12 Eylül 2015

Neden overrated, neden underrated?


Overrated: It Follows

Bu yıl izlediğimiz It Follows (Peşimeki Şeytan), korku sineması adına yeni fikirlerin tükenmediğini açıkça gösteen başarılı bir işti. Ancak afişe de taşınan “Korku severlerin rüyaları gerçek oluyor”, “bir korku klasiği” gibi son derece abartılı yorumlar ve eleştirmenler cephesinden gelen övgüler beklentilerin yükselmesine sebep olmuştu. Filmi gördüğümde ise o kadar da yenilikçi ve korkunç bulmadım. Ve bu da onu overrated filmler listeme eklememe neden oldu. İlgi çekici bir lanet hikayesi anlatan David Robert Mitchell, 70’lerin sonunda Halloween’la parlayan teen-slasher alt türünün klişeleriyle hınzırca oynuyor. Sevişen gençlerin önce öldürülmesini, sevişirsen hayatta kalırsın biçiminde tersine çeviriyor yönetmen. Seksin lanetten kurtulmanın yolu olması kadar, kılık değiştirebilen doğaüstü katil tanımıyla da seyircisini etkilemeyi başaran Mitchell, özellikle ikinci yarısından itibaren filmin düşüşe geçmesini engelleyemiyor. İlk yarıda yeni fikirlerle ilgimizi ayakta tutuyor ama fikirler tükendiğinde bocalamaya başlıyor. Sonuçta bir grup genç lanetten kurtulmak için çabalıyor. Birkaç iyi çekilmiş korku sahnesi ağzımıza bir parmak bal çalıyor ancak beklenen korku filmi çıkmıyor. Atmosfer ve hoş müzikler de bir yere kadar… It Follows’u övgüye boğarken sık sık korku referanslarından ve başarılı atmosferinden bahsediliyor. Referanslara ve filmler arası etkileşimlere ne kadar değer versem de It Follows’u iyi bir denemeden öteye geçirecek kadar değerli bir şey göremedim ben. Klasikler ait oldukları türler veya alt türlerde yeni eğilimler başlatabilecek yetkinliktedirler. It Follow’un harcanmış iyi fikirleriyle bunu başarması söz konusu değil. Unutulmaya yüz tuttu bile.. 

Underrated: Trance

Son derece istikrarlı bir sinemacı olan Danny Boyle’un hali hazırdaki son filmi Trance’ın üzerinden iki yıl geçti. Film vizyona girdiğinde ortalama tepkiler aldı. Benim gibi çok az sayıda sinefil-yazar hakkını teslim etti. Hakkı neydi peki? Öncelikle Trance’ın yönetmenin 90'larda ürettiği Trainspotting ve Shallow Grave'in ardından en iyi üçüncü filmi olduğunu söyleyeyim ve sebeplerine geçeyim. Tüm filmi bir yap-boz gibi kurgulayan Boyle, klasik bir suç-gerilimini bilinçaltına açarak Inception-vari bir iş ortaya koyuyor ve muadillerinden ivedilikle ayrılmasını biliyor. Bilinçaltına açılan suç filmi tanımı onu değerli kılıyor. Hikayeye baktığımızda elbette birçok filmden parçalar görmek mümkün. Ancak Trance, “ben bu filmi - bu sahneyi hatırlıyorum” hissiyatı yaratsa da kopyacı bir film değil. Bilinçaltında geçen sahnelerin bir noktadan sonra muğlaklaştırılması içinden çıkamadığımız bir gizemle sarmalanmamıza sebep oluyor ve tırmanan gerilime hizmet ediyor. Film, Boyle’un birçok filmi gibi dinamik kurgusuyla büyük keyif verirken, sürprizlerini açık etmemeye özen gösteriyor ve seyircisini adeta finale hazırlıyor. Tekrarlanan kilit sahneleri, müzikleri, hipnotik anları ve Boyle’un sinema diliyle hatırlanacak bir film bu. Aslında Trance’ın genel kitleyi avucunun içine almakta zorlanmayacak bir anlatısı var ancak kafa karıştırıcı yapısı ve hızlı kurgusu beğeni seviyesini düşürmüş olmalı. Sinefil cenahının fazla yüz vermemesinin sebebi ise son dönemde benzerlerini çok gördüğümüz oyunlu-sürprizli filmlerden bıkkınlık gelmiş olması sanırım. Sonuç olarak; tekrar tekrar izlenecek ve yeni bir şeyler keşfedilebilecek üstün bir yapım olduğunu düşünüyorum Trance’ın. Hala izlememiş olanları da keşfe davet ediyorum.