29 Temmuz 2017

Neden overrated? - Jeux d’enfants


Romantik komedi klişelerinden sıkılan sinemaseverler, Fransız üretimi Amelie ve Jeux d’enfants’ı çok sevdi. Amelie’nin özgün tarzı ve hikâyelemedeki başarısıyla günümüzün klasiklerinden biri olduğunu kabul etsem de Jeux d’enfants için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Ülkemizde "Cesaretin Var mı Aşka?" adıyla gösterilen filmde bir cesaret oyununa tutkuyla bağlanan Julien ve Sophie’nin aşk hikayesi anlatılıyor. Karakterlerimizin çocukluklarında başlayan sıkı dostluklarının, yetişkinlikte aşka evrilmesi ve bahsettiğimiz cesaret oyununu ilişkilerinin temel direği haline getirip, yaşam biçimine dönüştürmeleriyle kendilerini düşürdükleri zor durumlar, seyirciye farklı bir aşk hikâyesi izleterek başarılı olmak isteyen yönetmen Yann Samuell’in amacına ulaşmasını sağlıyor. Öncelikle farklı olma çabası içindeki yönetmenin Amelie’den bu kadar etkilenerek benzer bir görsel yapı kurması ve anlatı tutturması Jeux d’enfants’ın sadece hikâyesiyle özgün kalabilen bir romantik komedi olmasına sebep olmuş. Evet, hikâye özgün ama film birçok romantik komedinin geçtiği yolları arşınlıyor. Romantik komedilerdeki yükseliş, düşüş ve yükseliş (mutlu birliktelik, ayrılık ve mutlu son) formülünü harfiyen uyguluyor. Yann Samuell, bazı klişeleri iyi kullanıyor, çiftin kimyası tutuyor, seyirci bu aşka inanıyor ve filme bağlanmakta zorlanmıyor. Romantik komedilerin, komedinin bir alt türü olduğunu düşünürsek, bu filmlerin komik olmasının gerektiğini de söylememe gerek yok sanırım. Jeux d’enfants, espri fukarası bir romantik komedi. Tamam, seyircisini belli ölçüde eğlendirmeyi başarıyor. Ancak, bunu çiftimizin oynadıkları cesaret oyunlarının ilginçliğiyle yapıyor.

Julien ve Sophie’nin çocukluk döneminde oynadıkları cesaret oyunlarındaki masumiyet, yetişkinliğe geçişleriyle birlikte kayboluyor. Gerçek dünyaya adım atıp masumiyetlerini kaybeden karakterlerimiz farklı yönlere savruluyor. Bu savruluş da yine bir cesaret oyunuyla gerçekleşiyor. Birbirlerine ve oyunlarına bağımlı hale gelen çiftimiz, kendi hayatlarını kursalar da gerçek anlamda mutlu olamıyorlar. Çocukluklarında tıkır tıkır işleyen ve onlara mutluluk aşılayan oyunlar, gerçek dünyaya adım attıklarında ızdırap verici bir hal alıyor. Çiftimiz ne aşklarını itiraf edebiliyor ne de birbirlerinden tamamen kopabiliyor. Yönetmen Samuell, hikâyenin bu yönüyle iyi bir romantik damar yakalıyor. Dolayısıyla Jeux d’enfants, romantik komedinin komedi ayağında sıkıntı çekse de romantizmiyle biraz olsun toparlıyor. Film, son düzlüğe aşk engel tanımaz, aşk her şeyin üstesinden gelir gibi oldukça klasik bir söylemle giriyor. Yönetmen belki de seyirciyi memnun etmek adına daha cesur ve akılda kalıcı bir son tercih etmiyor. Yönetmenin kolay yolu seçmesi gibi pek çok tercihi, filmin genel kitleyi yakalamasını sağlıyor ve Jeux d'enfants kendi türünün popüler ancak overrated diyebileceğimiz filmlerinden birine dönüşüyor.

12 Temmuz 2017

Olgunlaşmamış bir korku fantezisi: The Mummy


1930’lu yıllarda Frankenstein, Dracula, The Invisible Man, Dr. Jekyll and Mr. Hyde ve The Mummy gibi birbirinden iddialı korku ve bilimkurgu filmi üretildi. Bahsettiğimiz dönemde çekilen bu filmlerin hepsi birer klasiğe dönüşürken, ardı arkası kesilmeyecek bir seri üretim çılgınlığı da başladı. Adını andığımız klasikler -The Mummy hariç- edebiyat uyarlaması olmasının da etkisiyle zengin bir metne sahip ve bu da bu eserlerin zamana karşı koyabilmesine, uyarlamaların da bugün hala ilgiyle izlenebilmesini sağlıyor diyebiliriz. Dracula ve Frankenstein’ın başarısının Universal’ı yeni arayışlara itmesi, benzer ancak özgün bir canavar filmi yapmak istenilmesi sonucunda The Mummy ortaya çıktı. 1932’de çekilen The Mummy varlığını Dracula ve Frankenstein’e borçluydu.

1999’da korku sinemasından fantastik maceraya transfer edilerek yeniden çekilen The Mummy, bir üçlemeye dönüştürüldü. Indiana Jones’un formülü uygulanarak hayata geçirilen The Mummy, orijinal The Mummy’nin başarısını gölgede bıraktı. Geçtiğimiz ay sinemalarımıza konuk olan 2017 model The Mummy ise yeni bir başlangıç anlamına geliyor. Universal Pictures’un “Dark Universe” projesinin ilk ayağını The Mummy oluşturuyor. Daha çok senarist kimliğiyle tanıdığımız Alex Kurtzman’ın kamera arkasına geçtiği film, Tom Cruise ve Russell Crowe gibi iki starıyla 2017 yazının en iddialı filmlerinden biri gibi görünüyordu.

The Mummy, yönetmen Kurtzman’ın da belirttiği gibi özüne döndürülme iddiasıyla tekrar çekildi. Ancak 30’larda sinemaya kazandırılan saf bir korku filminin bugünün blockbuster anlayışıyla özüne döndürülebilmesi pek mümkün değil. Ortaya çıkan filme baktığımızda hikâyenin daha karanlık işlendiğini görüyoruz. Bu karanlık görsel tercihlerle pekiştirilmiş. Korku sinemasına hizmet etmesi amacıyla Prenses Ahmanet’in dirilttiği ölüler, zombileri akla getiriyor. Zombi filmlerinden alınan referanslar The Mummy’de biraz eğreti durmuş. Daha önce görmediğimiz bir Mumya filmi çekme fikri The Mummy’nin her anında kendisini hissettiriyor ancak yaratıcı fikir yoksunluğu yapılan değişikliklerin tuhaf kaçmasına, seyircinin bu değişiklikleri hoş karşılamamasına sebep oldu denilebilir. Esasında Kurtzman’ın filmi, son Mumya üçlemesinin bol mizah içeren soluksuz bir macera yaşatma düşüncesinden vazgeçerek yola çıkmış olsa da bu üçlemeye mantalite bakımından daha yakın duruyor. Filmin açılış kısmında tıpkı Mummy üçlemesindeki (ilk iki film) gibi Antik Mısır sekansıyla filmin mitolojisi hızlıca veriliyor. Prenses tercihi doğru gibi görünmesine karşın, Imhotep gibi güçlü bir karakter yaratılamadığı için Ahmanet’in yarattı kaos beklenen etkiyi bırakmıyor. Aksiyon sahnelerinin fazlasıyla klişe olması da The Mummy’nin vaat ettiği eğlenceyi yaşatma hususunda sınıfta kalmasına sebep olmuş. The Mummy üçlemesinden kopya çekildiğini de görüyoruz. Özellikle Ahmanet’in gücünü toplamak ve eski görünümünü kazanabilmek için yaptıkları Imhotep’in yaptıklarıyla birebir aynı.

The Mummy, olgunlaştırılamamış bir korku fantezisi… Türsel anlamda fazla oynandığı için kimyası bozulmuş. Karakterlerin ve hikâyenin olgunlaştırılamaması ciddi bir sorun ama asıl sorun Mummy üçlemesinin mizah soslu fantastik macera formülünün, bu formüle mizah yerine korku unsurunun adapte edilmeye çalışılması olduğunu düşünüyorum. Fantezi, macera ve korku üçlüsünün uyumsuzluğu, The Mummy’nin türsel açıdan kafası karışık bir film olmasının başlıca sebebi. Filmin hayal kırıklığına dönüşmesinin ana nedeni de diyebiliriz. Diğer önemli konu ise Dark Universe meselesi… Dr. Jekyll’ın The Mummy’deki varlığı, filme nasıl bir etki yapmış diye sorarsanız söyle söyleyelim: The Mummy özelinde değerlendirirsek Russell Crowe’un personasına rağmen filmi kurtaracak bir rolü yok. Bu karakter filmin türsel karmaşasına hizmet ediyor. Tom Cruise’un karakterinin de yolculuğunu sürdürmesi gibi etkenleri hesap edip, Dr. Jekyll’ın The Mummy’deki varlığının Dark Universe kapsamında düşünürsek bütüne ulaştığımızda anlam kazanacağını söyleyelim. Tom Cruise’un da son derece yanlış bir seçim olduğunu eklemeden geçmeyelim. 4.5\10