Son iki filmiyle hayal kırıklığı yaşatan Tarsem Singh, The Fall gibi bir başyapıta imza atabilmiş takdir ettiğimiz yönetmenlerden biri. Singh'in ilk filmi The Cell (Hücre), 2000'li yılların en kayda değer polisiye filmlerinden biri. Türe taze bir soluk getirebilmesi ve pek çok özelliğiyle uzun uzun konuşulabilecek ve incelenebilecek özenli bir çalışma...
Catherine Deane, yeni bir terapi metodu üzerinde çalışan bir psikologdur. Catherine, bilimin imkanları dahilinde insanların zihnine girmesine olanak tanıyan bu yeni bilimsel keşfi, şizofren bir seri katilin bilinçaltına girip yerini sadece bu katilin bildiği son kurbanını kurtarmayı hedeflemektedir. Bu yolculuk son derece risklidir ve daha önceki bilinçaltı yolculuklarına hiç benzemez.
Polisiye sinemaya bilimkurgu açılımı
Polisiye ve bilimkurgu, yolu çok fazla kesişmeyen iki farklı tür. Bilimkurgu sineması daha çok suç filmleriyle melezleşiyor. Seri katil hikayeleri de kendi türü dışına pek çıkmama eğiliminde olduğundan polisiye-bilimkurgu örneklerine pek rastlayamıyoruz. İşte o nadir örneklerden biri olan The Cell, bu birlikteliği mümkün kılmakla yetinmeyip benzersiz bir tür kırmasına dönüşmüş. Ana karakterimizin, şizofren bir katilin beynine girerek bizi de dahil ettiği uçsuz bucaksız bilinçaltı dünyası; son derece karanlık, ürkünç ve görkemli... Polisiye örgüyle sıkı sıkıya bağlanan fantastik sahnelerden gerçekliğe döndüğümüzde, görsel olarak keskin bir ayrım, bir özensizlik hissediyoruz. Bunun en büyük sebebi yönetmenin hikayenin polisiye boyutundan ziyade bilimkurgusal yönüyle ilgilenmesi denilebilir. Zaten tüm hünerlerini de bilinçaltı sahnelerinde sergilemesi önceliklerini açık ediyor. Sanat yönetmenliği ve görselliğiyle öne çıkan, filmde de önemli bir yer tutan bu sahneler, filmi polisiye olarak adlandırdığımız tür içinde 'arthouse' olarak nitelendirebileceğimiz nadir örneklerden biri yapıyor.
The Cell'in ataları
a) Polisiyedeki ataları
The Cell, polisiye türünün en iyi iki örneği olan Se7en ve The Silence of the Lambs'ın formüllerini kullanıyor. Se7en'da John Doe adlı seri katilimiz bir noktadan sonra teslim oluyordu ve film hiç beklenmedik bir sona ulaşıyordu. The Cell, bu formülü ters çevirip (katilin finalden çok önce polisin eline geçmesini) kullanıyor. Katili ilk yarım saat içinde yakalatıyor ve hikaye de bu şekilde ivme kazanabiliyor. Polisiye sınırlarının dışına çıkılıyor. Singh'in filmi Kuzuların Sessizliği'nden 3 farklı biçimde etkilenmiş. Birincisi; bir seri katili yakalamak, kurbanını kurtarabilmek için başka bir katilden yardım alma düşüncesini, bilinçsiz durumdaki katilin zihnine girerek ondan faydalanma, kendi kurbanını ondan habersiz ama onun sayesinde bulmaya çeviriyor. İkincisi; Kuzuların Sessizliği'nde katilin kadınlardan seçtiği kurbanlarını, çıkmalarının mümkün olmadığı bir kuyuya hapsetmesi ve yavaş yavaş ama umut da vererek öldürmesi, The Cell'de katilin (kurbanlar yine kadınlar) sert bir cam hücre içine hapsettiği (yine ona umut vererek) kızın ölümünü seyretmesiyle ciddi benzerlik taşıyor. Son olarak iki filmde de kızları kurtarmanın zamana endekslenmesini örnekleyebiliriz.
b) Bilimkurgu sinemasındaki ataları a) Polisiyedeki ataları
The Cell, polisiye türünün en iyi iki örneği olan Se7en ve The Silence of the Lambs'ın formüllerini kullanıyor. Se7en'da John Doe adlı seri katilimiz bir noktadan sonra teslim oluyordu ve film hiç beklenmedik bir sona ulaşıyordu. The Cell, bu formülü ters çevirip (katilin finalden çok önce polisin eline geçmesini) kullanıyor. Katili ilk yarım saat içinde yakalatıyor ve hikaye de bu şekilde ivme kazanabiliyor. Polisiye sınırlarının dışına çıkılıyor. Singh'in filmi Kuzuların Sessizliği'nden 3 farklı biçimde etkilenmiş. Birincisi; bir seri katili yakalamak, kurbanını kurtarabilmek için başka bir katilden yardım alma düşüncesini, bilinçsiz durumdaki katilin zihnine girerek ondan faydalanma, kendi kurbanını ondan habersiz ama onun sayesinde bulmaya çeviriyor. İkincisi; Kuzuların Sessizliği'nde katilin kadınlardan seçtiği kurbanlarını, çıkmalarının mümkün olmadığı bir kuyuya hapsetmesi ve yavaş yavaş ama umut da vererek öldürmesi, The Cell'de katilin (kurbanlar yine kadınlar) sert bir cam hücre içine hapsettiği (yine ona umut vererek) kızın ölümünü seyretmesiyle ciddi benzerlik taşıyor. Son olarak iki filmde de kızları kurtarmanın zamana endekslenmesini örnekleyebiliriz.
The Cell'de geliştirilen yöntemle bir insanın bilinçaltına girilebiliyor. Bunu mümkün kılan teknoloji, gerçek olmadığını karakterlerin de bildiği bir ortamda gerçeküstü bir yaşanmışlık izletiyor bize. 90'lı yıllara döndüğümüzde Sanal gerçekliğin yükselişine tanık oluruz. Bilimkurgu filmlerinde sıkça karşımıza çıkan bir olgu bu, Strange Days'den The Matrix ve The Thirteenth Floor'a varan... Bu filmlerden The Matrix ve The Thirteenth Floor'da teknolojinin yardımıyla farklı bir boyuta geçme-bağlanma durumu The Cell'de bilinçaltına açılan bir kapıya dönüşmüş. The Cell'in bahsettiğimiz iki filmin hemen ertesi yıl vizyona girdiğini de düşündüğümüzde taze bir etkileşimi gözlemleyebiliyoruz.
Inception'ın esin kaynağı
Açıkça Inception'ın atası diyebiliriz. Inception 2010'da vizyona girdiğinde Christopher Nolan'ın bu fikrin 10 yıldır üzerinde çalıştığını söylemesi ve The Cell'in de 2000 yapımı olması elimizdeki ilk önemli veri. Nolan'ın rüyalara uzanma fikri The Cell'i izlediğinde aklına düşmüş olmalı. Inception'da teknolojik bir bağlanma ile birinin rüyasına girmek ve onu etkileyebilmek söz konusudur. The Cell'in yaptığı da hemen hemen bu. En önemli fark Inception'daki 'fikir ekme' işleminin The Cell'de 'fikir edinme' amacıyla bilinç altına süzülme biçiminde vuku bulması. İki filmde de büyük yer tutan rüya sahneleri, ana karakterin büyük bir tehlikeyle yüz yüze geldiği, heyecan katsayısı ve seyir keyfi yüksek sahneler olarak karşımıza çıkıyor.
Son söz: Son derece yaratıcı bir polisiye izlemek istiyorsanız doğru adrestesiniz. 7.9\10
Son söz: Son derece yaratıcı bir polisiye izlemek istiyorsanız doğru adrestesiniz. 7.9\10