarılabilecek mi?” sorusu zihinlerimizi meşgul ederken, umutlu bekleyişimizi sürdürdük. The Last Jedi’ı gördükten sonra şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz: Yeni üçlemenin ikinci filmi, beklentileri boşa çıkarmayan gerçek bir Star Wars filmi olmuş. Yine eksikleri olan, yine kafamızda soru işaretleri bırakan bir film bu ama yönetmen Rian Johnson’ın olgun yönetimi ve özellikle de senaryoyu yazarken yaptığı doğru tercihlerle amacına ulaşıyor The Last Jedi. J.J. Abrams, The Force Awakens’ta nasıl A New Hope’un izinden gitmişse, Johnson da Empire Strikes Back esintileri taşıyan bir Star Wars filmine imza atmış. Abrams gibi taklitçilik yaptığını söyleyemeyiz elbette. The Force Awakens’ın sonunda Rey, Luke Skywalker’ın karşısına çıkmıştı. Empire Strikes Back’te Luke’un ustaların ustası Yoda’yı bulması ve ondan eğitim almasının bir benzerini The Last Jedi’da görüyoruz. Hatta hoca konumundaki karakterlerimizin öğrencileri karşısındaki tutumları pek de farklı sayılmaz. Genç Jedi adayının güçlerini keşfetme süreci, tez canlılığı ve yeri geldiğinde ustasına karşı gelmesi gibi durumlar, iki film arasındaki etkileşimin belgeleri diyebiliriz. The Last Jedi, yeni üçlemenin Empire Strikes Back’i derken, bahsettiğimiz etkiden bağımsız olarak bu filmin ait olduğu üçlemenin en göz alıcı, en doyurucu bölümü olacağını da kastediyorum. The Force Awakens giriş bölümü olmanın dezavantajlarını taşıyordu. 2019’da izleyeceğimiz son film ise The Last Jedi’ın elindeki materyalleri hunharca harcamasından dolayı, cılız kalma tehlikesi taşıyor. 

Luke Skywalker ile Yükselen Bir Bölüm 

Üçüncü Star Wars üçlemesi, her bakımdan ilk üçlemeyi örnek alıyor ve George Lucas’ın bıraktığı mirasa halel getirmeden, Star Wars evrenini zamansal ve mekânsal olarak genişletiyor. Bu yeni üçlemenin önemi büyük ölçüde Han Solo, Luke, Leia ve Chewbacca’nın yıllar sonra geri dönmesinden kaynaklanıyor. Üçlemenin ilk halkası Han Solo’ya ayrılmıştı. Luke kozu ise bilinçli olarak serinin ikinci filmine saklandı. Yine seyircinin nostalji duyusuna sesleniliyor ancak bu kez senarist\yönetmen Rian Johnson’ın farklıyla kült karakterlerin daha akılcı kullanıldığını söylememiz gerekiyor. Johnson, Luke’un filmin en büyük kozu olduğunun farkında ve hikâyeyi Rey ve Kylo Ren üzerine kurmasına rağmen kilit karakteri Luke yapmaktan geri durmamış. The Last Jedi’ın dramatik yapısı, Luke’un kendisini insanlıktan soyutlamasının ve galaksinin en ücra gezegeninde yaşamını sürdürmesinin altında yatan sebep üzerine kurulmuş. Return of the Jedi’ın ardından geçen 30 yıllık zaman diliminde neler olduğu sorusu The Force Awakens ile bir nebze de olsa açıklığa kavuşmuştu. The Last Jedi’da daha fazlasını öğreniyor ve kırılma anını görüyoruz. Luke’un çelişkisinin getirdikleri ve götürdükleri, yeni üçlemenin anahtarı adeta. Zaten filmin en unutulmaz anları da Luke’un tüm ihtişamıyla beyazperdede görüldüğü sahneler. 

Rey, Kylo Ren ve Yeni Sorular 

The Force Awakens’ta Rey ve Kylo Ren başta olmak üzere tüm yeni karakterlerin zamana ihtiyacı olduğunu söylemiştik. The Last Jedi’da karakterlerimizin olgunlaşmaya başladıklarını söyleyebiliriz. Bu da filmin önemli bir artısı şüphesiz. Ana karakterimiz Rey, The Force Awakens’ta gizemini korumayı başarmıştı. Onun kim olduğu sorusu, yeni üçlemenin en kayda değer sorusuydu. Geçmişiyle Luke Skywalker’ı anımsatması, güçlerini keşfetme süreci ve yeni üçlemenin gücünü akrabalık bağlarından alması gibi etkenler, Rey’in kimliğiyle ilgili çeşitli tahminler yapmamıza sebep olmuştu. Ancak The Last Jedi sağ gösterip sol vuruyor. Verilen bilgi doğruysa, bir kandırmaca değilse J.J. Abrams ve Lawrence Kasdan başta olmak üzere tüm ekibin başı ağrıyacak. Bu bilgiyle ortaya çıkan soru işaretlerine mantıklı cevaplar verilmek zorunda diyerek bu hususu kapatalım. Kylo Ren cephesindeki gelişmeler ise daha tatmin edici. Her şeyiyle yeni üçlemenin Darth Vader’ı olarak tasarlanan Kylo Ren’i, zayıflığı ve karizmatik bir karakter olmaması nedeniyle eleştirmiştik. Bu sorunlar hala geçerli olmakla birlikte Luke ile olan geçmişi ve Rey’le kurduğu iletişim gibi ayrıntılar karakterin gelişimi açısından faydalı olmuş. Kylo Ren’in yükselişi, güçlü kötü karakter açığını kapatacak gibi görünmese de karakterlerimizin olgunluğuyla yetinmemiz gerektiğini anladık. Yeni karakterle eski karakterlerin uyum sorunu gözlenmezken, güç dağılımında yeni karakterlerin zayıflığı sebebiyle inandırıcılık sorunları hala var. Bu sorun da büyük oranda yeni karakterlere hayat veren oyunculardan kaynaklanıyor. 

Artılar, Eksiler ve Rian Johnson Faktörü 

The Last Jedi’da anlatılan hikâyeye baktığımızda, neden en uzun Star Wars filmi olduğunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Filmde Luke ile Rey, Rey ile Kylo Ren, Snoke ile Kylo Ren, Luke ile Kylo Ren bir araya geldiğinde heyecan ve merak katsayımız artarken, Poe, Finn ve diğer yan karakterlerin olduğu kısımları aynı ilgiyle izleyemiyoruz. Yeni karakterlerin, bilhassa da yan karakterlerin zayıflığı yeni üçlemenin zayıflığı olmaya devam ederken, eski karakterlerle bir denge sağlanabiliyor. Bahsettiğimiz zafiyete bir de İsyancılarla İlk Düzen arasındaki mücadelenin biraz uzun tutulması da eklenince, özellikle filmin ilk yarısında endişe veren The Last Jedi, ikinci yarıdaki kıvrak hamleleriyle toparlıyor. Daha fazla düello, daha fazla karakter çatışması ve duygusal an beklentimiz boşa çıksa da salondan memnun ayrıldığımız bir Star Wars filmi bu. 

Yönetmen Rian Johnson, iyiyle kötünün, İlk Düzenle isyancıların amansız savaşında, kendisinden klasik bir Star Wars filmi de beklendiğinden, yenilik getiremeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden senaryoyu kaleme alırken farkını da ortaya koyabilme adına, çareyi seyircinin hiç beklemeyeceği sürpriz hamleler yapmakta bulmuş. Güçle ilgili söyledikleriyle, duyguyu verebilmesiyle ve alkışı hak eden yönetmenliğiyle The Last Jedi’ın başarısını Rian Johnson’a borçluyuz.

2 Aralık 2019

Jigoku - Cehennem


Nabuo Nakagawa’nın Japon korku sinemasının kült klasiklerinden biri olarak kabul edilen çalışması Jiguku (Cehennem), kariyeri boyunca sayısız filme imza atmış yönetmenin başyapıtıdır. Japon sinemasında henüz korku geleneğinin oluşmadığı bir dönemde Nakagawa’nın tasarlaması ve hayata geçirmesi oldukça zor bir projeye giriştiğini söyleyebiliriz. Sinemaseverler açısından baktığımızda ise seyretmesi ve hazmetmesi hiç kolay olmayan, zorlayıcı bir deneyim olarak bakabiliriz bu filme. Budizm’deki Cehennem anlayışını ve inanışını temel alan Jigoku, korku tutkunlarının dahi içini karartacak, dehşete düşürebilecek kadar başarılı bir korku filmi. 

Yönetmen Nakagawa’nın klasik hikâyeleme metodlarının dışına çıkmadan çektiği Jigoku için sıra dışı tanımını kullanıyorsak, bunu büyük ölçüde filmin olay akışına borçluyuz. Shiro ve arkadaşı Tamuro, sarhoş bir adama çarparak ölümüne sebep olurlar. Bu kaza adeta yangını başlatan ilk kıvılcımdır. Ölüm, karakterlerimizi çepeçevre sarar. Filmin ilk bir saatlik dilimi boyunca her bir karakterimizi bekleyen kötü son aslında bir başlangıçtır. Zira Jigoku’nun ilk bir saati Cehennem’e yapılan hazırlıktır. Zira ölümler hem karakterleri hem de seyirciyi ne kadar hazırlıksız yakalıyorsa, kendimizi bir anda Cehennem’in ortasında bulmamız da o kadar hazırlıksız yakalıyor bizi. Filmi iki parçaya ayırıp incelemek gerekiyor. Cehennem’e daha sonra değineceğiz. İlk bölümün amacı, ikinci yani ana bölüm için bir hazırlık dememizin sebebi; karakterlerin tanıtılması, birbirleriyle ilişkilerinin örülmesi, derinleştirilmesi ve neden Cehennem’i boyladıklarının anlatılması diyebiliriz. Zaten filmin açılış kısmında “Bu hikâye, bu dünyaya ait olmayan şeylerin hikâyesidir.” cümlesi kullanılarak ana bölümün Cehennem olduğuna dikkat çekiliyor. 

Normal şartlarda bir filmde olayların çok hızlı gelişmesi -Mustang örneğinde olduğu gibi- o filmin aleyhine işler. Seyircinin hızlı olay akışı içinde düşünme fırsatı bulamaması, olayların karakterlerin önüne geçmesi hem filmle hem de karakterlerle kuracağımız bağın zayıf olmasına neden olur. Jigoku ise hızlı ve bir o kadar da şaşırtıcı olan olay akışından olumsuz etkilenmemeyi başarıyor. Nakagawa’nın yan karakterleri dahi titizlikle yarattığını, kısa bir zaman almalarına rağmen yan karakterlerin de sahici durduklarını görüyoruz. 

Yönetmen Nakagawa, Jigoku’da insanoğlunun ahlaksızlığını, vicdansızlığını ve hatta tüm kötü yanlarını mercek altına almış. Seyir boyunca tek tek karakterlerimizi Cehennem’e düşüren sebepleri sorguluyoruz. Nakagawa cinayet işleyenle, cinayetin üstünü örteni aynı kefeye koyuyor, aynı oranda suçlu buluyor. Tüm kurgu Budist öğretileri üzerinden gittiğinden karakterlerin hal ve davranışlarını, içine düştükleri durumlar karşısındaki tavırlarını yadırgamamamız gerekiyor. Esasında Japon kültürüne ve Budizm’e aşina olmak gerekiyor. Filmin adalet kavramının, ilahi adaletin tecelli etmesi şeklinde ele alındığını söyleyebiliriz. Çünkü ilk bölümde insanların yaptıkları tüm kötülükler cezasız kalıyor. Kötülük yapanlar Cehennem’e düşüyor. Cehennem’e düşenler de suçlarının derecesine göre çeşitli işkencelere maruz kalıyor. 

Jigoku’nun dünyasında Tanrı’ya yer olmaması Budizm inancının bir sonucu. Tanrı’sız bir Cehennem düşüncesi ve tasviri zaten filmi izlemek için tek başına önemli bir sebep veriyor. Günümüzde Hollywood filmlerinde (Costantine, What Dreams May Come) birbirinden ilginç Cehennem betimlemeleriyle karşılaşıyor olsak da hiçbirinin Jigoku’nun kısıtlı imkânlarıyla ulaştığı seviyenin yanından bile geçemediğini düşünüyorum. Nakagawa, öyle boğucu, öyle kasvetli bir Cehennem tasvir ediyor ve öyle sert sahneler çekiyor ki, hayran olmamak elde değil. Budizm’in Cehennem anlayışının görsel karşılığını bulmakla yetinmeyen, estetik kaygılar gözeten ve belki de en gizli korkularımıza seslenen Jigoku’yu yönetmenin meydan okuması olarak da görebiliriz. Cehennem’i görselleştirirken özellikle yeşil ve kırmızı tonlara -bazı sahnelerde birlikte kullanıyor- ağırlık veren yönetmenin, hem Cehennem’i tasarlarken hem de kimi işkence yöntemlerinde Dante’nin Cehennem’inden esinlendiğini net bir biçimde görüyoruz. 

Karakterlerimizin Cehennem’e düşmeleriyle birlikte oranın hükümdarı Enma ile tanışıyoruz. İnsanları dünyada işledikleri suçlara göre Cehennem’in hangi kısmında ceza çekeceğini söyleyen bu karakter için bir Şeytan temsili yorumunda bulunabiliriz sanırım. Çünkü kendisini Cehennem’in tanrısı olarak tanıtıyor. Daha önce de değindiğimiz gibi Tanrı’sız dünya tahayyülünü de hesaba katarak, o boşluğun Cennet ve Cehennem’de birer Tanrı yaratılarak doldurulduğu kanısına varabiliriz. Cehennem’in derinlerine inmeye başladıkça filmin seyri de gittikçe zorlaşıyor. Bu zorluğun sebebi cezaların ağırlaşması… Öyle ki, kaynar kazanlarda haşlanan insanlar, testereyle parçalananlar, derisi yüzülenler ve daha neler neler… Ancak tüm bu korku dolu sert sahnelerin yanında, iç burkan bir müzik eşliğinde dramatik anlara şahit oluyoruz. Yönetmen, korkuya kesif bir hüzün de katarak seyircisinin kendisini kötü hissetmesi için elinden geleni yapıyor. Cehennem’in kasveti ve türlü işkencesi seyirciyi korkutmak için yeterli olsa da filme değer katan şey dramatik yapısının sağlamlığı diyebiliriz. Bunu da karakterlerin kendi gerçekleriyle yüzleşmesine ve filmin hüznünde bağlamak gerekiyor. 

Jigoku’yu izlemeden önce gördüğünüz tüm korku filmlerini aklınızdan çıkarın! Zira bu film onlardan biri değil. Nakagawa, korkutmaktan ziyade seyircisine azap çektiriyor.