25 Ağustos 2015

İlk izlenim: The Martian


İki yıl önce gerek ödül törenlerinde gerekse de gişede fırtına gibi esen uzayda yaşam mücadelesi temalı Gravity, bilimkurgu sinemasının yükselişe geçtiği bir dönemde gelmesinin de etkisiyle çok konuşuldu, çok tartışıldı. Seveni de nefret edeni de bol olan filmin yakaladığı muazzam başarı, o günlerde tahmin ettiğimiz gibi benzer hikayelerin sinemaya aktarılmasının önünü açtı. Tam da Gravity’den bir yıl sonra yayımlanan (daha önce farklı formatlarda yayınlandı) Andy Weir’ın The Martian adlı romanı, Hollywood’un imdadına yetişti. Weir’ın çokça övgü alan, Goodreads okuyucularının da 2014’ün en iyi bilimkurgu romanı seçtikleri The Martian, bilimsel açıdan son derece güçlü, hikaye anlamında da oldukça sürükleyici bulundu. Bu noktada böyle bir romanın çok geçmeden sinemaya uyarlanması kaçınılmazdı.

The Martian eleştirim için tıklayınız

Bilimkurgu sinemasının en yetkin birkaç isminden biri olan Ridley Scott’ın yönetmen koltuğuna oturduğu, başrollerini Matt Damon ile Jessica Chaistain’in paylaştığı filmden gelen ilk fragman, belli ölçüde hayal kırıklığı yarattı yaratmasına ama Weir’in sağlam metni, Scott’ın varlığı heyecanımızı diri tutmaya yetti. Gerçi Ridley Scott demişken kariyerinin en zayıf halkaları The Counselor ve Exodus: God and Kings’i art arda çekmiş olması, The Martian’ın da kötü çıkabileceği endişesi yaratmadı değil. Bir de fragmanın heyecan yaratmamasının asıl sebebi filmin özeti niteliğinde hazırlanmış olması bana kalırsa.  Film sürprize pek açık değil zaten. Fragman da özet gibi olunca merakla bekleyen kitleyi tatmin etmedi.

NASA tarafından keşif amacıyla Mars’a yollanan altı astronot, görevleri esnasında çıkan fırtınada öldü sandıkları Mark Watney’i geride bırakarak Mars’tan ayrılıyor. Elindeki tüm olanakları kullanarak Dünya’ya hayatta olduğu mesajını göndermeyi başaran Mark’ı kurtarma operasyonu da böylece başlamış oluyor. Filmin özeti en kısa haliyle bu şekilde.

Şimdi öncelikle The Martian’ın yeni İnterstellar değil, yeni Gravity olduğunun altını çizelim. Matt Damon’ın yine uzayda kurtarılmayı bekleyen bir karakteri canlandırması elbette Interstellar’ı akla getirse de tematik açıdan tamamen ayrılıyorlar. Gravity, bireysel olarak kurtulmaya, dünyaya dönmeye çalışan bir kadının hikayesiydi. Uzay boşluğunda yaşam mücadelesi veren Dr. Ryan Stone, aynı zamanda zamana karşı bir yarış veriyordu. The Martian’da ise bir gezegende mahsur kalan ve çaresizce kurtarılmayı bekleyen bir astronot var. Bu anlamda daha klasik bir bilimkurgu filmi var karşımızda. Bir kurtarma operasyonu filmi The Martian. Felaket filmlerinde ve kurtarma operasyonu filmlerinde olduğu gibi olayı masa başından (Houston) yöneten bir ekip olacak. Sık sık dünyaya dönecek ve olayın dünyadaki yansımalarını göreceğiz. Açıkçası Gravity gibi dinamik bir film beklemiyorum. Sebebi de Mars’ta yalnız kalan ve hayata kalmak için kişisel bir mücadele veren ana karakterimizin uzun süren bekleyişini izleyecek olmamız. Şüphesiz kurtarma operasyonu tırnak kemirten bir gerilim yaratacaktır. Sadece Gravity’deki gibi zamana karşı verilen bir savaş olmayacağı için filmin geneline yansıyan bir gerilim beklememek gerekiyor. İnanıyorum ki The Martian’ın başarısı romana ne kadar sağdık kaldığıyla doğru orantılı olacaktır. Gravity, görselliği, gerçekçiliği ve belli oranda da bilimselliğiyle takdir topladı. Weir'ın romanı da bilimsel açıdan son derece gerçekçi bulundu. Umarız Scott, bunu dikkate almıştır ve en önemlisi de ağdalı bir anlatıdan kaçınmıştır.

The Martian, 2 Ekim’de vizyona girecek.