18 Nisan 2017

İlk İzlenim - Star Wars: The Last Jedi


Yeni Star Wars üçlemesinin ilk filmi The Force Awakens’ı, efsaneyi başlatan film A New Hope'un hikâye kurgusunu taklit etmesi sebebiyle eleştirmiştim. Ancak eksilerine karşın iyi bir giriş filmi izledik ve serinin devamı için umutlandık. Serinin ikinci filmi The Last Jedi'ın ilk fragmanının gelmesi sebebiyle tartışılan hususlar üzerine kısa bir değerlendirme yapmak istedim.

Yeni seri Rey’in üzerine kuruldu diyebiliriz. Luke'un yerine koyabileceğimiz Rey’in tıpkı onun gibi bir yoldan geçmesi, gücünü keşfetme serüveninde yaşadıklarının bir bölümünü The Force Awakens’ta izledik. Serinin ikinci filmi The Last Jedi’ın ilk fragmanı bu yolculuğun düşündüğümüz gibi süreceğini gösterdi. Şimdi aklımıza gelen ilk soru şu: The Last Jedi, İlk üçlemenin ikinci filmi The Empire Strikes Back’i mi temel alacak, yoksa kendi çizdiği yeni bir yoldan mı yürüyecek? Rey’in güçlerini keşfetmesi, bu yolda ona Luke’un hocalık etmesi, The Empire Strikes Back’teki Luke-Yoda ilişkisini düşündürüyor. Burada farklı olan henüz dile getirilmemiş olsa da eğer bir sürpriz olmazsa- Rey’in Luke’un kızı çıkacak olması. Bu durum da yine The Empire Strikes Back’te önem kazanan Luke ve Darth Vader’ın yani baba-oğul ilişkisinin benzer bir biçimde işlenebilme ihtimali…

İlk fragman kafalarda birçok soru işaret bıraktı. Luke’un güçten bahsederken, “hiç olmadığı kadar büyük” demesi ve fragmanın sonunda “Jedi’ların sona erme vakti geldi” sözü nereye çeksek oraya gider. Forumlarda konuşulanlar bir hayli ilginç… Bu sözlerden Luke’un da babası gibi gücün karanlık tarafına geçmiş olabileceği, bir Sith olabileceği konuşuluyor. Şahsen pek ihtimal vermesem de senaristlerimizin ilk üçlemeyi temel alması, hatta taklit etmeleri acaba olabilir mi dedirtti. Ancak böyle bir girişim, ilk üçlemeye ve Luke’a ihanet etmek olacaktır. Gücün karanlık tarafına geçmek Luke’un ideolojisine aykırı. Babası Anakin’in karanlık tarafa geçişindeki şartların, Luke’un da başına geldiğini farz etsek dahi ya kaderine razı geleceğini ya da tüm gücüyle, inandıkları uğruna savaşacağını düşünmek zorundayız. Artık yaşlanmış, kenara çekilmiş bir Luke’un safını değiştirmesi, geçerli bir motivasyonunun olması mümkün görünmüyor. Luke’un sözlerine dönelim. Luke’un “Sadece bir gerçeği biliyorum, o da Jedi’lığın sona ermesi gerektiği” sözünü söyle açıklayabiliriz: Rey, aydınlığı, karanlığı ve dengeyi gördüğünü söylüyor. Dengenin olabilmesi için Jedi’lığın da bitmesi gerekiyor. Evrende her şeyin bir zıddı var: İyi-kötü, karanlık-aydınlık vb. Dolayısıyla Luke, karanlık tarafı yok edebilmek ve güce dengeyi getirebilmek için Jedi’lığın da sona ermesi gerektiğinin farkına varıyor. Bu sözlerin ilk fragmana iliştirilmesinin sebebi merak uyandırmak, kafalarda soru işaretleri bırakarak heyecanı arttırmak ve ses getirmek. Amaçlarına ulaştıkları da bir gerçek.

The Force Awakens’ı aksiyon sinemasının son ustalarından J.J. Abrams yönetmiş ve bu hususta tatmin edici bir iş çıkarmıştı. The Last Jedi’ı ise Looper ile parlayan Rian Johnson yönetiyor. Takdir ettiğimiz bir isim olsa da bu çapta bir projenin altından kalkıp kalkamayacağını bilemiyoruz. 15 Aralık 2017’yi heyecanla bekliyoruz…


17 Nisan 2017

Distopya içinde distopya: The Lobster


Dogtooth ile ünü dünyaya yayılan yeni kuşak Yunan sinemacılardan Yorgos Lanthimos’un ilk İngilizce filmi The Lobster (Istakoz), son derece özgün distopik dünyasıyla seyircisini kolay kolay unutamayacağı bir bilimkurgusal deneyim yaşamaya davet ediyor. Sadece hikâyesiyle bile seyircini çarpmayı başaran filmde; Colin Farrell, Rachel Weisz, Lea Seydoux ve Ben Whishaw gibi birbirinden başarılı oyuncular var. Ülkemizde 25 Aralık'ta vizyona giren filmi inceledim.

The Lobster’ın dünyası 

Lanthimos, insanoğlunun yalnız yaşayamayacağı düşüncesinden yola çıkıp, kendine has kuralları olan bir dünya yaratmış. Devletin eşinden ayrılan veya eşini kaybedip yalnızlaşan bireyleri, 45 gün içinde yeni bir eş bulmakla yükümlü tuttuğu ve bunu gerçekleştiremediği takdirde bireyi kendi seçtiği bir hayvana dönüştürdüğü bir dünyadayız. Yönetmen bize kurduğu dünyanın en can alıcı noktalarını göstermekle yetiniyor. Çiftler halinde yaşamak zorunda kalan insanların, şehir hayatındaki aktiviteleri, nasıl bir yaşam sürdükleri ve bu düzenin ne gibi artı ve eksileri olduğu veya neden gerekli olduğu üzerinde durmuyor Lanthimos. Hikâyeye ana karakterimiz David’in eşinden ayrılışı ve devletin yalnız kalan bireyleri kendilerine uygun yeni eşler bulmak için gönderdiği otele yaptığı seyahatle giriliyor. Bu noktadan itibaren filmin ilk yarısı boyunca mekânımız The Lobster’ın dünyasını tanıyacağımız özel otel oluyor. Birer hayvana dönüşmemek için ‘çiftleşmeye’ çalışan karakterlerimizin nasıl bir süreçten geçtiklerini görüyoruz. İnsanoğlunun katı kurallar, cezalar ve ödüllerle sindirilmeye çalışılarak topluma kazandırıldığı filmde, devletin baskıcı ve kısıtlayıcı sistemine karşı duran asiler var bir de. Ne ilginçtir ki; ormanda birer kanun kaçağı olarak yaşamlarını sürdüren yalnızlar da kendi içlerinde kaçtıkları baskıcı yönetim anlayışını benimsiyorlar. Meseleyi asilere sığınan David üzerinden değerlendirirsek, distopyadan kaçan birey için kaçış olmadığının vurgulandığını söyleyebiliriz. Tek çıkış yolu çift olmak, bunun için de uyumlu olabilmek

Uyumluluk yasası 

Lanthimos kendi kuralları olan bir dünya yaratmış demiştik. Film temelde modern dünyadaki kadın-erkek ilişkilerinin üzerine kurulu olduğu uyumluluk meselesini odağına almış. Kadın-erkek sınırlamaksızın, bireylerin politik duruşlarından, inançlarına, hobilerine kadar kısacası aynı bakış açısına sahip olmanın ilişkilerde belirleyici olması durumuyla kimyanın tutması diye tabir ettiğimiz uyumun yönetmen Lanthimos’un distopyasında keskin sınırları olan bir yasaya dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. The Lobster’da hayata hangi pencereden baktığının bir önemi yok. Bireylerin çoğunlukla gözle görülebilen, yani somutlaştırılabilen (burun kanaması, topallamak, miyop gözler vb.) karakter özelliklerinin benzeşmesi çift olabilmek için altın kural. The Lobster’ın distopik dünyası kapsamında “uyumluluk yasası” da diyebileceğimiz bu durumun ortaya çıkış sebebi şüphesiz ki, çiftlerin ilişkilerini sürdürme konusundaki başarısızlığı. Lanthimos, “Neden çiftler halinde yaşamak zorundayız?” sorusuna net bir cevap veremese de kanun koyucu olan devletin neden böyle bir yasaya ihtiyaç duyduğunu anlatabilmiş. Bir noktadan sonra kanun koyucunun da bu yasanın gerçekliğine inandığını ve varlığını sorgulama gereği duymadığını varsayabiliriz. Peki, dünyamızda insanın doğası gereği kendiliğinden var olan  uyumluluk yasasının The Lobster’daki versiyonu için ne söyleyebiliriz? Filmin tamamen absürd dünyası içinde gerçekliğini kabul edebileceğimiz gibi reddedebiliriz de. Sonuçta karşımızda farklı okumalara açık zengin bir film var. Sürekli burnu kanayan iki insanın birbirleri için yaratıldıklarını düşünmesi veya gerçekten birbirleri için yaratılmış olmaları kadar absürd bir şey olamayacağı için reddedebiliriz. David ile isimsiz anlatıcımızın birbirlerinin miyop olduklarını öğrenmeden âşık olmaları, öğrendiklerinde ise sanki uyumlu oldukları için âşık oldukları izleniminin yaratılmasının aldatmacadan öte bir şey olmadığı düşüncesine kapılabiliriz. Oteldeki 45 günlük macerasının ilk gününde yöneticinin David’i “Size benzer türde olan bir hayvan seçmelisiniz, bir kurt ile penguen asla birlikte yaşayamaz.” diyerek uyarması, tüm diğer yalnızlar gibi onun da koşullandırılarak sisteme uygun bir birey yapılmaya çalışıldığının bir göstergesi olabilir. Asilerin sistemin başarısızlığını kanıtlama çabası da bu savı destekleyici bir argüman olarak kullanılabilir.

Distopya modeliyle farkını ortaya koyan bir bilimkurgu 

Bu alt tür bilimkurguların birçok örneğinde ana karakterin distopyadan kaçma isteği ve girişimiyle birlikte mevcut düzeni, sistemi yıkma çabasıyla bir umuda yolculuk hikâyesi izleriz. İkinci yarısına kadar The Lobster da bu yolun yolcusu olduğunu belli ediyor derken, Lanthimos’un kaçılacak yeri olmayan bir distopik dünya inşa ettiğini anlayarak sarsılıyoruz. Birbirinin zıddı iki distopik yer arasında savrulan karakterlerimiz, biri diğerinden daha tercih edilebilir olsa da umudu ancak sistemin dayattığı çift olmakta buluyorlar. Acımasız bir dünya tasarlayan Lanthimos, ucunu açık bıraktığı finaliyle de umuda yer bırakmıyor. En ilginç olan durum baskıdan, otoriteden kaçan, özgürlük arayan insanların, o özgürlük alanını bulduklarında kendi acımasız yasalarını uygulamaya koyması ve kaçtıkları canavara dönüşerek hem sistemin kurbanı olmaya devam etmeleri hem de aralarına yeni katılanları kurban etmeleri denilebilir. The Lobster’da asi olarak nitelediğimiz karakterlerin sisteme başkaldırmaları dışındaki davranışları asilikle çelişiyor. Düzene ayak uyduramayan insanların hayvana dönüştürülmesini de o çelişkili durumla birlikte değerlendirdiğimizde varacağımız sonuç Lanthimos’un insanlık eleştirisine soyunduğudur. Buradan da yönetmenin neden distopya içinde distopya modelini tercih ettiğini anlıyoruz. İnsanoğlunun her geçen gün dünyayı daha yaşanmaz bir yer haline dönüştürdüğü gerçeği, “insan varsa umuda yer yok” gibi bir söylemi beraberinde getiriyor. Ve ancak hayvanlara bırakırsak dünya için umut olabilir gibi bir düşünce dillendirilmese de sezdiriliyor sanki.

Son söz: Lanthimos’un ağır, kendi tarzında anlatısıyla devleşen The Lobster, son yılların en iyi olmasa da en yaratıcı bilimkurgusu… 9.5\10

10 Nisan 2017

The Discovery


Bağımsız bir bilimkurgu olan ilk uzun metrajı The One I Love ile kariyerine hızlı bir başlangıç yapan Charlie McDowell’ın merakla beklediğimiz ikinci çalışmasına nihayet kavuştuk. Bilimkurgu sinemasında ısrarcı olacağını anladığımız McDowell’ın ikinci filmi The Discovery, hikâyesi ve oyuncu kadrosuyla daha iddialı bir proje. Prömiyerini Sundence Film Festivali’nde yapan film, Netflix’te seyircisiyle buluştu.

McDowell, ilk filminde olduğu gibi yine son derece ilginç ve merak uyandırıcı bir hikâyeyle yola çıkmış. Bilimkurgu sinemasının pek el atmadığı ölüm sonrası hayat var mı? sorusu üzerine giden ve ölüm sonrasında hayatın varlığı kanıtlansa neler olurdu? sorusunun cevaplarını arayan film, tahmin etmediğimiz bir noktaya gidiyor. Bir bilim insanı olan Profesör Thomas, hayatını ölümün ardında ne olduğunu araştırmaya adamış. Net bir cevap bulamamış olmasına rağmen, kanıt olarak sunduğu veriler, insan hayatını kökünden değiştirecek sonuçlar doğuruyor. İki yılda dört milyon insanın intihar ettiği bilgisiyle, insanların hangi motivasyonlarla ölümü seçtiklerini düşünmeye başlıyoruz. Profesörün icat ettiği makine, ölüm esnasında bedeni terk eden dalgaları atomaltı düzeyde yakalamayı başarıyor. Dalgaların farklı bir boyuta geçtiğini kanıtlıyor. Bu kanıt, beraberinde birçok yeni soru getiriyor. Ancak bu yeni sorular, ölümle birlikte yok olacağına inanan insanları çok da ilgilendirmiyor. Ölümle anlamını kaybedecek hayatları bir anda anlam kazanıyor. Anlamını kaybeden şey ise bu dünyadaki varlıkları. Böyle düşündüğümüzde intiharları garipsemeyebiliriz. Ancak, filmde de dile getirilen diğer boyutun bu dünyadan daha iyi bir yer mi, yoksa daha kötü bir yer mi olduğu sorusu intihar eden kişilerin motivasyonunu sorgulamamıza sebep oluyor. McDoweel’ın çıkış noktasını sınırlı bir düşünce yapısı içerisine hapsetmesi, bu sıra dışı keşfi sadece bilimkurgu çerçevesi içerisinde tutmak istemesi, elini zayıflatmış. Ölümle yeni bir boyuta geçilmesinin kanıtlanması, şüphesiz ki intihar vakalarının görülmesine sebep olur ancak böyle bir keşif modern dünyayı kökünden değiştirebilir. Filmde en azından bu keşfin intiharlar dışındaki sosyal-psikolojik etkilerini görmeyi bekliyoruz.

Yazar-yönetmen McDowell’ın Profesör Thomas, Nörolog oğlu Will ve Will’in yeni tanışıp âşık olduğu Isla olmak üzere bu üç karakterin kişisel hikâyelerini de ana hikâyeye hizmet edecek biçimde kullandığı bir olay örgüsü inşa ettiğini görüyoruz. Isla’nın çocuğunu kaybetmiş olması, Thomas ile Will’in ise benzer bir ailevi meselesinin bulunması, The Discovery’nin son kısmında anlam kazanan detaylar olmasına rağmen dramatik açıdan filme ciddi bir katkı yaptığını söylemek zor. McDowell’ın özgün hikâyesi, 90’lı yılların bilimkurguya göz kırpan korku klasiği Flatliners’tan esintiler taşıyor. Bilinçli olarak ölüm sonrası deneyimi yaşayan beş tıp öğrencisinin hikâyesi korku janrı kapsamında değerlendirilmişti. The Discovery’de profesörün benzer girişimleri olduğunu görüyoruz. Oradaki gençler gibi kalbini durdurup, öte tarafa kısa ziyaretler yapıyor. Kendisini kobay olarak kullanmasının ardında bilime hizmet etmek dışında bir amaç yok. 

Yönetmenin ölüm sonrasıyla ilgilenen saf bilimkurgusu, son yarım saatte gizemini iyice arttırıyor. McDowell, The One I Love’da olduğu gibi cevaplardan ziyade sorulara önem veriyor. Zaten The Discovery ve The One I Love’a bakarak, yönetmenin bilimkurguda kendi tarzını oluşturabildiğini net bir biçimde görüyoruz. The Discovery, son düzlüğe girdiğinde yaptığı manevrayla ölüm sonrası yaşam fikrini heyecan verici başka bir fikirle birleştiriyor. McDowell, farkını ortaya koymuş, sorunlarına rağmen iyi finaliyle düşündüren bir film çıkarmasını bilmiş. 7.1\10

6 Nisan 2017

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #61 The Emperor's New Clothes


Alternatif gerçeklik filmleriyle çok sık karşılaştığımızı söyleyemeyiz. 2001 yılında sessiz sedasız vizyona giren ve sınırlı bir kite dışında varlığından çok az sinemaseverin haberdar olduğu bir film önereceğim: The Emperor’s New Clothes'ı... Fransız Devrimi’nin yarattığı rüzgârı arkasına alarak, Avrupa’yı şekillendirmiş bir komutan, bir imparator ve bir diktatörün, Napolyon Bonapart’ın son dönemine odaklanan bu film, tarihe yeni bir pencere açarak bakmayı deniyor.

1821’de, Napolyon’un öldüğü yılda açılıyor film. Fransa’ya 1500 km uzaklıktaki St. Helena adasında altı yıldır sürgün hayatı yaşayan Napolyon, Fransa’ya geri dönmek için yollar arıyor ve sonunda destekçileriyle bir plan hazırlayarak uygulamaya koyuyor. Adada yaşayan ve kendisine tıpatıp benzeyen Eugene Lenormand adlı bir balıkçıyla yer değiştirerek Fransa’ya doğru gizlice yola çıkan Napolyon’un planları hiç de düşündüğü gibi gelişmeyecektir.

Thor: The Dark World ile yüksek bütçeli Hollywood prodüksiyonları çekmeden önce daha mütevazı birkaç başarılı film yöneten Alan Taylor’ın elinde seyircisini tavlamakta zorlanmayacağı ilginç bir hikâye ve iyi bir senaryo olduğunu söyleyelim. The Emperor’s New Clothes, birbirine çok benzeyen iki insanın yer değiştirmesini temel alırken, The Great Dictator gibi bir klasikten esinleniyor. Orada bir karışıklık sonucunda bir berber, diktatörün yerine geçiyor ve yaşanan tuhaflıklar komediye hizmet ediyordu. Burada ise Napolyon’un sinsi planı gereği bilinçli bir yer değiştirme söz konusu. Bu noktadan sonra gerçek ve sahte Napolyon’un neler yaşadığını izliyoruz. Bir tarafta sıradan bir insan olmanın zorluklarını yaşayan, itilip kakılan bir imparator, diğer tarafta ise Napolyon gibi davranmaya çalışan ve içine düştüğü sefahatin keyfini çıkaran sıradan bir adam var. Yönetmen Taylor, iki karakterin hikâyesinden de kaliteli mizah çıkarmasını biliyor. Ancak daha çok zaman tanınan gerçek Napolyon oluyor. Zorlu Fransa yolculuğu, Fransa’da yeni bir çevre edinmesi, karakteriyle çevresindekileri etkilemesi, aşkı tatması ve sabırsız bekleyişi…

Film basitçe aslında öyle olmadı -Napolyon mide kanserinden ölmedi- diyor. Klasik bir alternatif gerçeklik filmi olan The Emperor’s New Clothes, Ian Holm’un unutulmaz performansıyla son derece keyifli bir seyirliğe dönüşüyor. Birbirinin zıddı iki karaktere can veren Holm’ün karakterler arası geçişi ve her ikisinde de inandırıcı olabilmesi filmin en büyük artısı denilebilir. Simon Leys’in romanından yapılan bu tertemiz uyarlamayı, başta bu tarz filmleri sevenler olmak üzere, kenarda köşede kalmış filmlere meraklı sinemaseverlere gönül rahatlığıyla öneriyorum.

2 Nisan 2017

Kabukta Saklanan Öz: Ghost in the Shell


90’lı yılların bilimkurguları içinde özel bir yeri olan Mamoru Oshii imzalı anime Ghost in the Shell, yakın gelecekte hayat bulan hikâyesini sanal gerçeklik ve makine-insan bütünleşmesi temaları etrafında kurgulamış ve varoluşunu sorgulayan ana karakteriyle derinlikli bir siberpunk bilimkurgu şaheseri yaratabilmişti. Daha sonra devam bölümü de çekilen anime, 2000’ler bilimkurgu sinemasını en çok etkileyen The Matrix’in esin kaynağı olmasıyla da ayrı bir öneme sahip. Japon bilimkurgu sinemasının iftihar kaynaklarından biri olan Ghost in the Shell’in bir süredir konuşulan live-action uyarlaması bu hafta ülkemizde vizyona girdi. 

Yeniden yapımları, film özellikle yakın tarihli ise haklı olarak acımasızca eleştiriyoruz. Bu bakımdan Ghost in the Shell de yakın tarihli yeniden yapımlar içine dâhil edilerek eleştirilebilir. Ancak hayranlıkla izlediğimiz bir animeyi live-action olarak sinemada izleme fikri proje duyurulduğundan bu yana hiç de kötü bir fikir gibi gelmedi. Çünkü animenin dünyasını kanlı canlı görebilme fikri remake’yi cazip bir hale getirdi. Peki, sonuç ne oldu? Snow White and the Huntsman ile kariyerine başlayıp, otalama bir iş çıkaran Rupert Sanders’ın yönetmenlik koltuğuna oturduğu film beklentileri karşıladı mı? Bu sizin filmi hangi beklentiyle izlediğinize bağlı diyerek detaylara geçelim.

Tahmin ettiğimiz gibi Mamoru Oshii’nin anlamakta biraz çaba sarf etmemiz gereken animesi, anlaşılma kaygısı sebebiyle basitleştirilmiş. Yalnız yapılan değişiklikleri sadece basitleştirme olarak görmemek gerekiyor. Yeniden yapım kararı alındığında şu soru masaya yatırılmış: Ghost in the Shell’in live-action remake’i orijinal filmin bir kopyası mı olacak, yoksa kendi yolunu mu bulmaya çalışacak? Bu soruya bulunan cevap; orijinal filmi kopyalarken kendi yolunu çizen bir Ghost in the Shell yaratmak… Bu ne demek? Ghost in the Shell’in dünyasını, atmosferini, karakterlerini ve kimi sahnelerini kopyalamak, değişimi ise hikâye üzerinden yapmak. Bu düşüncenin uygulanması, 2017 model Ghost in the Shell’in hem aleyhine hem de lehine gelişmiş. Aleyhine gelişmiş çünkü hikâyede yapılan değişiklik, varoluşçu bilimkurgu etiketinin atılmasına yol açmış. Yeni hikâye gereği filmde Puppet Master yok. Onun rolünü kısmen üstlenen başka bir karakter yaratılmış. Puppet Master’ın olmaması ölüm, doğum, özgür irade gibi kavramların sorgulanmaması ve soyut varlığın somutluk kazanma arzusundan vazgeçilmesi anlamına geliyor. Bu da özünden bir nebze uzaklaşan bir Ghost in the Shell demek. Puppet Master’ın amacı farklı, başka bir karakterle (Kuze) değiştirilmesi filmin felsefesinde koca bir gedik açılmasına sebep olmuş. Ancak bu Ghost in the Shell’in felsefesinin tamamen görmezden gelindiği anlamına gelmiyor. Çünkü hikâyenin ruha açılan penceresi kapatılmıyor. Ruh kabukta yaşamını sürdürebiliyor, insan olmanın ne anlama geldiği ince nüanslarla veriliyor ve ruh-beden ayrımı üzerine düşündürmeyi başarıyor film. Dolayısıyla eksik de olsa Ghost in the Shell’in felsefesinin bu yeniden yapımda da olduğunu belirtelim.

Filmin omurgası kasten kırılıp yerine başka bir omurga yerleştirildiğini görüyoruz. Bu yeni omurga Ghost in the Shell’in koşmasına imkân vermese de yürümesini sağlıyor diyebiliriz. Çünkü yeni hikâye hybrid cyborg’un, yani ana karakterimizin kendi gerçekliğini sorgulama-bulma yolculuğuna açılıyor. Rupert Sanders’ın Ghost in the Shell’i hybrid cyborg’un kimlik sorununu odağına alarak fark yaratmayı deniyor. Fark yaratma hususunda başarılı ama meyi ne kadar doğru yaptığı tartışılır. Yapılan değişikliği, Ghost in the Shell’i Amerikan bilimkurgu sinemasına adapte etme girişimi olarak da değerlendirebiliriz. Komplike hikâyeyi basitleştirmek, filmin tüm meselesini ana karakter üzerinde yoğunlaşarak anlatmak ve bunu yaparken de referansları kendi sinemasından almak… 2017 model Ghost in the Shell’in dünyasıyla olmasa da hybrid cyborg karakteriyle RoboCop ile Universal Soldiers’a yanaştığını söylemek zorundayız. Makine-insan bütünleşmesi temasının daha ayrıntılı işlenmesi ve insanoğlunun geleceğine dair söyledikleri filmin artıları. İlk yarısında orijinal yapımı kopyaladığı için tökezleyen film, ikinci yarısında kendi hikâyesini anlatmaya başlayarak yükselişe geçiyor. Yükselişin sebebi ana karakterimizin bir nebze olsa da derinleştirilebilmesi ve bir yeniden yapım izlerken merak unsurunun ayakta tutulabilmesi. Bu da yeniden yapımın lehine olmuş. 1995 tarihli anime, görsel dokusunu ve dünyasını Blade Runner'ı örnek alarak yaratmıştı. Sanders'ın filmi de Blade Runner'ın izinden gidiyor. Burada daha canlı renkler kullanıldığını, Blade Runner'a göre oldukça steril bir şehir tasarlandığını görüyoruz. 

Son söz: Mamoru Oshii’nin anlatısını ve orijinal filmin tematik bütünlüğünü bulamadığımız için eleştirmekten geri durmayacağımız 2017 model Ghost in the Shell, görselliği, aksiyon sahnelerindeki iyi işçiliği ve fark yaratma çabasıyla iyi hatırlanacak. 7\10