Werner Herzog’un kültleşmiş filmlerinden biri olan Aguirre, Tanrının Gazabı, El Dorado efsanesinin peşine düşen bir grup İspanyol kâşifin öyküsünü, 16 yüzyılda yaşanmış gerçek olaylardan bağımsız olarak ama elbette onlardan da etkilenerek beyazperdeye taşıyan sıra dışı bir yapım.
İmparatorları adına efsanelerin odağındaki altın şehri bulmak için yola çıkan kaşiflerle, misyonerlik amacıyla gruba katılan bir rahibin büyük hayallerle atıldıkları macera trajik bir hal alacaktır. Karakterlerimiz arasındaki iktidar sorunu, ekibin parçalanmasına sebep olurken, yerlilerin bitmek tükenmek bilmeyen saldırıları karşısında çaresizce umuda yolculuklarını sürdüren grup içinde bir adam sivrilir: Aguirre… Hırsı ve davasına olan adanmışlığıyla gözünü karartan Aguirre, birçok kez tanrının gazabı olduğunu dile getirir. Askerlerini emrinde tutabilmek için inançlarını kullanarak korkutur onları. Ama bir noktadan sonra tanrının gazabı olduğuna kendi de inanır sanki. Kendisi rütbeli bir asker olmasına karşın, işlerin yolunda gitmesi için bir şekilde her istediğini yaptırır. Tutkusu onu deliliğin sınırına kadar götürür. Aguirre’in deliliği verilen kayıplara rağmen yolculuğun devam etmesini sağlar. Film de zaten bir efsanenin peşine takılan bir grup kâşifin, tehlikelerle dolu yolculuklarının ve bu yolculukta yitip gidişlerinin hikâyesidir.
Herzog’un filmi için epik sinemaya da göz kırpan tarihsel bir macera denilebilir. Ancak yönetmenin anlatısına aşina değilseniz, Hollywood filmlerindeki akıcılığı bulamayacak ve filmin içine girmekte bir hayli zorlanacaksınız. Aguirre, Tanrının Gazabı, sonu meçhul bir yolculuk filmi. Avrupa’nın sömürgeci anlayışının bir dışavurumu olarak da okunabilecek olan film, gerçek mekân kullanımının yarattığı gerçeklik hissiyle seyircisini büyülemekte pek zorlanmıyor. Herzog, inançlarımızın da bizi sömürüye açık hale getirdiğini söylüyor sanki. Bu ister bir din olsun, isterse inandığınız başka bir kavram. Yönetmenin bazı sahnelerde dini açıkça eleştirdiğini de görüyoruz zaten.