Yarattığı klasiklerle korku sinemasının en başarılı yönetmenlerinden bir olarak kabul görmesinin yanı sıra korkunun efendisi olarak anılan John Carpenter, ne ilginçtir ki kariyerine bir bilimkurgu filmiyle başlamıştı. Dark Star’ın yönetmen koltuğunda oturmanın dışında Dan O’Bannon’la senaryoyu kaleme alıp, filmin prodüktörlüğünü de üstlenen Carpenter’ın, bir auteur sinemacı olacağı o günlerden belliymiş. Bugün geri dönüp de bilimkurgu sinemasının 70’li yıllarına tekrar baktığımızda, tematik zenginliği ve bilimkurguya yaklaşımıyla döneminin karakteristik özelliklerini yansıtıp, ayrıksı durabilmeyi başarmasıyla önem arz ettiğini söylemeliyiz Dark Star’ın. Carpenter’ın çok mütevazı bir bütçeyle kotardığı film, düşük prodüksiyon kalitesinin seyircisi üzerinde bıraktığı olumsuz etkiyi, mizahı ve her biri birbirinden ilginç fikriyle bertaraf ediyor.
Güneş sistemimizdeki dengesiz gezegenleri önce tespit sonra da yok etme görevine çıkan Dark Star adlı uzay gemisinin ve beş mürettebatının uzayın sonsuzluğunda başlarına gelen aksiliklerle mücadelesini anlatan film, tahminlerimizin de ötesinde bir sona sahip. Birbirlerinden pek hazzetmeyen ve astronottan ziyade daha çok bir rock grubunu andıran ekibimiz, 3 yılı aşkın bir süredir görevlerini ifa etmenin (Dünya zamanıyla 20 yıl) üzerilerinde bıraktığı yılgınlıkla savaşırken, hayallerine tutunarak hayatta kalmaya ve sorumluluklarını yerine getirmeye çalışıyorlar. Ama karakterlerimizi incelediğimizde sanki içten içe geri dönemeyeceklerini düşündüklerini veya öyle hissettiklerini düşünmemiz olası. Karakterlerine aynı mesafeden yaklaşan Carpenter’ın, ilk filmini çekiyor olmanın verdiği tecrübesizliğin bir sonucu olarak karakter derinliği sağlamada pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak elbette önümüzde karton karakterler de yok. Bu zafiyeti filmin kısa süresine ve yönetmenin parodisel yaklaşımına da bağlayabiliriz.
Filmin ana meselesine geçmeden önce Dark Star’da komediye alan açan kimi özelliklerine değinmek gerekiyor. Geminin maskotu olması ve yıllarca sürecek uzay yolculuğu serüveninde mürettebatımızın kendilerini eğlendirmesi amacıyla yanlarında getirdikleri, iki ayağı ve bir balondan oluşan vücuduyla tanımlamakta zorlandığımız isimsiz bir yaratığımız var. İlk yarım saatlik dilimin bitimiyle tanıştığımız komik görünümlü yaratık, karakterlerimizden Pinback ile düştüğü anlaşmazlık sonucunda bir tür savaşa tutuşuyor. Bilhassa asansör boşluğundaki uzun sekansta Carpenter’ın seyircisini birbirlerine oldukça zıt iki durumla -komedi ve gerilim- baş başa bıraktığını söylemeliyiz. İzleyicisine hem kahkaha attırıp hem de gerebilen bu sekansta eşine az rastlanır bir yönetmenlik becerisine şahit oluyoruz. Filmin genelinde çeşitli absürt durumla günümüzdeki bilimkurgu\komedi anlayışının epey dışında bir iş ortaya koyan Carpenter’ın, bu alanda öncü bir yapıma imza attığını düşünüyorum. Söz, öncü olmaktan açılmışken, uzay gemisinde yaratıkla kovalamaca yaşanmasını ve yaratığın bir tehdit unsuruna dönüşmesini Ridley Scott’ın Dark Star’dan beş yıl sonra çekeceği Alien ile ilişkilendirebiliriz. Ancak şöyle bir durum söz konusu: Dark Star, Alien’dan sonra yapılmış olsaydı filmin bu bölümünü kesinlikle bir Alien parodisi olarak yorumlayacaktık. Mevcut durum ise çok daha enteresan şüphesiz.
70’li yılların bilimkurgularını şekillendiren Stanley Kubrick başyapıtı 2001: A Space Odyssey, Dark Star’ın başlıca esin kaynağı. Hatta daha da ileri gidip, Dark Star’ın varlığını 2001: A Space Odyssey’e borçlu olduğunu ileri sürebiliriz. Sonuçta uzayı mesken edinen bir yapay zekâ bilimkurgusundan bahsediyoruz. Zaten biraz incelediğinizde Dark Star’ın Kubrick’in filmi üzerine temellendirildiğini hemen fark edeceksiniz. Dolayısıyla da bu noktadan itibaren iki filmi birlikte ele almak daha sağlıklı olacaktır. 2001: A Space Odyssey’de olduğu gibi özel bir görevle yolculuğa çıkan ekibimiz, görevlerini yerine getirirken işin içine yapay zekâyı da katıyor. Buradaki ilginç nokta geminin ana bilgisayar yerine dengesiz gezegenleri yok etmek için kullanılan bombaların yapay zekâ ile donatılması. 2001: A Space Odyssey’deki Hal9000 adlı bilgisayarın rolü, Dark Star’da 20 numaralı bombaya verilmiş. Patlamaya programlanan bombayı patlamaması ve ambarına geri dönmesi için ikna etmeye çalışan Dark Star mürettebatının bunu başarması hiç de kolay değil. Bir dizi hata sonucu yanlış komut alan bomba “Bir daha olmasın!” uyarısında bulunabiliyor. Carpenter da Kubrick gibi yapay zekâya insansı özellikler yüklüyor. Hatalı komut tekrarlandığında ise ekipten Doolittle, bombayla felsefi bir konuşma yapmak zorunda kalıyor. Bombanın var oluş amacının da tartışıldığı sohbet, 2001: A Space Odyssey’den alınan referanslarla filmin en unutulmaz anlarına dönüşmekte zorlanmıyor. 20 numaralı bombanın Descartes’ın ünlü vecizesi “Düşünüyorum o halde varım”ından İncil’in Yaratılış kısmına kadar yaptığı alıntılarla Dark Star da döneminin felsefi bilimkurgu akımı içine dâhil edilebilir. Ancak filmin felsefe yaparken de ortaya çıkan genel sorunu yüzeysel kalması. Bunu başlıca nedeni olarak ise ilk filmlerde sıkça karşımıza çıkan bir problem gösterilebilir: Yönetmenlerin ilk filmlerine kafalarındaki ilginç fikirlerin hepsini kullanma arzusu…
Carpenter, Kubrick’in çığır açan filmini kutsal kitabı olarak görüyor. Oradaki makine-insan savaşı temasını ve yapay zekâya ne kadar güvenebiliriz veya güvenebilir miyiz? sorusunu irdeliyor. Film, insanoğlunun makinelere biçtiği hayati rolün gerekliliğini sorgularken, kendisini evrenin hâkimi olarak gören türümüzü de bu görevin amacı doğrultusunda eleştirdiğini söyleyebiliriz. Toparlarsak; Dark Star, ortaya tartışmayı alevlendirecek veya farklı bir noktaya taşıyacak yeni bir fikir atamasa da beklenmedik sonuyla takdirimizi kazanmayı başarıyor. Kısıtlı imkânları sebebiyle yer yer 50’li yılların bilimkurguları (efekt ve görsellik açısından) seviyesinde kalan film, teknik kusurlarına karşın türün altın çağına yakışıyor.