1 Mart 2016

Çakma Sin City: The Spirit


Frank Miller çizgi roman dünyasının başyapıtlarından biri kabul ettiğimiz eseri Sin City’i Robert Rodriguez’le birlikte sinemaya uyarladığında belki muadilleri gibi hatırı sayılır bir gişeye ulaşamadı ancak seyirci ve eleştirmenler cephesinden aldığı övgü azımsanacak gibi değildi. Esasında çizgi romanın birebir sinemaya aktarımı kendi alanında devrimci bir girişimdi ve kesinlikle cesaret isteyen bir işti. Şu bir gerçek ki; Sin City’nin mütevazı başarısı, vizyondan sonra filmin kültleşmesiyle farklı bir boyuta ulaştı. İşte bu başarı Sin City’nin devam filminden önce her anında Sin City’i anımsatan başka bir filmin doğuşuna kaynaklık etti. Bu film yine bizzat Frank Miller’ın kamera arkasına geçtiği The Spirit’ti. Çizer Will Eisner’in 1940’lı yıllarda yarattığı çizgi romanından vakti geldiği düşünülerek başka bir usta isme emanet edilen döneminin ayrıksı eseri, gösterime girdiği yıl (2009) büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Şimdi Eisner’in sinema için ciddi bir potansiyel barındıran devrimci çizgi romanından, neden ve nasıl kimsenin hatırlamak istemediği bir film çıktı ortaya bir bakalım.

Frank Miller, The Spirit’i sinema için yeniden yaratırken başyapıtı Sin City’nin etkisinde kalmış. Bu öyle bir etki ki Miller, işi The Spirit’ten yeni bir Sin City çıkarmaya kadar ileri götürmüş. Filmin görselliği, stili ve anlatısı Sin City’den devşirilmiş. Çizgi romanın beyazperdede canlandırılması anlayışı Sin City’de kusursuz bir aktarımla hayat bulurken ve özgün bir çabanın ürünüyken, burada kopya çekmekten öteye gidilemediğini görüyoruz. Görsellik açısından Sin City’e oranla biraz daha renkli bir dünya sunulsa da siyah-beyaz sahnede kırmızı kullanmak gibi tercihler artık eskisi kadar göz alıcı ve etkileyici durmuyor. Anlatısı da benziyor demiştik. Miller’ın Sin City’de olduğu gibi ana karakterini iç sesiyle konuşturarak aynı etkiyi yakalama amacında olduğu açık. Yapımın üzerine sinen kara film havası, daima karanlık bir şekilde gördüğümüz Central şehrin tasviri gibi detaylar da yönetmenin esere sadık bir uyarlamadan kaçınayım, kendi karakterim filme damga vursun düşüncesiyle işe koyulmasının bir sonucu. Toparlarsak, The Spirit, Sin City’den önce çekilmiş olsaydı görselliği ve stili hususunda farklı şeyler söyleyebileceğimiz bir özgün çizgi roman uyarlaması olabilirdi. Ancak şu durumda amiyane tabirle “Çakma Sin City” demekten kendimizi alamıyoruz.

The Spirit’in hikayesine ve karakterlerine bakarak karşımızda ilgiye değer bir film olduğunu söyleyebiliriz. Birçok çizgi roman uyarlaması gibi hikayenin bilimkurgusal bir ayağı var. Kötü karakterimiz Octopus ölümsüzlük peşinde koşan çılgın bir bilim adamı. Bilimkurgu sinemasında çokça karşılaştığımız mad scientist karakterlerinin adeta karikatürize edilmiş bir kopyası. Onun ölümsüzlük arayışı ana karakterimiz Spirit’in de doğuşunu sağlıyor. Öldüğü sanılan bir dedektifin (Denny Colt), Octopus’un deneyi sonrasında ölümsüz bir insana dönüşmesi ve kendisine Spirit (Ruh) adını takarak Central şehrinin suçla savaşında polise ve halka yardımı kendisine amaç edinen bir süper kahramanın hikayesi denilebilir The Spirit için. Sin City’nin dünyasında dedektiften bozma bir süper kahraman olsa nasıl olurdu sorusunun cevabı niteliğindeki karakterimiz oldukça eksantrik ama ona hayat veren Gabriel Macht için aynı şeyleri söylememiz mümkün değil. Filmin zengin oyuncu kadrosu arasında ana karakterimizin en zayıf halka olması The Spririt’in başarısızlığında önemli bir etken. Kara film tadında bir süper kahraman filmi diyerek tanımlayabileceğimiz The Spirit, olay örgüsüyle heyecan yaratmayı ve merak uyandırmayı hiçbir anında başaramıyor. Açılış kısmıyla umut verse de karakterler arasındaki ilişkinin tek boyutluluğu, grafik şiddet ve aksiyon sahnelerinin zayıflığı da filmin diğer eksikleri diyebiliriz. Yönetmenlik tecrübesi fazla olmayan Frank Miller’ın bu kez kamera arkasına da tek başına geçmesi hezimetin sinyalini vermiş aslında. Yine deneyimli bir yönetmenle el ele verseydi eminim daha iyi bir sonuç elde edilecekti.