Opera, tiyatro ve film yönetmeni olmasının yanı sıra ressam, şair, senarist gibi vasıflarıyla sanatın pek çok alanında ürün veren, çok yönlü bir sanatçı olan Polonyalı Lech Majewski, 80’li yıllardan bu yana sinema sektöründe, senarist\yönetmen\yapımcı sıfatlarıyla emek vermiş önemli bir sinemacı. Yönetmenin 12. uzun metraj çalışması The Mill and the Cross (Değirmen ve Haç), daha önce sinemada benzerine rastlamadığımız bir ressam portresi çizen şaşırtıcı bir sinemasal deneyim vadediyor.
Resimlerinde çoğunlukla günlük yaşamdan kesitler sunan, kendine has doğa manzaraları ve tasvirleriyle tanınan, mitolojiden beslenen ve ikonografik resimleriyle Rönesans döneminin büyük ustalarından biri olarak kabul edilen Pieter Bruegel’in bizde “Calvary Alayı” ya da “Çarmıha Gidiş” olarak bilinen “The Procession to Calvary” adlı eserinin yaratım sürecini resim ve sinema sanatını iç içe geçirerek ele alan The Mill and the Cross’un, daha çok Bruegel ve resim sanatıyla ilgili sinemaseverlerin beğenebilecekleri ayrıksı bir film olduğunu söyleyelim.
Filme gelirsek; Joe Wright’ın Anna Karenina’da beyazperdeyi tiyatro sahnesine dönüştürerek ulaştığı estetik doygunluk ve yeni bir deneyimin kapısını aralamasının bir benzerini Majewski’nin resim sanatıyla canlandırdığını ve daha başarılı bir iş çıkarttığını söyleyebiliriz. Bruegel’in İsa’nın Çarmıh’a gidişi ve gerilişini önemsizleştirerek ve resmin odak noktası yapmadan tasvir ettiği tablosunun eskiz çalışmaları eşliğinde son halini alışına tanık olmak başlı başına heyecan vericiyken, büyük bir sanat eserinin nasıl yaratıldığını göstermesi ve en önemlisi de filmin gerçek anlamıyla Bruegel’in eşsiz tablosunu beyazperdede canlandırması övgüye değer. Majewski bizi Bruegel’in resmi içinde gezintiye çıkarıyor. Esasında çizdiği karakterler arasında dolanan, bir el hareketiyle onları dondurup, hareketlendirebilen bir tanrı konumundaki ressamın zihninde bir yolculuğa çıkıyoruz. The Mill and the Cross'u izleyince aklımıza Derek Jarman'ın Caravaggio'sunun gelmesi olası. Jarman'ın ressamın iç dünyasını yansıtırken, resimlerini de Majewski'nin filmindeki gibi canlandırdığını görüyoruz.
Kısaca bir resmin hikayesini-yaratım sürecini izlediğimizi söyleyebileceğimiz The Mill and the Cross, aynı zamanda kurgulanmış bir gerçeklik sunuyor. Filmde İsa’nın Çarmıh’a gerilmesi Flaman topraklarına taşınıyor. İsa’yı Çarmıh’a gerenler de Roma askerleri değil, İspanyol lejyonerler. Hikaye farklı bir coğrafya ve farklı bir zaman diliminde ressamın zihninde yeniden kurgulanıyor. Burada ressamın hayal gücü devreye giriyor ve film de ressam biyografileri içinde ayrıksı bir noktaya ulaşırken, bir yandan da Çarmıh hikayesinin sinemadaki en sanatsal dışavurumuna dönüşüyor.
Resimde olduğu gibi İsa ve çarmıh arka planda kalıyor ama ikonografiye dikkat edildiğini görüyoruz. Bununla beraber Majewski’nin diyalogları minimumda tutması, derdini mizansenler ve görsellikle anlatmayı seçmesi bilinçli ve çok da doğru bir tercih. Bir ressamı ve eserini anlatmak için sözlere çok da ihtiyacınız yok diye düşünüyorum. İsa’nın Çarmıh süreci ikinci planda kalınca resimdeki önemsiz karakterlerin, sıradan halleri, günlük yaşamlarından kesitler ve ölüme terkedilmekle cezalandırılan insanlar birer yan hikaye olarak yerlerini alıyor ve filme zenginlik katıyor denilebilir.