30 Eylül 2016

Neden underrated? - Intimacy


Hanif Kureishi’nin aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Intimacy (Mahremiyet), pornografiye göz kırpan bir erotik drama. Avrupa’dan çıkan bir ortak yapım olan film, erotik film türü içerisinde değerlendirdiğimizde bu alandaki yetkin işlerden biri ama genel kitlenin böyle düşünmediği çok açık. Uluslararası sinema sitelerindeki yorum ve puanları da hesaba katarsak Intimacy için underrated diyebiliriz. Şimdi yönetmen Patrice Chereau’nun ne yapmak istediğine ve filmin neden underrated olduğuna bir bakalım.

Orta yaşlı iki insan sadece seks yapmak için bir araya gelir. Tutkuyla sevişirler. Heyecanlarına hâkim olamazlar. Filmin açılış kısmında yer alan pornografik seks sahnesi yönetmen Chereau’nun cesaretinin bir göstergesi olmakla birlikte seksi tüm çıplaklığı ve doğallığıyla verme amacının bir sonucudur diye düşünüyorum. Sonraki sahneler de zaten bunu kanıtlıyor. Seks bazen sadece seks değildir… Küçük bir kaçamak bazen raydan çıkmanıza sebep olabilir. Intimacy’de ana karakterlerimiz Jay ve Claire sadece hazzı yaşamak için birlikte oluyorlar. Bu birlikteliğin süreklilik kazanması ise spontene gelişen bir şey. Seks süreklilik kazandığında ise kendi özel hayatlarında mutsuz olan çiftimiz, hazla mutluluğu yakalamaya çalışıyorlar ve bu mutluluk anları beklenmedik bir şekilde başka duyguların bedenlerini sarmasına sebep oluyor. Karakterlerimiz seks dışında herhangi bir paylaşımda bulunmuyorlar. Bu durum Jay’in hazla başlayan aşkı sonrasında kadının hayatına müdahil olma çabasıyla filmi ilginç bir noktaya sürüklüyor.

Yönetmen Chereau, modern hayatla birlikte yaşam biçimimizin değiştiğini, bunun da ilişkilerimizi ve sekse bakışımızı doğrudan etkilediğini söylüyor. Yeni yaşam biçimimizin ilişkilerimizde yarattığı köklü değişimlerin başında sekse dayalı ilişkilerin daha çok tercih edilir olması geliyor. Film de şunu demeye getiriyor sanki: Evet, seks odaklı birliktelikler istiyoruz ve yaşıyoruz, yarını düşünmüyoruz, sorumluluktan kaçıyoruz. Peki, sonucu ne oluyor? Daha mı mutlu oluyoruz? İşte Intimacy’nin cevabı koca bir hayır. Öte yandan karakterlerimize baktığımızda farklı bir okuma da yapabiliriz. Claire evli ve çocuklu bir kadın, Jay ise iki çocuğu olan ve uzun zamandır yalnız yaşayan bir adam. Dolayısıyla geleneksel ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından onaylanan ilişki biçiminin de modern insanın beklentilerine cevap olamadığını söyleyebiliriz. Mutsuz iki insan hazzı yaşamak için bir araya geliyor. Birinin kaçışı (kadınınki), diğerinin kendini bulması (erkeğinki) anlamına gelse de nihayetinde anlık mutlulukların ötesine geçilemeyeceğinin altı çiziliyor. İlişkileri zorlaştıranın ve hatta belki imkânsızlaştıranın modern hayatın getirdiği yeni korkularımız olduğu sonucuna varabiliriz.

İlişkilerimiz ve seksin hayatımızdaki yerini, erotizmi daima ikinci planda tutarak ele alan Intimacy, muhtemelen erotik film beklentisiyle izleyen sinemaseverleri tam da bu sebepten tatmin etmedi. Yönetmen Chereau, seyircisinden hazzın dışına çıkarak düşünmesini ve hissedebilmesini istiyor. Elindeki sağlam metinden, dramatik çatısı iyi kurulmuş, karakterlerin kimyasının tuttuğu iyi bir film çıkartıyor. Fifty Shades of Grey gibi erotik filmlerin yoğun ilgi gördüğü şu dönemde, Intimacy gibi içi dolu ve de erotizmi gerçekten hissedebileceğiniz filmlerin kıymeti bilinmeli diyorum.

22 Eylül 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #52 Slaughterhouse-Five


Kurt Vonnegut’un ilk kez 1969’da yayımlanan kült bilimkurgu romanı Slaughterhouse-Five (Mezbaha No 5), George Roy Hill tarafından 70’li yılların başında sinemaya uyarlandı. Billy Pilgrim adlı bir adamın, kendi tabiriyle zamanda boşluğa düşerek, hayatının çeşitli dönemlerine istemsizce gidip gelmesini, diğer bir deyişle kendi yaşam zamanı içerisinde bir tür zaman yolculuğu yapmasını konu edinen ve sıra dışı tanımını sonuna kadar hak eden eser, döneminin en başarılı filmlerinden biridir. Bilimkurgu sinemasında daha önce denenmemiş şeylerin, hayata geçirilmemiş fikirlerin ve hikâyelerin peşi sıra anlatıldığı 70’li yılların karakteristik bilimkurgularından biri olduğunu söyleyebileceğimiz Slaughterhouse-Five, bugün izlendiğinde dahi seyircisini şaşırtmayı başarabilen dönemeçlere sahip, ilginç bir yapım.

Film, uyarlandığı roman göre daha kapalı bir anlatıma sahip. Bu kapalılıkta ayrıntılara daha az yer verilmesi kadar, senaryo aşamasındaki tercihler de etkili. Dolayısıyla da romanı okumadığınızda filmin ana meselesini anlamakta güçlük çekebilir veya taşları yerlerine oturtamayabilirsiniz. Baştan sona ekstra bir dikkat isteyen Slaugterhouse-Five’ın en belirgin özellikleri çok sayıda kesme yapması ve sıçramalı kurgusu diyebiliriz. Ana karakterimiz Billy Pilgrim’in kendi geçmişine ve geleceğine yaptığı seyahatler esnasında geçişlerin iki zaman arasında olaysal birer bağlantı kurularak yapılması filmin biçimsel başarısının kanıtlarından biri. Kendilerine Tralfamadorian diyen uzaylı bir halk tarafından kaçırılan Billy, artık yaşadığı anda kalamıyor ve çocukluğundan, II. Dünya Savaşı’nda Almanlara esir düştüğü yıllara kadar pek çok yaşanmışlığına geri dönüyor. Slaugterhouse-Five’ı zaman yolcuğu filmlerinden ayıran temel fark, yolculukların bedensel olmaması. Bu haliyle biraz kafa karıştırıcı olsa da kıymetini bilmek gerekiyor.

Özellikle son 20 dakikalık dilimiyle (Bu bölümde 2001: A Space Odyssey’den etkilendiği çok açıktır.) farklı bir yola giren ve salt bir zaman yolculuğu filmi olmadığını belli eden Slaughterhouse-Five, uyarlandığı romanın eleştirel keskinliğine sahip olmamasına karşın, zaman mefhumu üzerine söyledikleri ve kurduğu dünya ile benzerleri olsa da ayrıksı durabilmeyi başarabiliyor. Bu filmin başka bir romandan uyarlanan The Time Traveler’s Wife’a esin kaynağı olduğunu da söyleyerek, başta zaman yolculuğu teması olmak üzere bilimkurgu sinemasıyla ciddi düşünen her sinemasevere öneriyorum.

19 Eylül 2016

Lars and the Real Girl


Ülkemizde vizyona girmeyen Lars and the Real Girl (Gerçek Sevgili) Oscar'a aday özgün senaryosuyla dikkat çeken son derece başarılı bir dramatik komedi örneği. Amerikan bağımsız sinemasının son 10 yılda parıldayan  filmlerinden biri olduğunu söyleyebileceğimiz Lars and the Real Girl'ün yönetmen koltuğunda, bu filmin dışında herhangi bir başarısı bulunmayan Craig Gillespie oturuyor.

Abisi Gus ve karısı Karin'in evlerinin garajında yaşayan ve insanlarla iletişim kurmaktan kaçınan, yalnız ve sorunlu bir insanın -Lars'ın- günün birinde internetten sipariş ettiği şişme bebeğin kız arkadaşı olduğuna kendisini inandırması sonrasında yaşanan gariplikleri naif bir anlatımla ele alan yönetmen Gillespie, seyircinin kısa sürede içine girebileceği, karakterlere ve hikayeye bağlanabileceği bir film çekmiş. Lars and the Real Girl, babasının ölümünün ardından çocukluk travmasını atlatamayan Lars adlı bir gencin komik, dramatik ve romantik öyküsünü o kadar sade bir dille anlatıyor ki, filmin bu mütevazı yapısı lehine işliyor. Şişme bebek Bianca'nın (Lars ona bu adı veriyor) toplum içine karışmasıyla ilk yarısında sürekli bir gülümseme haliyle izlediğimiz film, ikinci yarısında tonunu değiştiriyor ve hüzne kayıyor. Şişme bebek Bianca, Lars'ın hayallerindeki kız prototipinin gerçek hayattaki dışavurumu denilebilir. Hayalindeki kadını yaratan Lars aşık oluyor Bianca'ya. Bir anlamda hayallerini somutlaştırıyor. Ancak Bianca'ya aşık olmanın da ötesine geçip onu bir saplantı haline getiriyor. Lars'ın Bianca'yı kasabalılarla tanıştırması, onu toplum içine sokması ve Lars'ın psikolojik sorunlarının farkında olan insanların Bianca'ya yaklaşımı birçok komik sahneye gebe olsa da büyük oranda filmin dramatik yapısına hizmet ediyor. Film ilerledikçe Lars'ta birtakım değişimler gözlemliyoruz: İnsanlarla daha rahat iletişim kuruyor ve münzevi hayatının dışına çıkıyor. Travmatik çocukluk döneminin izleri belki hiç silinmeyecek ama Bianca sayesinde kendi kendisini tedavi ediyor. Yaptıklarının ne kadar farkında olduğunu bilemesek de Lars'la empati kurabiliyor, onu anlayabiliyoruz. En önemli nokta da bu.

Başta Lars olmak üzere tüm karakterlerin ustalıkla yaratıldığını, hikayenin de psikolojik ve sosyolojik açıdan bir hayli zengin olduğunu söyleyebiliyoruz. Filmin hiçbir anında abartıya kaçmayan Gillespie, bağımsızlığının verdiği özgürlükle, kimseye hesap vermeden hikayesine odaklanabilmiş ve takdir edilmesi gereken bir film ortaya çıkarabilmiş. Seyirciden ve eleştirmenlerden çoğunlukla olumlu tepkiler alan filmin sevilmesinde Lars karakteriyle Ryan Gosling'in inandırıcı performansın büyük bir payının olduğunu düşünüyorum. Lars and the Real Girl, son dönem Amerikan bağımsız sinemasının en iyi örneklerinden biri. Bir nevi kendini iyi hisset filmi olduğu için de herkese tavsiye ediyorum.

7 Eylül 2016

15. Filmekimi'nde kaçırılmaması gereken 10 film


Filmekimi, her yıl olduğu gibi, dünya festivallerinde gösterilmiş, ödüller almış, eleştirmenlerin ve izleyicilerin ilgisini çekmiş ve merakla beklenen yeni yapımları içeren zengin programıyla Ekim ayının en çok konuşulan sinema etkinliği olacak. Filmekimi Vodafone FreeZone sponsorluğunda 7-16 Ekim tarihlerinde İstanbul’da 10 gün sürecek bir maratonla birlikte İstanbul dışında da Ekim ayı boyunca gösterimlerine devam edecek.

On beşinci yılında Filmekimi programında, Altın Palmiyeli Ken Loach filmi I Daniel Blake’den, Xavier Dolan’ın Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü kazanan Alt Tarafı Dünyanın Sonu / It’s Only the End of the World’e, Oscar’lı yönetmen Asghar Farhadi’den, bağımsız Amerikan sinemasının kahramanlarından Jim Jarmusch’a, Güney Kore’nin yıldız yönetmeni Park Chan-wook’tan modern klasiklerin yönetmeni Paul Verhoeven’e ve kara mizahtan vazgeçmeyen yönetmen Todd Solondz’dan her filmi olay yaratan Pedro Almodovar’a kadar merakla beklenen birçok yönetmenin filmi yer alıyor.

Filmekimi gösterimleri İstanbul’da bu yıl Beyoğlu’nda Beyoğlu ve Atlas,Kadıköy Rexx Sineması ve Nişantaşı City’s Cinemaximum’da yapılacak.

İstanbul dışı gösterimlerine 2011’de başlayan Filmekimi, bu yıl da Türkiye’nin farklı kentlerindeki sinemaseverlere yılın en iyi ve en güncel filmlerini sunmaya devam edecek. Filmekimi, bu yıl Ankara, İzmir, Bursa ve ilk kez Eskişehir’e de uğrayacak. Filmekimi 7-9 Ekim’de Ankara’da, 13-16 Ekim’de İzmir’de, 21-23 Ekim’de Bursa ve Eskişehir’de olacak.

Filmekimi kapsamında bu yıl 50 film gösterilecek. Kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm 10 filmi, şu ana kadar açıklanan 25 filmlik listeden seçtim.

1- Toni Erdmann / Maren Ade


Cannes Film Festivali’nde eleştirmenlerden tarihinin en yüksek puan ortalaması alan Toni Erdmann 15.Filmekimi programında... Her anı sürprizlerle dolu Toni Erdmann, izleyicinin son derece karmaşık ama bir o kadar yoğun tepkilerle tanık olduğu bir sinema mucizesi; son yılların en heyecan verici, en duygusal aile komedisi. Bir babanın kızıyla yakınlaşmak için verdiği çabaları anlatan ve Cannes’ın tartışmasız en çok konuşulan filmi olan Toni Erdmann, burada eleştirmenler birliği FIPRESCI ödülünü, Brüksel Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini kazandı; Münih Film Festivali’nin de açılış filmi olarak gösterildi. Toni Erdmann, Almanya’nın Oscar adayı olarak açıklandı.


2- Voyage of Time / Terrence Malick


The Thin Red Line’ın ardından Filmekimi’nde gösterilen The Tree of Life / Hayat Ağacı, Knight of Cups ile büyük takdir toplayan Terrence Malick'in Eylül ayında Venedik'te Altın Aslan için yarışacak yeni filmi, evrenin tarihi üzerine görkemli bir belgesel. Usta yönetmenin 40 yıldır üzerinde çalıştığı ve "En büyük hayallerimden birisi" diye tanımladığı bu destansı film, göz alıcı efektleriyle izleyiciye benzersiz bir deneyim vaat ediyor. Voyage of Time'ın müzikleri bir diğer ustaya, Ennio Morricone'ye emanet. Belgeselde anlatıcı görevindeyse sesiyle Cate Blanchett üstleniyor.


3- The Commune / Thomas Vinterberg 

Berlin Film Festivali’nde Trine Dyrholm’e En İyi Kadın Oyuncu Ödülü getiren Komün, Dogme akımıyla uluslararası üne kavuşan Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in son filmi. Bir akademisyen ve ünlü bir haber sunucusu eşinin aile dostlarıyla bir komün kurmaları ve ardından gelişen olayları anlatıyor. Thomas Vinterberg, yeni filminde, bir evliliğin yeniden doğum ve yıkım hikâyesini çocukluk tecrübelerinden beslenerek anlatıyor. Komün, hayatın kendisi gibi, yer yer eğlendiren ama nihayetinde can acıtan bir film.


4- The Handmaiden / Park Chan-wook

Güney Kore’nin yıldız yönetmeni Park Chan-wook’un, Cannes Film Festivali’nde yarışan The Handmaiden'da şehvet, entrika ve cinsel gerilimle örülü göz alıcı bir öykü sunuyor. Sarah Waters’ın The Fingersmith adlı romanından uyarlanan bu dönem filmi, 1930’larda Japon işgali altındaki Kore’de geçiyor. Cannes’da Vulcain En İyi Sanat Yönetimi ödülü kazanan The Handmaiden kusursuz senaryosu ve dâhice bir yönetmenlikle izleyiciyi çok katmanlı bir gerilime davet ediyor. Park Chan-wook’un 2013 yapımı Stoker’dan sonra çektiği ilk film olan The Handmaiden, zengin genç bir Japon kadın, onu kandırıp zenginliğini ele geçirmeye çalışan Koreli bir adam ve adamın tuttuğu Koreli bir hizmetçi arasındaki entrika etrafında dönüyor.


5- Paterson / Jim Jarmusch

Bağımsız Amerikan sinemasının kahramanlarından Jim Jarmusch, izleyiciye sevdirdiği vampirlerden sonra sıradan insanlara dönüyor. Filme de adını veren Paterson, New Jersey’de Paterson kasabasında yaşayan bir otobüs şoförü; fazla konuşmayı sevmeyen, hep yanında tuttuğu not defterine şiirler yazan sıradan bir adam. Jarmusch, “şiirsel” sinemasını Paterson’da şiirin kendisiyle harmanlıyor ve izleyen herkesin tanışmaya bayılacağı bir karakteri çıkarıyor karşımıza. Paterson’ı canlandıran ve en son Star Wars’da Kylo Ren olarak izlediğimiz Adam Driver’a İran asıllı Golshifteh Farahani eşlik ediyor.


6- It’s Only The End Of The World / Xavier Dolan

Xavier Dolan’ın Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül ve Ekümenik Jüri Ödülü kazanan son filmi It’s Only the End of the World 15. Filmekimi’nde. Film, başrollerini Fransa’nın en tanınmış oyuncularından Marion Cotillard, Gaspard Ulliel, Vincent Cassel, Léa Seydoux ve Nathalie Baye paylaştığı bir aile dramı. Fransız yazar Jean-Luc Lagarce’ın 1990 tarihli aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanan filmin anti-kahramanı Louis, uzun yıllardır görüşmediği ailesini ziyarete gider. Amacı, onlara ölümcül bir hastalığını olduğunu söyleyip veda etmektir. Dolan’ın en olgun filmi olarak karşılanan It's Only the End of the World akıllardan çıkmayacak, güçlü bir melodram.Dolan’ın sözleriyle It's Only the End of the World “Basitçe ifade edersek, bu film aile ve birbirini sevmenin zorluğu hakkında.” 2014 Filmekimi’nde Xavier Dolan’ın Mommy’si en çok izlenen filmlerden olmuştu.


6- Wiener-Dog / Todd Solondz 

Kara mizahtan vazgeçmeyen yönetmen Todd Solondz’un 2011 yapımı Dark Horse’tan sonra çektiği ilk uzun metrajlı film olan Wiener-Dog, birbirine bir “sosis” köpek aracılığıyla bağlanan dört kısa hikâyeden oluşuyor. Todd Solondz’un 1995 filmi Oyun Evine Hoşgeldiniz’in bir anlamda manevi devam filmi olan Wiener-Dog, IndieWire’a göre Todd Solondz’un en öfkeli, en radikal, en sivri filmi. Wiener-Dog’ta hikâyelerin kesişiminde yer alan köpek, hayatını birbirinden farklı insanlara dostluk ederek geçiriyor. Wiener-Dog’un görüntü yönetmeni, Carol’da da çalışan Edward Lachman. Bu kapkaranlık, kararlı ve ziyadesiyle albenili film, Amerikalı olma deneyimi üzerine kalemini hiç sakınmayan “siyaseten doğruculuktan” alabildiğine uzak bir komedi. Sundance’te prömiyerini yapan film, aynı zamanda Ellen Burstyn, Danny DeVito, Julie Delpy ve Greta Gerwig’li bir yıldızlar geçidi.


7- Arrival / Denis Villeneuve 

Denis Villeneuve’ün yönettiği Arrival, dünyaya gelen uzaylılarla iletişim kurmaya çalışan bir dilbilimcinin hikâyesini anlatıyor. Bilimkurgu meraklılarının merakla bekledikleri Amy Adams’lı filmin diğer başrollerinde Marvel’ın Hawkeye’ı Jeremy Renner ve Forest Whitaker yer alıyor. Johann Johannsson filmin müziklerini üstleniyor. Filmin yapımcılarından Shawn Levy, “Stranger Things”in de yürütücü yapımcılarından.ABD vizyonundan önce Filmekimi’nde gösterilecek olan Arrival, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışacak. Ted Chiang'ın "Story of Your Life" öyküsünden uyarlanan Arrival, Toronto ve San Sebastian film festivallerinin programlarında da yer alıyor. Yeni Bladerunner filminin çekimlerini sürdüren Denis Villeneuve, Polytechnique, İçimdeki Yangın, Tutsak, Düşman ve en son Oscar’a aday gösterilen Sicario ileHollywood’un gözde yönetmenlerinden.


8- Julieta / Pedro Almadovar 

Her filmi olay yaratan Pedro Almodovar’ın 20. filmi Julieta, bir kadının hayatının gizemlerine uzanan bir yolculuğu anlatıyor. Nobel Ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun üç öyküsünden uyarlanan ve“Almodovar’ın 5 yıldızlı dönüşü” sözleriyle övülen Julieta, dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı. Julieta, Almodovar’ın olgunluk döneminin en iyi örneklerinden biri olarak dikkat çekiyor.


9- My Life As A Courgette / Claude Barras 

Dünya prömiyerini Cannes’da Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde yapan ve dakikalarca ayakta alkışlanan My Life as a Courgette, dünyanın en saygın canlandırma festivallerinden Annecy’de En İyi Film ve İzleyici ödüllerini kazandı. Hem karanlık hem naif tarzıyla her yaştan izleyicinin gönlünü fethedecek filmin senaryosu 2011 Filmekimi’nde gösterilen Tomboy’un yönetmeni ve senaristi Céline Sciamma’ya ait. My Life as a Courgette, 9 yaşındaki bir çocuğun, alkolik annesinin ölümünden sonra gittiği yetimhanede edindiği arkadaşlarıyla hayatı öğrenmeye çabasını konu alıyor. Cannes Film Festivali’nin en sevilen filmlerinden biri olarak adını duyuran bu stop-motion canlandırma, İsviçreli yönetmen Claude Barras’ın ilk uzun metrajlı filmi ve İsviçre’nin Oscar adayı.


10- I, Daniel Blake / Ken Loach 

Politik sinemanın zirvesindeki Ken Loach’a Özgürlük Rüzgârı’ndan sonra ikinci kez Altın Palmiye kazandıran I, Daniel Blake, dokunaklı olduğu kadar öfke dolu bir dram. Devlet yardımı alabilmek için sisteme ve bürokrasiye direnen Daniel Blake adlı emekli bir marangozun mücadelesini izleyen film, bozuk sisteme ve boğucu bürokrasiye karşı dayanışmayı ustalıkla yüceltiyor. Ken Loach ve yıllardır birlikte çalıştığı senaristi Paul Laverty’nin son yıllarda çektikleri en iyi film olarak yorumlanan I, Daniel Blake, Ağustos ayında yapılan Locarno Film Festivali’nde de İzleyici Ödülü kazandı.

3 Eylül 2016

Deepwater Horizon 30 Eylül'de Vizyonda


2010 Nisan'ında BP’ye ait Deepwater Horizon petrol platformunun Meksika Körfezi'nde infilak etmesiyle doğa, son yılların en büyük çevre felaketlerinden birine tanık olmuştu. Film birçok insanın gözden kaçırdığı bir hikâyeyi konu alıyor: O gün Deepwater Horizon‘da çalışan ve olabilecek en korkutucu şartlara maruz kalan 126 kişilik ekibin hikâyesi. İyi eğitilmiş erkek ve kadınlardan oluşan ekip, vardiyalarını tamamlayıp kıyıda bekleyen aileleriyle bir araya gelmeyi umut ederler. Bir anda hayatlarındaki en kara saati yaşamaya başlayan ekip, okyanusun ortasında durdurulamaz bir yangın ile cesurca savaşmak zorunda kalırlar. 

Lousiana sahilinin açıklarında olan sondaj kulesi Deepwater Horizon, bugüne kadar dünyaya en pahalıya patlayan durdurulamaz yangın ve petrol sızıntısına sebep olan petrol sondajıdır. 87 gün boyunca günde 50.000 varilden fazla petrol Meksika Körfezine sızar. İnsan tarihinin gördüğü en büyük okyanus kazası ve petrol sızıntısıdır. Kazanın neden olduğuna dair birçok soruyu beraberinde getirir.

Deepwater Horizon 11 işçinin hayatını kaybettiği bu küresel felaketin görünmeyen taraflarını ve hikâyesini beyazperdeye getiriyor. Yapımcı Peter Berg, bir kez daha Oscar® adayı Mark Wahlberg ile sıra dışı sonuçlar ile karşılaşan ekibin anlatılmayan hikâyesini anlatmak için bir araya geliyor. İkili daha önce, Son Kalan filminde, yanlış yerlere giden bir deniz komandosu görevini keşfetmiş ve Oscar®’a aday gösterilmişti. İkili ayrıca Boston Maratonu’ndaki bombalama felaketinin perde arkası olaylarını konu alan Patriot’s Day filmini çekiyor. Deepwater Horizon’da Mark Wahlberg’e, Kurt Russell, John Malkovich, Gina Rodriguez, Dylan O’Brien ve Kate Hudson’dan oluşan inanılmaz bir oyuncu kadrosu eşlik ediyor. 

Wahlberg, bir transokyanus elektronik teknisyen ve kendisini ailesine adamış bir baba olan Mike Williams’I canlandırıyor. Petrol sondaj mühendisleri gerçekten dayanıklı ve cesur olmalıdır. Yaptıkları iş çok stresli ve fiziksel olarak onları cezalandırıyor. Ancak o gün olacakları Williams bile öngöremez. Williams, programın gerisinde kaldıklarının farkındadır ancak Deepwater Horizon’un en kötü sızıntılara bile karşı savunma sistemine sahip olduğunu biliyordur. Yine de o gece saat 10’da, dengesiz bir şekilde metan sızmaya başlar ve petrol kulesinin savunma sistemleri yetersiz kalır. Sonuçları ani olur. Yanıcı gazın açığa çıkması sonucu, korkunç patlamalar ve uçuşan ateş topları arasında kalan ekip sarsılmış durumdadır.

O andan itibaren Williams kendi ve evine dönme umudu içindeki ekip arkadaşlarının hayatlarını kurtarmak için kazanma ihtimalinin çok düşük olduğu bir yarışa girer. 

Berg’e göre hikâye, sadece çevresel sonuçlara değil, olayı tecrübe eden insanların yaşadığı etkiye tutulan bir ışık. “İnsanların cesaretlerinin ve zaferlerinin anlatıldığı hikâyeler beni içine çekiyor.” diyor Berg. “Deepwater Horizon’daki erkek ve kadınlar fazlasıyla zeki ve maharetli. Sızıntıyı önlemek için ellerinden gelen herşeyi denediler. O gün petrol kulesinde kaybettiğimiz 11 insanı ve yaralananları unutmamak çok önemli. Sızıntının çektiği dikkat orada yaşanan tüm kahramanlıkları unutturdu. Bu film o hikâyeyi anlatmak için bir şans.”