30 Kasım 2015

Gaspar Noe’nin kutsal üçlüsü: Love


Sinemanın sınır tanımayan yönetmenlerinden Gaspar Noe’nin dördüncü uzun metrajı Love, pornografik içeriği sebebiyle 68. Cannes Film Festivali’ndeki ilk gösteriminden bu yana adından sıkça söz ettirmeye ve tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ülkemizde vizyona girip girmeyeceği belirsizliğini koruyan filmi değerlendirdim.

Aşk 

Gaspar Noe’nin Love’da anlattığı saf bir aşk öyküsü değil. Günümüz ilişkilerinde cinselliğin ön plana çıkması ve seksin tek düze bir hal almaya başlamasıyla da çiftlerin yeni arayışlara girmesi zaten cinselliğe dayalı yaşanan ilişkileri tüketiyor. Murphy ile Electra’nın ilişkisi tam da böyle. Aşklarını ilk günkü gibi taze tutmak için yeni arayışlara giriyorlar. Ancak hesaba katmadıkları bazı şeyler var. Erkeğin kıskançlığı ve korumacı yapısıyla kadının sadakat arayışı… Erkek ile kadın doğasındaki farklılıklar sebebiyle sarsılan ilişki, daha tutkulu yaşanan bir seksle onarılmaya çalışıyor. Filmin düğüm noktası ise Murphy’nin yanlış kadını hamile bırakması denilebilir. Noe, üçlü bir aşk yumağına dönen ilişkiyi kronolojik bir düzlemde anlatmıyor. İstemediği bir hayatı yaşamak zorunda olmasının huzursuzluğuyla yaşayıp giden, unutamadığı biricik aşkına duyduğu özlem ve elinden bir şey gelmemesinin yarattığı çaresizlik duygusuyla iyiden iyiye depresif bir ruh haline bürünen aile babası Murphy’nin yaşadıkları hikayenin bugünü. Murphy’nin flashback sahneleriyle verilen özlemle anımsadığı hatıraları ise hikayenin dünü. Dün ve bugün arasında git gelli bir yapı kuran Noe, tutkuyla yaşanan aşkı ve aşk acısını birlikte izletiyor bize. Aşk dolu günleri yani geçmişi oldukça sıcak renk tercihleriyle veren yönetmen, acı çekilen bugünün ise görsel karşılığını soğuk renklerde buluyor. 

Pornografi

Gaspar Noe, bir röportajında ifade ettiği gibi bir aşk hikayesi anlatıyor ama aşka seksüel açıdan yaklaşmayı deniyor. Aşkı seksle anlatmak cesaret isteyen zor bir iş. Seksi tüm çıplaklığıyla yansıtma düşüncesi de niyetinizin yanlış anlaşılmasına veya anlaşılamamanıza sebep olabilir. Çünkü pornografi, sinema sanatı çerçevesinde baktığımızda hala bir tabu. Bu tabuyu yıkmak da takdir edersiniz ki kolay değil. Noe’nin pornografi kullanımına baktığımızda sahnelerin hemen hemen tamamında dikkatimizi çeken üç şey var: Erotizm, tutku ve estetik. Noe’nin kutsal üçlüsü pornografiyle aşka ulaşmasına ve seyircinin de bunu hissetmesini sağlıyor. Karakterlerimiz birbirine âşık olduğu için tutkuyla sevişiyorlar, doğru müzik ve renk tercihleriyle erotizmi hissedebiliyoruz, erotizmin yakalanması ve seksin estetize edilmesiyle de daha önce deneyimlemediğimiz bir sinemasal tecrübeye yelken açıyoruz. Yönetmenin amacını anladığınızda pornografi ve sinema içindeki sınırlarının zorlanıp zorlanmamasının pek bir önemi kalmıyor. Film pornografik olmasına ve farklı seksüel deneyimlere yer vermesine rağmen Irreversible kadar sert ve aykırı değil. 3D çekilen iki sahneyi sinemada 3D olarak deneyimlemediğiniz takdirde zaten pornografik sahneler estetize de edildiği için filmin rahatsız edici bir tarafı kalmıyor. 

Gaspar Noe’nin Nypmhomaniac’a cevabı 

Ayrıksı yönetmen dediğimizde aklımıza gelen ilk iki isim Lars von Trier ile Gaspar Noe’dir muhtemelen. Sinemada kendi tarzlarında müstehcenlik sınırlarını zorlayan yönetmenlerimiz daha da ileri giderek pornografik filmler çektiler. Noe’nin Love’ı çekmesinde Nymphomaniac’ın etkisi olduğunu düşünüyorum. Trier’ın meydan okumasını görüp, cevap niteliğinde bir filmle geri döndü.

Murphy karakterinde yönetmenimizden çok şey bulabileceğimiz Love, içeriği itibariyle Lars von Trier’ın Nymphomainac’ına benzetilebilecek bir sinemasal girişim gibi görünse de, izlediğinizde öyle olmadığını anlıyorsunuz. Nymphomaniac nasıl kasıtlı olarak erotizmden uzak durduysa, Noe bilinçli olarak erotizmi her anında hissedebileceğiniz bir filmle seyircisini selamlıyor. Ana karakterlerinin durumları itibariyle aynı kefeye koyabildiğimiz filmler için pornografik drama diyebiliriz. İki filmde de depresif ruh halindeki ana karakterlerimizin geçmişine ve o geçmişle pornografiye ulaşıyoruz. Pornografi kullanımı açısından Trier yer yer estetik yer yer irite edici bir tavır sergilerken, Noe filmin estetiğinden bir an bile ödün vermiyor. İki yönetmenimiz de flashbackli hikâye kurgusuna bel bağlasalar da burada da temel farklılıklar göze çarpıyor. Nypmhomaniac ve Love zaten biçimci üsluplarıyla dikkat çeken filmler. Trier’ın Nymphomaniac’da Antichrist’e gönderme yapması gibi, Noe de Love’da Irreversible’a hoş bir gönderme yapıyor.

Son söz: Sinemanın müstehcenlik sınırlarını zorlayan Love, estetik doygunluğuyla unutulmayacak bir deneyim. 8.5

27 Kasım 2015

En iyi 10 Steven Spielberg filmi


Amerikan Sinemasının harika çocuğu Steven Spielberg için 70'li yıllardan bugüne dek popüler sinemanın en önemli temsilcisi diyebiliriz. Spielberg, 1971'de Duel (Bela) ile başladığı kariyerinde türden türe atladı. Bilimkurgu, korku, macera, savaş filmleri, dramalar ve son olarak da animasyonla çıktı karşımıza. Spielberg'in yaratıcılığını ve üretkenliğini bir kenara koyarsak sinemasında öne çıkan iki ana unsurun hikaye anlatmak ve anlattığı hikayeyi duygusal bir şekilde ele almak olduğunu söyleyebiliriz. Duygusallığından ve popüler işlere imza atmasından şikayet edilse de biz onu bu haliyle seviyoruz.

2000'li yıllara Yapay Zeka ve Azınlık Raporu gibi üst düzey iki bilimkurg filmiyle giren ve sonrasında da çıtasını düşürmediği Sıkıysa Yakala, Münih ve Terminal gibi başarılı filmlere imza atan Spielberg, son yıllarda ödül törenlerinden eli boş döndüğü filmler çekmekte. Düşüşü bariz olsa da 70'lerde, 80'lerde ve 90'larda da vasat hatta kötü olarak nitelendirebileceğimiz filmler üretmişti. Dolayısıyla üstadın batıda büyük beğeni toplayan Soğuk Savaş gerilimi Bridge of Spies ile birlikte tekrar yükselişe geçeceğine inanıyoruz.

Bridge of Spies'ı da kattığımızda 28 filmden oluşan zengin bir filmografisi olan Spielberg'in en iyi 10 filmini seçmenin oldukça zor olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle de Indiana Jones filmlerinden herhangi birini alamamak veya Saving Private Ryan'ı dışarda bırakmak oldukça zor oldu.

10- Jurassic Park 

Spielberg'ün bilimkurgu ve korku sinemasının ‘dehşet saçan canavar’ hikayelerini bir popcorn eğlenceliğine dönüştürdüğü Jurassic Park için sinemada Disneyland yaratma girişimi diyebiliriz. İnsanoğluyla dinozorlar aynı çağda yaşasaydı ne olurdu sorusuyla yola çıkan ve 90’lı yıllardaki teknolojik atılımdan çokça faydalanan film kısa sürede klasikleşti.


9- Minority Report (2002)

Philip K. Dick'in aynı adlı kısa öyküsünden uyarlanan Minority Report, geleceği görme yetisine sahip üç kahin sayesinde suçların daha işlenmeden önlenebildiği bir gelecek tasvir ediyor. Karanlık atmosferiyle göz dolduran film, özgün bir distopya öyküsü sunuyor. Spielberg filmde insanın kendi kaderini kendisinin çizip çizemeyeceği meselesini masaya yatırıyor.


8- Duel (1971) 

Yönetmenin televizyon için çektiği Duel, gerilimin an be an tırmandığı bir yol filmiydi. Sıradan bir sürücünün yolunda ilerlerken bir tankerle zıtlaşmasıyla başlayan yol düellosu, Spielberg’ün yeteneklerini sergilemesi için büyük bir fırsattı. Zihinlerde bıraktığı soru işaretleri, nefis takip sahneleri ve mütevazi yapısıyla unutulmaz bir ilk filmdi Duel.


7- The Color Purple (1985

Spielberg, Alice Walker’ın Pulitzer ödüllü romanından uyarladığı The Color Purple’da kölelik meselesini, köleliğin resmen son bulduğu bir dönemden bakarak ele aldı. Dozunda duygusallığı ve aralara serpiştirilen hoş esprileriyle damakta çok hoş bir tat bırakan bir başyapıt olduğunu söyleyebiliriz filmin. Oyuncuların kimyası ve üstün performansları da unutulacak gibi değildi.

        
6- Empire of the Sun (1987)

Spielberg, Empire of the Sun’da Şangay’da Japonların işgali sonrasında ailesinden ayrı düşen ve yolu esir kamplarına kadar düşen Jamie’nin hikayesini ele aldı. II. Dünya Savaşı’nı bir çocuğun gözünden anlatan Empire of the Sun, savaş filmleri içinde farklı bir yere konumlandı. Finaliyle etkisini artıran film, savaşın insanoğlu üzerinde yarattığı tahribatı tüm çıplaklığıyla görselleştirdi. Kıymeti pek bilinmese de yönetmenin en iyi işlerinden..


5- E.T (1982)

E.T. adlı sevimli bir uzaylıyla dostluk kuran bir çocuğun hikayesinin bir gişe canavarına dönüşeceğini o günlerde kestirmek çok da kolay olmasa gerek. Spielberg’in Close Encounters of the Third Kind’dan sonra bir kez daha dost uzaylı düşüncesini beyazperdeye taşıdığı E.T. bir 80’ler klasiği… Spielberg dendiğinde akla gelen ilk filmlerden biri.


4- Artificial Intelligence (2001)

Kubrick’in bir türlü hayata geçiremediği bir yapay zeka bilimkurgusu olan Artificial Intelligence, bir robot gerçekten sevebilir mi? Eğer severse insanın yerini alabilir mi? gibi sorular sordu ve makine-insan etkileşimine farklı bir noktadan bakmayı denedi. İnsanoğlu için karanlık bir gelecek tablosuna uzanan ve Spielberg duygusallığından nasibini alan bir başyapıt bu.


3- Jaws (1975)

Spielberg'ün adını geniş kitlelere duyuran Jaws, yönetmenin gerilim yaratmadaki üstün hüneri sayesinde kısa zamanda türün klasiklerinden birine dönüştü, devam filmleri de geldi ama onlar başarılı yapımlar değildi. Spielberg'ün müziği bir gerilim öğesi olarak etkin kullanması, filmin ilk yarısında dev köpekbalığını hiç göstermemesi gibi yaratıcı fikirleri başarısını anahtarıydı denilebilir.


2- Close Encounters of the Third Kind (1977)

Spielberg'ün ilk bilimkurgu çalışması olan Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, dönemi için revizyonist sayılabilecek bir işti. Filmin en önemli özelliği düşman uzaylı algısını, dost uzaylı ile değiştirmesiydi. Işık gölge oyunları ve finalde ilk temasın huşu veren etkisiyle bilimkurgu sinemasının köşe taşlarından biri olarak yerini aldı.


1- Schindler's List (1993)

Yahudi soykırımını beyazperdeye taşıyan Spielberg, 3 saatlik süresi ve siyah-beyaz tercihiyle cesur bir işe kalkıştı. Oscar Schindler'in yanında çalışan Yahudileri gaz odasından kurtarmak için gösterdiği üstün çabanın gerçek hikayesi, Spielberg'ün duygusal dokunuşuyla gerçek bir başyapıta dönüştü. En iyi film ve yönetmen dahil aldığı 7 Oscar'ı da sonuna kadar hak etti Schindler'in Listesi.

25 Kasım 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #35 The Crucible


Arthur Miller’ın ilk kez 50’li yılların ilk yarısında Broadway’de sahnelenen oyunu The Crucible (Cazı Kazanı), iki kez sinemaya uyarlandı. Bu uyarlamalardan ses getireni, bizzat oyunun yazarı Miller’ın senaryosunu kaleme aldığı, Daniel Day-Lewis ve Winona Ryder gibi çok yetenekli ve popüler oyuncuların boy gösterdiği 1996’daki versiyonuydu. Zaten Miller’ın senaryosu o yıl “En İyi Uyarlama Senaryo” kategorisinde Oscar adaylığı da elde etmişti.

Hikâye 17. yüzyılın sonlarında Massachusetts’in Salem adlı küçük ve tutucu bir kasabasında geçiyor. Açılış sekansında ormanda, bir ateşi etrafında dans eden, şarkılar söyleyen kasabanın genç kızlarının hayallerini süsleyen erkekleri elde edebilmek için büyü yapmalarına şahit oluyoruz. Bırakın büyücülüğü, ateş etrafında dans etmenin dahi yasak olduğu bir yerde, kızlarımız başlarına büyük bir bela açıyor. Din adamları dışında tuhaf davranışlarda bulunan herkesin cadı olarak suçlanabildiği bir dönemde, bir yalanın nerelere varabileceğinin ve saf kötülüğün öyküsünü izleyeceksiniz The Crucible’da. Cadı avı başladığında insanoğlunun ne kadar karanlık dönemlerden geçerek bugünlere geldiğini net bir şekilde görüyoruz. Cadılıkla suçlanan bir bireyin Cadı olduğunu reddettiğinde asıldığı, itiraf ettiğinde ise serbest bırakıldığı ve bunun adına adalet dendiği bir zamandan söz ediyoruz. The Crucible cadılık mefhumundan ziyade, cehaletin ve bağnazlığın insanoğlunu nasıl yanlışa sürüklediğini anlatıyor. Film özetle, kötülük ve şeytanlık insanoğlunun kendisinde diyor.

Film ilerledikçe olaylar iyice karışıyor, yeni detaylarla sürekli yön değiştiriyor ve seyircinin nefes almasına fırsat vermeyen bir hızda ilerliyor. Yönetmen Nicholas Hytner, Miller’ın sağlam metninden dramatik yapısı çok güçlü bir film çıkarmayı başarıyor. Oyunun sinemaya ustalıkla adapte edildiğini görüyorsunuz. Bazı sahneleri oldukça teatral olan The Crucible, Daniel Day-Lewis’in parmak ısırtan performansı ve “İşte size ruhumu verdim, adımı bana bırakın!” gibi içinizi acıtacak replikleriyle akılda kalan önemli bir film.

21 Kasım 2015

Pitof - Jean Christophe Grange A. Ş. Sunar: Vidocq


Memoirs of Vidocq adlı anı kitaplarıyla polisiye edebiyatın gelişiminde ciddi bir katkısı olan ve tarihteki ilk dedektiflik bürosunu açan Eugene François Vidocq’un hayatı çeşitli film ve dizilere konu oldu ama bu önemli şahsiyet hiçbir zaman popüler bir figüre dönüşmedi. 2001’de görsel efektler konusunda uzman bir isim olan Pitof, korku edebiyatının son dönemde parlak işlerle adından söz ettiren yazarlarından Jean-Christophe Grange ile birlikte senaryosunu yazdığı Vidocq’un kamera arkasına da geçti. İlk yönetmenlik denemesini gerçekleştiren Pitof, sinema tarihinin tamamı dijital çekilmiş ilk filmine imza attı. Dedektif Vidocq rolünde Fransız sinemasının dev oyuncularından Gerard Depardieu’yu izlediğimiz film, vizyona girdiğinde ortalama tepkiler almıştı.

Baştan söyleyelim Vidocq, biyografik bir film değil. Pitof, Vidocq’u tamamen kurgusal bir dünyanın içine yerleştiriyor. Elbette bunu yaparken onu kendi dünyasının dışına çıkarmıyor. Zaman ve mekân Vidocq’un hayatının bir parçası, olaylar ise alabildiğine kurgusal. Polisiye, korku ve fanteziyle iç içe geçirilerek ilginç bir tür kırması ortaya çıkarılıyor. Bilmeyenler için filmin hikâyesinden bahsedelim biraz. 1830’un Paris’indeyiz. Sokaklarda esrarı çözülemeyen cinayetler işlenmektedir. Aynadan bir maske takan ve kurbanlarının ruhlarını çalan bir katilin sokaklarda gezindiği söylentileri ortalıkta dolaşmaktadır. Dedektif Vidocq, bu olayı araştırmaya başlar ve Simyacı adı verilen katili enselemek üzereyken ölür. Bunun üzerine genç bir gazeteci Etienne olayı araştırmaya koyulur.

Korku sinemasın maskeli seri katil külliyatına bir yenisini daha ekliyor Vidocq. Freddy Krueger, Jason Voorhees ve Michael Myers gibi maske takan doğaüstüne meyleden seri katilleri örnek alan Simyacı’nın farkı gücünü bilimden alması diyebiliriz. Yüzüne geçirdiği cam maske ile kurbanlarının ruhlarını çalıyor Simyacı. Kapkara pelerini ve maskesiyle de Paris sokaklarına korku salıyor. Evet bilimden faydalanan ama bakire kanı kullanmak gibi batıl inançları da olan bir seri katil kendisi. Pitof, hikâyeyi flashback sahneleriyle sürdüren ve bu şekilde filmin ivme kazanmasını umduğu bir anlatım yeğliyor. Finaldeki sürprizle taşlar yerine oturtuluyor ve o sürprizin hikâyenin bel kemiğini oluşturduğunu da söylememiz gerekiyor. İşte bu noktada bir sorun ortaya çıkıyor. Maskesi ve peleriniyle oldukça gizemli ve korkutucu bir seri katil portresi çiziliyor ama sürpriz açıklandığında yerini koskoca bir hayal kırıklığına bırakıyor. Bu konuda daha fazla detay vermeyelim.

Vidocq, daha çok sanat yönetimi ve görselliğiyle hafızalarda yer edebilecek bir film. Tamamının dijital kamerayla çekilmesinin bir handikaba dönüşmesini saymazsak, başarılı efektleri ve kurduğu görsel dünya fazlasıyla ilgiye değer. Dönemin Paris’inin boğucu, kaotik bir yer olarak tasvir edilmesi türün bir gereği. Filmi izlenebilir kılan unsurların başında da atmosferi geliyor. Maalesef aynı özenin karakterlere gösterilmemesi Vidocq’un en büyük sorunu denilebilir. Evet, Pitof ve Grange’ın senaryosu kurgusal açıdan belli ölçüde başarılı ama dedektif Vidocq dahil karakterlerin iyi yazılamaması ve filmin Pitof’un ilk yönetmenlik deneyimi olması gibi etkenler Vidocq’un bekleneni verememesine sebep olmuş. Yine de Amerikan sineması anlatısına sahip bir Fransız filmi izlemek, özellikle de melez tür filmlere meraklı olan seyircilere iyi gelecektir. 6\10

17 Kasım 2015

Önermediklerimiz - #5 Devil


The Sixth Sense ile başladığı sürpriz sonlu korku filmleri kuşağı ile kendisini Hollywood'a kabul ettiren Hint asıllı yönetmen M. Night Shyamalan, yazdığı özgün hikayelerle kısa sürede büyük bir hayran kitlesi edindi ancak son yıllarda yaratıcılığını kaybetmesi ve yanlış proje seçimleriyle kariyer intiharına giriştiğini hep söylüyoruz. Shyamalan'ın ilk kez kendi yazdığı bir korku hikayesinin yönetmenlik koltuğuna oturmadığı 2010 yapımı Devil'ın kamera arkasında türe hiç de yabancı olmayan (Quarantina ve 30 Days of Night'ın yönetmeni) John Erick Dowdle var.

Sıradan bir günde hiç de masum olmayan 5 yabancı bir şirketin asansöründe mahsur kalır.  Kısa bir süre sonra asıl sorunun asansörde mahsur kalmak olmadığını fark eden kurbanlarımız aralarından birinin Şeytan olduğunu da bilmemektedir. Tek tek her birine korkunç şeyler olmaya başlayacaktır.

Filmi dört maddede özetlemek mümkün:

1- Devil, Saw (Testere) serisiyle 2000'li yıllarda patlayan; kapalı bir mekanda sıkışmış-tuzağa düşürülmüş, bilmediği bir tehlike ile karşı karşıya kalmış ve ölüm kalım mücadelesi veren bir grup insanın hayatta kalma mücadelesini işliyor.
2- Klostrofobiyle gerilim yaratan filmlerin izinden gidiyor.
3- Klasik bir şeytan filmi olmayı reddedip 'katil kim?' sorusunu 'şeytan kim?' sorusuyla değiştirerek merak unsurunu ayakta tutuyor.
4- Olayı çözmeye çalışan dedektif karakteriyle de polisiye örgüyü kurup heyecan katsayısını artırmaya çalışıyor.

Görüldüğü gibi Shyamalan, ilginç bir korku filmi modeliyle karşımıza çıkıyor çıkmasına ama yeni veya orijinal bir şey sunamıyor. Sorun serim ve düğüm bölümlerinin bu hikayeye yaraşır bir finalle bağlanamamasından kaynaklanıyor aslında. İnanç ve kader gibi klasik temalar tekrarlanıyor. Karakter gelişimine vakit ayrılmaması da filmin elini zayıflatıyor. Dar alanda karakter merkezli bir korku filmi çekiyorsanız daha enteresan tiplemeler yaratmanız gerekir. Ve bununla birlikte filmin dramatik yapısına da gerekli önemi vermeniz şart. Devil bunların hiçbirini yapmadığı gibi katil\şeytan kim sorusuna verilecek cevabın tahmin edilebilir olmasıyla da sınıfta kalıyor. Bu tahmin edilebilirliğe karşın Shyamalan'ın bir sürpriz son olmasa da küçük bir hile ile seyircisinin sadece yüzünü güldürmekle yetindiğini söyleyebiliriz.

15 Kasım 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #9 Sonsuzluğun Sonu


Yaşadığı dönemi en üretken ve en başarılı bilimkurgu yazarlarından biri olarak kabul ettiğimiz Isaac Asimov, bilimkurgu edebiyatının yanı sıra bilimkurgu sinemasını da derinden etkilemiş bir yazar. Bu etkileşimde Asimov’un bir bilim adamı olmasının etkisi yadsınamaz. Ancak engin hayal gücü ve kurgudaki üstün yeteneğini de es geçmemek gerekiyor. Asimov, daha çok 7 kitaptan oluşan Vakıf dizisi ve Üç Robot Yasası ile biliniyor. Yazarın 1955’de yayımlanan Sonsuzluğun sonu (The End of Eternity) adlı eseri gerçek bir başyapıt denilebilir. Buna karşın Asimov romanları Hollywood’un ilgisini pek çekemediği için (sadece birkaç romanı sinemaya uyarlanmıştır) potansiyeli yüksek Sonsuzluğun Sonu’nun da beklediğimiz uyarlaması hala gelmiş değil.

Hikâye

Sonsuzluğun Sonu"nun olağanüstü, fantastik dünyasında, Yarın'ın iptal edilmesi olanaklıydı. Gelecek'in egemen sınıfı olan Sonsuzlar insanların yaşamı ve ölümü üzerinde karar verme gücüne sahip olduğu gibi, hangi yüzyıllarda doğacaklarını da saptayabiliyordu. Dün, Bugün ve Yarın onların iradesine bağlı olarak yaratılabiliyor ya da yok edilebiliyordu. Sonsuzlar'dan biri olmak için özel niteliklere sahip olmak gerekliydi. Andrew Harlan da böyle biriydi işte. O tek bağışlanmaz günahı işleyene, âşık olana dek...

Gelecek zamanın geleceği… 

Romanda bahsi geçen sonsuzluk hemen aklınıza geleceği gibi uzayın sonsuzluğu değil. Mekansal değil, zamansal bir sonsuzluk söz konusu. Günümüzden uzak bir gelecekte, insanoğlu sonsuzluğu keşfediyor. Peki, bu ne demek? Bunun iki anlamı var. Birincisi zamanda milyarlarca yıl öteye seyahat edebileceğiniz, ikincisi ise insanoğlunun sonsuz hayata kavuşması. Romanı elinize aldığınızda dikkatinizi çeken ilk şey zamanın yıllarla değil, yüzyıllarla dile getirilmesi oluyor. Rakamlar o kadar uçuk ki, yüzyılların bizim zaman ölçümüzle hesaplaması kafanızı karıştırıyor. Hikayenin asıl meselesi sonsuzluğu keşfeden insanların, kendilerini insan ırkından üstün görüp, bu keşfi kendilerine saklamaları. Çok çok uzak bir gelecekte yaşanmış gerçekliklere müdahale ederek, insanoğluna daha iyi bir gelecek hazırlıyor sonsuzlarımız. Süper insan, insanlık yararı gözeterek zamanı istediği şekle sokabiliyor. Birçok hayat kurtarıyor, birçok hayatı değiştiriyorlar. Asimov, yapılan müdahalelerin doğruluğunu, ahlaki boyutunu da sorguluyor. Sonsuzluğun Sonu, okuru tasvirlerle boğmayan, çok fazla detaya girmeyen ama zaman kavramını derinlemesine inceleyen, yalın anlatıma sahip bir bilimkurgu romanı. Baştan soğuk, içine girilmesi zor gelebilir ama Asimov, okuru bağlamasını çok iyi biliyor. Müthiş finaliyle de ağzınızı açık bırakmayı başarıyor. 

Nasıl uyarlamalı?

Sonsuzluğun Sonu, bilimkurgu sinemasının keşif dönemi olan 70’li yıllarda uyarlanabilirmiş ama Kubrick gibi zamanın çok ötesinde filmlere imza atan bir yönetmen el atmadıkça romanın hakkı verilemezdi. Asimov’un hayal gücü bugünün teknolojisiyle görsel karşılığını rahatlıkla bulabilir. Söz konusu olacak uyarlamada dikkat edilmesi gereken bazı önemli noktalar var. En başta senaryo aşamasında yaratıcı bir ekibin elinde sinemaya uygun hale getirilmeli. Bunun anlamı hikâye kurgusuna yeni olaylar, durumlar ve karakterlerin ustalıkla yedirilerek eklenmesinin gerekmesi. Hikâyenin hemen hemen tamamı iç mekânlarda geçiyor. Eklenecek yeni sahnelerle ya da yapılacak ufak değişikliklerle görsel olarak daha tatmin edici bir sonuç elde edilebilir. Karakterlerin konumları gereği duygularını saklama çabası ve sonsuzluğun duygulara ket vurması da romanın genel karakteristiği üzerinde belirleyici bir role sahip. 2001: A Space Odyssey kadar olmasa da hem mekân kullanımı hem de karakterleriyle duygusuz halleri sebebiyle soğuk bir bilimkurgu olmalı Sonsuzluğun Sonu. Elbette hikâyede filizlenen aşkın getirdiği duygusal değişimler de abartıya kaçmadan verilmeli. Asimov, aynı zamanda bir bilim adamı da olduğundan bilimsel açıdan çok güçlü bir eser yaratmış. Kısa tuttuğu romanda tasvirlere fazla yer vermese de bilimsel konuları ayrıntılarıyla karakterlerin ağzından tüm detaylarıyla duyuyoruz. Buradan varacağım nokta, uyarlamanın didaktik bir anlatımdan kaçınması gerektiği. Sonsuzluğun Sonu, uyarlaması zor bir roman. Olay ve karakterler sınırlı. Dolayısıyla klasik dev bütçeli bir Hollywood bilimkurgusu beklememek gerekiyor. Teknik imkanları sonuna kadar kullanan daha mütevazi bir bilimkurgu biçiminde hayata geçirilmesi iyi olacaktır.

9 Kasım 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #34 Pina


Zamanın Akışında, Berlin Üzerinde Gökyüzü ve Paris Texas gibi unutulmaz filmlerin yönetmeni Wim Wenders, Alman Sinemasının önde gelen isimlerinden biri. Kurgusal filmlerinin yanı sıra çok sayıda belgesel çeken Wenders, bu kez tanımlamakta zorlandığımız bir film modeliyle çıkıyor karşımıza. Modern dansın efsanelerinden Pina Bausch'un anısına hazırlanan Pina için belgesel-müzikal-dans filmi gibi tanımlamalar yapabiliriz. Wim Wenders ve Pina Bausch, bir dans filmi yapmak için kollarını sıvamışlar. Ancak 2009 haziranında Bausch'un kansere yenik düşmesi sonucunda yoluna tek başına devam etme kararı alan Wenders, projeyi birtakım değişikliklere giderek tamamladı ve filmini Pina Bausch'a adadı.

3D olarak vizyona giren Pina'nın bir hikaye kurgusu yok. Film, Tanzheater Wuppertal adlı Alman dans topluluğunun canlı performanslarından ve Pina'nın eserlerinden oluşuyor. Pina, iki koldan ilerliyor. Birincisi; salonda seyircinin önünde (bize de salonda canlı izliyormuş hissiyatı vererek) sergilenen performanslar, ikincisi; parkta, metroda, sokakta veyahut kapalı bir yüzme havuzunda solo, ikili ve grup performanslar şeklinde vuku buluyor. Ayrıca performansların arasına dansçıların Pina hakkında kısa kısa düşüncelerini ve Pina sevgilerini dile getirdikleri bölümler iliştirilmiş. Böylece filme tam bir belgesel havası verilmiş.

Dans ve müzik konusunda yetkin olmadığım için türleri hakkında fazla yorum yapamam ama şunu söyleyebilirim: müzik ve koreografiler sürekli değişiyor, her dansa uygun müzik kullanılması (bazen enstrümantal bazen opera müziği ve türlü dans müzikleri) sıkılmanıza pek fırsat vermiyor. Mekan ve müziğin sürekli değişmesi bir sonraki sahneyi merakla beklemenizi sağlıyor. Pina'nın bir hikaye kurgusu yok belki ama her dans ile anlatılmaya çalışılan bir küçük hikaye var. Hatırlarsanız Lars Von Trier, Dogville ile sinemada tiyatro fonunu ve estetiğini kullanarak benzersiz bir işe imza atmıştı. Wim Wenders da Pina ile Trier'ın izinden gidiyor ve sahne sanatlarını sinemaya taşıyor. Dudak uçuklatan koreografilerini düşünürsek daha önce böyle bir şey izlemediniz diyebilirim. Türünü ve tarzını dikkate alırsak da Pina'nın her bünyeye göre olmadığını; özellikle dansa, müziğe ve farklı tatlara düşkün seyirciye hitap ettiğini söyleyebiliriz.

6 Kasım 2015

Öldüren Kelimeler: Pontypool


Tony Burgess’ın senaryosunu bizzat kendi çok satan romanından uyarlayarak kaleme aldığı Pontypool, bağımsız bir korku filmi denemesi. Kanadalı sinemacı Bruce McDonald’ın kamera arkasına geçtiği Pontypool, tek mekânda geçen bir salgın filmi. Evet, kulağa çılgınca ve aynı zamanda deneysel bir çalışma gibi geliyor ama işin aslı öyle değil. 

Olayın tamamı Pontypool adlı bir kasabanın mütevazı radyosunda cereyan ediyor. DJ’likte dikiş tutturamayan deneyimli bir radyocu Grant Mazy, kar fırtınasının kasabayı esir aldığı sıradan bir günde patronu ve yardımcısıyla iyi bir haber yakalama umuduyla yayına ara vermeden özveriyle işlerini yapmaya çalışıyorlar. Ve çok geçmeden kasabada şiddet olayları baş gösterdiği haberiyle ne olup bittiğini anlamaya ve dinleyicilerine aktarmaya başlıyorlar. Biz de sanki radyo dinliyormuşcasına hikâyeye ortak oluyoruz. Duyduklarımızı zihnimizde canlandırıyoruz tüm film boyunca. Elbette sonlara doğru seyirciyi memnun edecek görseller de kullanılıyor.  McDonald, çok küçük bir bütçeyle harikalar yaratıyor. Bağımsızlığını büyük bir avantaja dönüştürüyor. Elindeki hikâyeyi Hollywood’da hayata geçirse eminim aynı etkiyi elde edemezdi.

Filmi içeriğiyle ilgili bir şey bilmeden izlediğinizde, ilk başlarda klasik bir zombi hikâyesiyle baş başa olduğunuzu sanıyorsunuz. Zira virüsün insanlar üzerinde yarattığı saldırganlık zombi salgınıyla örtüşüyor. Yönetmen McDonald bilinçli olarak karakterlerine zombi dedirtmiyor ama seyircisini zombi salgını kanısına varacağını çok iyi biliyor. Bu yanlış yönlendirme de hikâye ilerledikçe başka tür bir salgının varlığının anlaşılmasıyla seyir keyfini yukarı çeken bir unsura dönüşüyor. Bu noktada Pontypool’un özgün bir salgın filmi olduğunun altını çizelim. Kelimelerle bulaşan bir virüs söz konusu çünkü. Salgının ve hikâyenin gelişimine bakarsak zombi filmlerinden beslendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Virüsü kapan kişinin onu sağlıklı kişilere bulaştırma arzusuyla hareket etmesi ve genel olarak virüslü kişilerin hal ve davranışlarıyla zombiler örnek alınıyor. Kapalı mekânda sıkışıp kalan ve bir çıkış arayan karakterler de zombi filmlerinin olmazsa olmaz öğelerinden biridir. Pontypool zaten bu sıkışmışlık halini esas alıyor. 

Mcdonald’ın dört karakterli ve tek mekânda geçen bir korku filminde merak unsurunu ve gerilimi filmin tamamında ayakta tutmayı başarması en büyük meziyeti denilebilir. John Carpenter başyapıtlarından The Fog’dan pek çok öğeyi ödünç aldığını söylememiz gerekiyor. Küçük bir kasabanın fon alınması, kasabanın radyosunun burada ana mekâna dönüşmesi, kilise faktörü -ki Pontypool’daki radyo kilisenin bodrumunda- yani esasen kilise de sıkışıp kalan karakterlerimiz ve kasabayı esir alan lanetin bir felaketle yer değiştirmesi gibi bir çırpıda sayılabilecek benzerlikler mevcut.

Pontypool, özetle seyircinin hayal gücüne daha çok ihtiyaç duyacağı filmlerden. Salgın filmleri içerisinde özel bir yer edinen bu özgün yapım, eminim ki bazı sinemasever arkadaşlar için katlanılmaz ve epey sıkıcı bir seyirlik olarak karşılanacak ama geveze, yaratıcı ve minimal bir korku filmi izlemek isteyenler için de önemli bir keşif olacaktır. 8\10

2 Kasım 2015

Bridge of Spies 27 Kasım'da Vizyonda


7 dalda War Horse ve 12 dalda Lincoln ile elde ettiği akademi ödülü adaylıklarından umduğunu bulamayan Steven Spielberg, duraklama dönemini aşmaya çalışıyor. Görünen o ki, ustanın Tom Hanks ile beşinci kez bir araya geldiği yeni filmi Bridge of Spies (Casuslar Köprüsü), yılın iddialı filmlerinden biri olacak. Hem seyirci hem de eleştirmen cephesinden gelen ilk yorumlar tahminlerimizin bir hayli üzerinde. Biyografik nitelik de taşıyan bir tarihsel dram olan Bridge of Spies, Brooklyn’de bir sigorta avukatının kendisini bir anda Soğuk Savaşın ve Sovyetler tarafından ele geçirilen Amerikalı U-2 pilotunun değişimi için olacak pazarlığın ortasında bulmasını konu alıyor.

1950 yıllarında soğuk savaşın henüz başlarında, Birleşik Devletler ile Sovyetler Birliği arasındaki tansiyon yükselmeye başlamıştır. Bunun üzerine FBI, New York’ta yaşayan bir Sovyet ajanı olan Rudolf Abel’i tutuklar. Rusya’ya gizli kodlu mesajlar atmaktan suçlanan Abel ülkesine iadesini ister fakat FBI uzlaşmaya sıcak bakmaz ve federal hapishanede mahkemesini beklemesine karar verir.

Hükümet, Abel’i savunması için bağımsız bir avukat atanmasına karar verir ve Brooklyn’de bir sigorta avukatı olan James Donovan’a teklif götürür. Nuremberg davalarında savcılık görevi yapmış olmasına rağmen Donovan, bu büyüklükteki davalarda çok tecrübesiz olduğunu düşündüğü için, davayı üstlenmeye pek de istekli değildir. Ayrıca savunulması istenilmeyen birine avukatlık yapmak onu toplumda tanınır hale getirecek ve kendisini, hatta ailesini potansiyel bir tehlike altına sokacaktır.

Donovan, adaletin ilkelerini ve temel insan hakları çerçevesinde, her Amerikan vatandaşının adil bir yargılamaya tabi tutulması gerektiğini düşündüğünden Abel’i temsil etmeyi kabul eder. Savunma stratejisi hazırlanırken, iki adam arasındaki bağ güçlenir ve birbirlerini daha iyi anlamaya başlarlar. Donovan, Abel’in gücüne ve bağlılığına hayranlık duyar. Müvekkilinin ölüm cezası almasını önlemek istemektedir.

Bir süre sonra, Amerikan U-2 casus uçağı, gizli bir görevde iken Sovyet hava sahası üzerinde vurulur. Uçağın pilotu Francis Gary Powers 10 yıl hapis cezasına çarptırılır. CIA bir yandan görevin amacını inkâr ederken, diğer yandan Powers’ın gizli bilgileri açığa çıkarabileceğinden korkmaktadır. Avukat Donovan’ın mahkemedeki etkileyici yeteneklerine şahit olan CIA özel dedektifi Hoffman ulusal güvenliği ilgilendiren bir görev için Donovan’a ulaşır. Etkileyici öngörüsü sayesinde, kısa bir süre sonra Donovan, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği arasındaki bir mahkûm değiş tokuşu için Berlin’e doğru yol alır. Berlin’e ulaşan Donovan, bir Amerikalı öğrencinin Doğu Berlin’den Batı tarafına geçmeye çalışırken tutuklandığını duyar. Donovan, CIA’in sadece pilota odaklanmasını emretmesine rağmen, geride birisini bırakmayı reddederek, hem öğrencinin hem de pilotun özgürlüğüne kavuşması için pazarlık yapmaya karar verir.

İlk İzlenim

Spielberg'in hezimete uğradığı son iki filminden biri 1. Dünya Savaşı, diğeri de Amerikan İç Savaşı'nı fon alıyordu. Aslında Spielberg savaş filmlerinde rüştünü ispatlamış bir isimdi. Dolayısıyla şimdi de Soğuk Savaş döneminde yaşanmış bir olayı mercek altına alması kağıt üzerinde umut verici. War Horse'da duygusallığa yüklenmiş olması, Lincoln'de ise filmi bir tarih dersine dönüştürmesi seyircinin tatmin olmasını engellemişti. Bridge of Spies'ın fragmanına baktığımızda aşırı bir duygusallık olmadığını ve filmin akıcı bir anlatıma sahip olduğunu tahmin etmek zor değil. Filmi teknik kusursuzluğu, dönemin canlandırılması ve kullanılan renkler birer artıya dönüşecek belli ki. En önemli detay ise senaryoda Coen kardeşlerin imzasının olması diyebiliriz. Ki bu da Bridge of Spies'ın iyi bir metni olduğu anlamına geliyor. Coen senaryoları hayal kırıklığı yaratmaz kolay kolay. Filme yönelik beklentilerimizin yükselmesinde eleştirmenlerin yüksek beğeni seviyesi ciddi bir rol oynadı. Bu sebeple de Oscar Ödülleri'nde Bridge of Spies'ın adını duyacağımızı düşünüyorum. Ana dallarda adaylık elde etse de kazanma ihtimali şuan çok düşük görünüyor. Zaman gösterecek diyelim.