19 Temmuz 2024

The Revenant

Alejandro Gonzalez Inarritu’nun Michael Punke’nin The Revenant: A Novel of Revenge adlı kitabından uyarladığı The Revenant (Diriliş), yönetmenin altıncı uzun metraj filmi. Amores Perros, 21 Grams ve Babel’den oluşan ölüm üçlemesinin ardından Biutiful ve Birdman ile yeni sulara yelken açan yönetmenin  sinemasındaki değişimleri The Revenant'ta da net bir biçimde gözlemleyebiliyoruz. Dört dalda akademi ödülüne layık görülerek vizyona girdiği yıla damgasını vuran Birdman’dan bir yıl sonra, benzer bir başarı hikayesi yazan başka bir filmle geri dönebilmek, sinema dünyasında pek sık rastladığımız bir durum değildi.

Bir intikam hikâyesi

Tek başına avlandığı bir sırada ayı saldırısına uğrayan Hugh Glass, ölümcül darbelere maruz kalıyor. Glass’ın aldığı ağır yaralara, acıya katlanabilmesi, direnebilmesi ve yeniden başlayabilmesi için hayatta kalma dürtüsünden daha fazlasına, gerçek bir motivasyona ihtiyacı var. Bu motivasyonu da tüm benliğini saran intikam duygusunda buluyor. Onu diri tutan, yeniden başlayabilmesini olanaklı kılan intikamını alacağına dair duyduğu inanç oluyor. Glass’ın kendisine olan saygısını geri kazanabilmesi ve ruhunda açılan derin yaraları iyileştirebilmesi için intikamını alması zaruri bir ihtiyaca dönüşüyor. Film, temelde bu intikam öyküsü üzerine kurulsa da Inarritu’nun bu hususta büyük laflar etmekten kaçındığını düşünüyorum. Ancak intikam meselesini fazla deşmese de kurduğu bir cümle ile derdini anlatıyor yönetmen. “İntikam, insanın değil, tanrının ellerindedir.” cümlesi Inarritu’nun Birdman’de olduğu gibi yine erdemi kutsamak istediğinin açık bir göstergesi. Bu öyle bir cümle ki, The Revenant’ın intikam temalı filmler içinde kendisine özel bir yer edinmesini de sağlıyor.

İyinin ve kötünün temsili 

The Revenant’ta seyircinin empati kuracağı bir karakter -Hugh Glass-  olmasına karşın, klasik bir iyi karaktere rastlayamıyoruz. Yerlilere bakışı ve onlarla kurduğu ilişki açısından Glass’ı aynı amaca hizmet etmesi dışında bağlı olduğu şirketin diğer çalışanlarından ayırmalıyız. Ancak buna rağmen ruhen kirlenmekten kurtulamamış olduğunu da söylememiz gerekiyor. Glass’ın çalışanı olduğu şirket, postları için hayvanları katlediyor. Film, tam da bu katliamın ortasında açılıyor. Aslında meseleye postları için avlanan hayvanlardan evvel, Kızılderili soykırımından girmek gerekiyor. Bu iki mesele üzerinden gittiğinizde zaten insanoğlunun kötülüğü ortaya çıkıyor. Kızılderili liderin Fransızlara “her şeyimizi çaldınız” demesi Amerika’nın keşfi sonrasında insanın insana ettikleri bağlamında iyi bir örnek teşkil ediyor. Doğadan kopan veya doğayı karşısına alan insan, medenileştikçe öz değerlerini yitiriyor. Özünü kaybetmeyen Kızılderililer ise vahşi olmakla itham ediliyor. Dolayısıyla da filmde sadece doğayla uyum içinde, onun bir parçası olmaya devam ederek yaşayan Kızılderililer kirlenmemiş, iyi karakterler olarak çiziliyor. Inarritu, doğayı kötülükten arınabileceğimiz bir yer olarak resmediyor. İyinin ve kötünün temsilinde de doğayla barışık olmakla karşısında durmanın belirleyici unsur olduğunu söyleyebiliriz. Zaten ana karakterimiz Glass’ın ortada kalmışlığı doğada geçirdiği dönüşümle önem kazanıyor.

Doğa yasası karşısında insan

Daima güçlü olanın ayakta kaldığı doğada, zekâsıyla (silah, tuzaklar vb.) bu kuralı bozarak üstünlük sağlayan insanoğlu, doğanın birincil düşmanı diyebiliriz. Filmde medenileşmesiyle ters orantılı olarak doğaya saygısını kaybeden onu çıkarları için kullanan insanoğlunu görüyoruz. Silahını yavru ayıya doğrultan Glass, anne ayının saldırısına uğruyor. The Revenant'ta Glass’ın kişisel intikam hikâyesinden önce doğanın intikamı var. Glass, ekibinden de öte tüm insanlığın temsili, ayı ise doğanın. Şeytani zekâsı ve acımasızlığıyla doğanın yasalarını hiçe sayan insanoğlu, doğanın acımasız yasasıyla yüzleşiyor. Güçlü olanın ayakta kaldığı yasa, denklemin içine insanoğlu girdiğinde geçerliliğini yitiriyor. Yüzleşmeyi Hugh Glass özelinde değerlendirirsek; bu yüzleşme karakterin arkadaşları tarafından ölüme terk edilmesi sonrasında yaşadıklarıyla anlam kazanıyor. Ölümle yüzleşip sağ çıkan Glass, uğradığı ihanetle kaybedilen insani değerleri, insanlığın karanlık yüzünü görüyor. Karakterin ağzından daha sonra duyacağımız “Artık ölmekten korkmuyorum, ben çoktan öldüm.” cümlesi; ölümle yüzleşmesi ve ihanete uğraması sonrasında doğada arınarak eski benliğini gömmesinin bir sonucu. Ölen eski benliğiydi, mezarından çıktığında yani dirildiğinde yeni benliğiyle yaşama sarıldı denilebilir.

Vahşi doğada yaşam savaşı

The Revenant’ı muadillerinden ayıran temel fark intikam duygusuyla hayatta kalmaya çalışan bir karakterin hikâyesini anlatması diyebiliriz. Filmde çetin doğa koşulları ve karakterin yaralı olmasıyla katmerlenen bir yaşam savaşı izliyor, vahşi doğaya ayak uydurabilmek için vahşileşmek durumunda kalan insanı görüyoruz. Ana karakterimiz Glass’ın hayatta kalabilmek için doğayla bütünleşebilmesi, onun bir parçası olması gerekiyor. Eski benliğini gömüp, yeniden doğduğu için özündeki vahşiliği ortaya çıkarmakta çok da zorlanmıyor. Yeniden doğuşu doğada gerçekleşen Glass, korkularını yense de en çetin savaşını doğada vereceğini biliyor. Savaşı kazanabilmesi için kendi kurallarını değil, doğanın kurallarına uyması gerektiğini de… Yakaladığı balığı çiğ yemesi veya vahşi hayvanlarca avlanan başka bir hayvanın etinden yiyebilmek için sırasını beklemesi, doğadaki hayvanlar arası hiyerarşiye uyması en iyi örnekler diyebiliriz. The Revenant'ta ister istemez şu soru da aklımıza geliyor: vahşi doğa mı daha tehlikeli, yoksa insanoğlu mu?

Yükselen değer: Inarritu

Filmografisi içinde değerlendirdiğimizde, The Revenant için tematik açıdan Inarritu sinemasında yepyeni bir alan açıyor diyebiliriz. Sinemasında daha önce rastlamadığımız insanlık durumları, doğa üzerine edilen kelamlar ve türsel açıdan durduğu nokta itibariyle yenilik peşinde koşan bir sinemacı izlenimi veriyor Inarritu. Ele aldığı hikâye ve tür açısından belki yeni bir şey söylemiyor ama kendi sineması açısından değerlendirdiğimizde tekrara düşmemesi de önemli diye düşünüyorum. Birdman ve The Revenant ile üst üste iki yıl En İyi Yönetmen Oscar'ını alarak kariyer zirvesini gördü.

Eleştirel anlamda sözünü sakınmayan, iyi noktalara temas eden, tematik zenginliğini görsellikle bütünleyen The Revenant, Inarritu'nun  ele aldığı temalara hâkimiyeti ve sinema duygusunu sonuna kadar yaşatmasıyla artık günümüzün klasiklerinden biri diyebiliriz sanırım.