25 Ocak 2019

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #66 This is the End


“Dışarıdaki dünya yok olurken arkadaşlarınızla bir evde sıkışıp kalsanız ne olurdu?” sorusunun peşine takılan Seth Rogen ve Evan Goldberg ikilisinin yazıp yönettiği This is the End (Buraya Kadar), Superbad ve Pineapple Express gibi matrak bir komedi filmi. İlk yönetmenlik deneyimlerini gerçekleştiren Rogen ve Goldberg, daha önce ekip olarak rol aldıkları Superbad ve Pineapple Express’in üzerine çıkmayı başarmışlar. Ekibin mantalitesi aynı ama ellerindeki kıyamet temasını komedi türüne iyi adapte ederek unutulmaz bir filme imza atmasını bilmişler.

Oyuncuların kendilerini karikatürize ederek oynadıkları This is the End, hikayesini de Los Angeles’a taşıyor. James Franco’nun ultra güvenlikli evinde verdiği partide bir araya gelen arkadaşlar, gecenin ilerleyen saatlerinde başlayan felaketle evde sıkışıp kalıyorlar. Erzaklarının azalması ve kısılıp kalmanın verdiği sıkıntı arkadaşların arasını açıyor. Kıyamet arkadaşlıklarını sınayacakları bir sınava dönüşüyor. Bu bir anlamda -karakterlerimizin kendilerini de oynadıklarını düşünürsek- Hollywood eşrafının ikiyüzlülüğünü ve sahte arkadaşlıkları ortaya dökme fırsatı vermiş yönetmenlerimize.

This is the End, kendisine hemen hemen herkesin sevdiği komedi türü içerisinde en az rağbet gören parodi alt türünü seçmiş. Bunu da tuvalet mizahının en uç örneklerinden birine dönüştürerek, bel altı esprilerle süsleme yoluna gitmişler. Karakterlerin ağzından eksik olmayan küfür birtakım seyirci için kaldırılabilir düzeyin oldukça üzerinde ama “çok küfürlü ve iğrenç” diyerek filmden şiddetle uzaklaşan seyirci şunu unutmamalı; küfür ve argo kullanımı karakterlerin durumu ve hikayenin gittiği kırılma noktası için bir zorunluluk teşkil ediyor. Filmde iyi-kötü çatışması ilahi bir boyuta çekiliyor. İyi insan – kötü insan savaşı bireyin kendi içine döndürülerek basit ama doğru bir yol izlenmesini sağlamış. Özellikle vurgulanan ise ancak kalpten yapılmış bir iyiliğin seni kurtuluşa eriştirebileceği fikri.

Kıyamet filmlerinin parodisine soyunan This is the End, onlardan biri olmayı da kafasına koymuş. Filmin kıyamete yaklaşımı kutsal metin kaynaklı olduğundan -İncil referans alınıyor- bilimsel yollarla ilerleyen kıyamet filmleri, This is the End'i sadece parodi anlamında beslemiş. Aslında İncil referans alınmasına karşın, bunu da kendi kafalarına göre yorumladıklarını söyleyebiliriz. Filmdeki bir diğer nokta ise yönetmenlerimiz Seth Rogen – Evan Goldberg ikilisinin kıyamet filmlerinin peşine takılmış olmalarına ve felaket filmlerinin klişelerini ti’ye almalarına rağmen korku filmlerinden de beslenmiş olmaları. Uzun The Exorcist göndermesi bu durumun en belirgin örneği diyebiliriz. Oyuncuların kendi kimlikleri ve filmleri üzerinden de komik anlar yaratan This is the End, zengin bir menü sunuyor.

22 Ocak 2019

91. Oscar Adayları Açıklandı


The Favourite ve Roma 10'ar dalda adaylık elde ederek 91. Akademi Ödülleri'nde en dikkat çeken filmle oldu.

En İyi Film

Black Panther 
BlacKkKlansman 
Bohemian Rhapsody 
The Favourite 
Green Book 
Roma 
A Star is Born
Vice

En İyi Yönetmen

Spike Lee 
Paweł Pawlikowski 
Yorgos Lanthimos 
Alfonso Cuaron 
Adam McKay

En İyi Erkek Oyuncu

Christian Bale 
Bradley Cooper 
Willem Dafoe 
Rami Malek 
Viggo Mortensen

En İyi Kadın Oyuncu

Yalitza Aparicio 
Glenn Close 
Olivia Colman 
Lady Gaga 
Melissa McCarthy

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu 

Mahershala Ali - Green Book
Adam Driver - BlacKkKlansman 
Sam Elliott - A Star Is Born 
Richard E. Grant - Can You Ever Forgive Me? 
Sam Rockwell - Vice

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu 

Amy Adams - Vice
Marina de Tavira - Roma 
Regina King – If Beale Street Could Talk 
Emma Stone – The Favourite 
Rachel Weisz – The Favourite

En İyi Özgün Senaryo

The Favourite | Deborah Davis, Tony McNamara
First Reformed | Paul Schrader
Green Book | Nick Vallelonga, Brian Currie, Peter Farrelly
Roma | Alfonso Cuarón
Vice | Adam McKay

En İyi Uyarlama Senaryo

The Ballad of Buster Scruggs | Joel Coen, Ethan Coen
BlacKkKlansman | Charlie Wachtel, David Rabinowitz, Kevin Willmott, Spike Lee
Can You Ever Forgive Me? | Nicole Holofcener, Jeff Whitty
If Beale Street Could Talk | Barry Jenkins
A Star Is Born | Eric Roth, Bradley Cooper, Will Fetters

Yabancı Dilde En İyi Film 

Capernaum 
Cold War 
Never Look Away 
Roma 
Shoplifters

En İyi Kurgu 

BlacKkKlansman 
Bohemian Rhapody 
The Favourite 
Green Book 
Vice

En İyi Müzik 

Black Panther 
BlacKkKlasnman 
If Beale Street Could Talk 
Isle of Dogs 
Mary Poppins Returns

En İyi Sinematografi

Cold War 
The Favourite 
Never Look Away 
Roma 
A Star is Born

En İyi Görsel Efekt

Avengers: Infinity War 
Christopher Robin 
First Man 
Ready Player One 
Solo: A Star Wars Story

En İyi Kostüm Tasarımı 

The Ballad of Buster Scruggs
Black Panther 
The Favourite 
Mary Poppins Returns 
Mary Queen of Scots

En İyi Ses Kurgusu

Black Panther 
Bohemian Rhapsody 
First Man 
A Quiet Place 
Roma

En İyi Ses Miksajı

Black Panther 
Bohemian Rhapsody 
First Man 
Roma 
A Star Is Born

En İyi Animasyon

Incredibles 2
Isle of Dogs 
Mirai 
Ralph Breaks the Internet 
Spider-Man: Into the Spider-Verse

19 Ocak 2019

Devrimci Yeniden Yaratım: Suspiria


Geçtiğimiz yıl Call Me by Your Name ile sükse yapan Luka Guaagnino’nun, Dario Argento’nun korku klasiğine dönüşen Suspiria’sını baştan tasarlayarak aynı adla yeninde çekme girişimi, şaşırtıcı bir sonuç verdi. 70’li ve 80’l yılların korku klasiklerinin ve kült filmlerinin Hollywood’da deyim yerindeyse yağmalandığı bir dönemde, devrimci olarak niteleyebileceğimiz bir yeniden çevrimle çıkageldi Guadagnino. 

Yeniden yapımlar; çoğunlukla kopyacıdır, derinlikten yoksundur ve gişeye yönelik hamleler olduğundan orijinal film basitleştirme yoluna gidilip tekrar çekilmiştir. Orijinalini aşan yeniden yapımların arkasında vizyoner bir yönetmen görürüz. Argento’nun Suspiria’sına hayranlığını gizlemeyen Guadagnino da böyle bir isim ve “Orijinal filmin uyandırdığı inanılmaz hisse bir saygı duruşu” olarak niteliyor filmini. Yönetmen 2018 model Suspiria’nın bir yeniden çevrim olmadığını belirtiyor ve haklı olduğunu söyleyebiliriz. Guadagnino’nun Suspiria’sına yeniden yaratım veya baştan yaratım desek daha doğru olacak. Zira senarist David Kajganich, orijinal hikâye iskeletini dahi büyük ölçüde değiştiriyor. Orijinal filmden geriye kalanlar; Cadılar (Üç Anne), Dans okulu, Amerika’dan bu okula gelen ana karakterimiz ve psikiyatrist… Bu dört öğe, hikâye iskeletini korumak için yeterli görülebilir ancak Suzie’ye yüklenen yeni anlamlar başta olmak üzere amaç ve mantalite değişimiyle bambaşka bir korku filmi çıkmış ortaya. Bu mantalite değişikliğini iki açıdan ele almak gerekiyor: Biri senaristin yazdığı yeni hikaye üzerinden, diğeri de yönetmenin tercihleri üzerinden. Kısaca hikâye ve tarz değişimi diyelim biz buna. Argento’nun filmi sıra dışı, kanlı ölümlerle ilerleyen bir Giallo idi. Hikâye basitti. Görselliği, müziği ve klasik korku motifleriyle hedefine ulaşmakta hiç zorlanmamıştı. Guadagnino’nun filmi ise hikâyeyi ve karakterleri olabildiğince derinleştiriyor. Bununla da kalmayıp yeni alanlar açıyor. Hikâye Berlin’e taşınıyor, Berlin Duvarı sıkça kadraja giriyor. Ülkenin içinde bulunduğu durum, kaos ortamı Baader-Meinhof olayları da arka fona yerleştirilerek ana hikaye destekleniyor. Dans okulundan kaçmanın zorluğuyla, bölünen ülkenin diğer tarafına geçmenin zorluğu, çıkışsızlık temasının daha iyi verilmesini sağlıyor. 152 dakikalık filmin pek çok uğrak noktası var. Bir bakıyorsunuz Suzie’nin geçmişine gidiyoruz, bir bakıyorsunuz psikayatrist Josef Klemperer’in çabalarını izliyoruz. Senarist Kajganich ve yönetmen Guadagnino, karakterlerin ayaklarının yere basmasını istedikleri için son derece detaycılar. Ancak filmin süresini ve yoğunluğunu hesaba katıp Gudagnino'nun risk aldığını söyleyebiliriz. Yan hikâyelerin, örneğin Josef Klemper’le açılan Nazi dosyasının filmin dramatik yapısına katkıda bulunacağını düşünmüşler. Haksız da sayılmazlar. Guadagnino’nun yepyeni bir Suspiria yaratma çabasının altında, Argento’nun klasiğinin altında ezilmeyen güçlü bir film çıkarabilme arzusu var şüphesiz. Bu yeni hikâyeyle Argento’yu taklit etmesi mümkün olmasa da görsel tercihleri ve stiliyle de 2018 model Suspiria’nın farklı görünmesini istemiş yönetmen. Bu hususta da nefis bir iş çıkarmış. Guadagnino'nun Suspiria'sına neden devrimci bir yeniden yaratım diyorum? Çünkü bu film, orijinal yapıma dair hemen hemen her şeyi elinin tersiyle itiyor. Filmin dünyasını orijinal filme saygıda kusur etmeden ve fakat onu bir anlamda yok sayarak yeniden yaratıyor. Argento, bu durumu Suspiria'nın ruhuna ihanet olarak görüyor ve kendi açısından haklı olabilir. Ancak seyirci cephesinden bakınca hiç öyle görünmediğini söyleyelim. 

Dikkat! Bu paragrafta spoiler var

Argento’nun filminde dans okulu cadıların işlerini perdelemek dışında bir işleve sahip değildi. Guadagnino’nun Suspiria’sında ise cadıların emellerine ulaşabilmesi için hayati bir öneme sahip. Zira volk türündeki toplu dans gösterisi, esasında bir ritüel.. Dolayısıyla da bu danslarla okuldaki tüm kızlar farkında olmadan bir ritüele hazırlanıyorlar. Ritüel bir yana, okulun sanat yönetmeni Blanc, Suzie’ye dans ederken ne hissettiğini soruyor. Suzie de bir hayvanla düzüşüyor gibi olduğunu söylüyor. Bu şaşırtıcı cevap, yapılan dansın danstan ibaret olmadığını, farklı bir amaca hizmet ettiğini gösteren dikkat çekici bir ayrıntı. Blanc, "Başka birinin dansını yaptığın zaman, onun görüntüsünde yeniden doğarsın" diyor. Suzie ise rüyasında "Kim olduğumu biliyorum" diyerek sayıklıyor. İşin aslı film boyunca Suzie'nin dönüşümünü tamamlamasını bekliyoruz. Suspiriorum'un yeniden doğuşu Suspiria'nın (filmin) yeniden doğuşuyla çift anlam taşıyor.

Dans örneğinden de görüldüğü üzere yeni Suspiria’nın farkı, orijinal filmden aldığı her öğeyi yeni fikirlerle geliştirerek, işlevsel hale getirerek hikâyeye derinlik katması. Bu yeni fikirlerin belki de en önemlisi Cadılar Meclisi… Cadılar arasındaki hiyerarşi savaşı Guadagnino’nun Suspiria’sını çok başka bir noktaya taşımış. Bu savaş, gerilim ve huzursuzluk hissi yaratmada etkin bir rol üstlenirken, filmin son bölümünde tam bir gövde gösterisine dönüşüyor. 12 dakikalık ritüel sekansı, korku sineması tarihinde eşine az rastlanan bir çekiciliğe sahip. Cadılar Meclisi’nin lideri Markos’u da gördüğümüz bu sekans, ortaya yeni sorular atarken, büyük resmi görmemize de olanak tanıyor. Senarist Kajganich’in mahareti de tam anlamıyla ortaya çıkıyor. Argento’nun üç anne üçlemesinin hiçbir filminde göremediğimiz annelikle ilgili nüans, anlama önem veren seyirci için çok kıymetli. 

Sonuç olarak; uzun süresini çarçur etmeyen, detaylara verdiği önemle son yılların The Wailing’le birlikte en zengin korku filmi diyebiliriz Suspiria için. Guadagnino hayatının filmi çekmiş. 9.3\10

17 Ocak 2019

Yeni başlayanlar için Queen: Bohemian Rhapsody


70’li ve 80’li yıllara damgasını vuran Freddie Mercury ve Queen grubunun yükseliş hikayesine ve çoğunlukla parlak kariyerlerine odaklanan Bohemian Rhapsody, ödül sezonunun özellikle Rami Malek’in Freddie Mercury yorumuyla adından sıkça söz ettiren filmlerden biri oldu diyebiliriz. Queen hayranlarını memnun etme hususunda pek de başarılı olamayan film, bana kalırsa yılın en önemli sinema olaylarından… 


Klasik bir yükseliş hikayesi 

En baştan söylemekte bir sakınca yok; Bohemian Rhapsody, Freddie Mercury ve Queen’in kariyer yolculuğunu sıkça klişelere yer veren bir anlatıyla ele alıyor. Queen’in kuruluşu, popülarite kazanması, grubun dünyaya açılmasıyla paralel olarak aralara Freddie Mercury’nin özel yaşamındaki çalkantılar da ekleniyor. Freddie’nin idealleriyle babasının, oğlunun geleceğine yönelik ideallerinin çarpışması, Fredddie’nin Mary Austin’e romantik evlilik teklifi, grup için tartışmalar ve bir noktada birçok grubun başından geçen dağılma süreci sonrasında yaşananların klişe olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ancak şunu da kabul etmek gerekiyor ki; yönetmen Singer bu klişeleri hiç de fena kullanmıyor. Grubun dağılma sürecinde yaşanan çöküş, Freddie’nin AIDS’e yakalanması, yalnızlaşması ve sonra tekrar bir araya gelmeleri, yükseliş-düşüş-yükseliş formülünün kusursuz bir biçimde uygulanmasına imkan tanıyor ve seyirci üzerinde umulan etki yakalanabiliyor bu sayede. Şüphesiz, bazı olaylar hızlı geçiliyor veya yeterince zaman tanınmıyor ama Singer filmin ritmini de düşünmek zorunda olduğundan kimi eksikleri göz ardı etmek gerekiyor. 

Nasıl bir biofilm? 

Her biyografik filmin bir ağırlık merkezi vardır. Hayatı anlatılan şahsın ya mesleki başarıları ya da özel hayatı ön planda tutulur. Söz konusu dünya çapında bir star olduğunda seyirci hangisine ağırlık verilmesini tercih eder? Bu soruya çoğunluğun mesleki kariyeri diyeceğini düşünüyorum. Senarist Anthony McCarten böyle düşünmüş ve Bohemian Rhapsody, bu son derece doğru tercihle yola çıkarak başarı sinyalini vermiş. Zaten filmin Queen grubunun kariyerinde hayati bir öneme sahip Live Aid konseriyle açılıp kapatılması ve bilhassa da kapanışın yaklaşık 15 dakika süren göz alıcı performansa ayrılması, seyirciyi etkisi altına alma işlevinin dışında filmin yaratıcı ekibinin mantalitesini de gözler önüne seriyor. We Will Rock You ve filme adını da veren Bohemian Rhapsody şarkısının ortaya çıkış sürecini izlemek ve Mercury’nin türleri karıştırma düşüncesinin somut örneklerle verilerek müzikal dehasının karşılığının bulunabilmesi filmin ilk etapta sayılabilecek artıları diyebiliriz. Singer’ın filmi, Freddie Mercury için Queen’in, Queen için de Mercury’nin ne ifade ettiğini grubun dağılma aşaması ve sonrasındaki anlatısıyla iyi ifade edebilmiş. Grubun dağılma sebepleri filmin tartışılabilir yönlerinde biri kabul etmek gerekiyor ki. Mercury’nin solo albüm anlaşmasının, kendisine Michael Jackson’un başarılarının bahsedilmesinden sonra gelmesi, Freddie’nin hırslı kişiliğinin, yeni şeyler deneme ve en tepede olma arzusunun bir dışavurumu esasında. Ancak filmin bu arzuyu o kadar da iyi yansıtamadığını düşünüyorum. Bohemian Rhapsody’nin kabaca %75’i Queen’in müzikal kariyerine, %25’i ise Mercury’nin özel yaşamına ayrılmış. Filmin dramatik yapısı da bu %25’lik dilimin omuzları üzerinde… Filmin ikinci yarısında Mercury’nin eşcinsel kimliği üzerinden bir kendini bulma hikayesi izliyoruz. Singer’ın Mercury’nin eşcinselliğini filmin dramatik yapısına hizmet edecek başat faktör olarak gördüğünü-kullandığını ve biraz korkak davrandığını söyleyebiliriz. 

Yeni başlayanlar için Queen! 

Bohemian Rhapsody, genel kitlenin gönlünde yer etse de Queen fanları pek memnun olmuş gibi görünmüyor. Bu memnuniyetsizliğin başlıca sebebi, filmin gerçekleri tahrif etmesi. Mercury’nin hastalığını grup arkadaşlarına açıkladığı sahne, gerçekte olması gerekenden çok daha önce yer alıyor filmde. Biraz araştırdıktan sonra bunun gibi başka ayrıntılar olduğunu da öğrendim. Ne var ki, biyografik filmlerde filmin çıkarları için tahrifat yapılabilir. Singer’ı daha cesur olamadığı eleştirebiliriz ama bu hususta üzerine gitmenin gereksiz olduğunu düşünüyorum. Film, Queen’in müzikal kariyerine odaklanıyor evet ama yükseliş hikayesi akıp giderken Queen’i Queen yapan kimi şarkıların kısa kısa geçilmesi ve gerçek Queen’in yansıtılamadığı yönündeki görüş daha çok Queen fanlarını bağlıyor. Dolayısıyla da Bohemian Rhapsody daha çok Queen hakkında bilgisi olmayan veya Queen dinlemeye yeni başlamış sinema severlere hitap ediyor dersek yanılmış olmayız. Kuşkusuz ki, fanlar için de Live Aid konseri gibi iyi düşünülmüş pek çok detay var filmde. 

Freddie’nin hareketlerini taklit etmede ve şarkıları sanki o seslendiriyormuş izlenimi yaratmada kusursuz bir iş çıkaran Rami Malek, Bohemian Rhapsody’nin en büyük kozu. Freddie Mercury’nin enteresan kişiliği ve Queen’in seyircisini coşturan şarkılarından da güç alan film, grubu sevdirecek kadar iyi bir film… 8.4\10

10 Ocak 2019

Başkası olma, kendin ol!: Creed


İtalyan Aygırı Rocky Balboa’nın yükselişinin ve boks dünyasının efsanelerinden birine dönüşünün hikâyesini anlatan Rocky serisi, tartışmasız bir şekilde bu alt türün en popüler ve de en sevilen filmlerinden oluşur. Sylvester Stallone’nin 2007’de Rocky Balboa ile geri döndüğü altıncı filmle Rocky efsanesini beyazperde de son kez gördüğümüzü düşünüyorduk. Altıncı film itibariyle artık yaşlılığı sebebiyle bir kez daha ringe çıkması olası görünmeyen karakterin dönüşü sadece ve sadece bir antrenörlük yapmasıyla mümkün olacaktı. Hollywood’un 70’li ve 80’li yılların kült karakterlerini ve filmlerini diriltme konusunda son dönemdeki çabasının çoğunlukla hüsranla sonuçlandı. İlginçtir ki, Rocky o hüsranlardan biri olmadı. Serinin altıncı filmi bunun en büyük ispatıydı. Şimdi bir kez daha geri dönen Rocky, Hollywood’un kirletemediği karakter ünvanını korumayı başarıyor. 

1976’da En İyi Film Oscar’ına da uzanan ilk Rocky filmi, bir Dünya Ağır Siklet Boks şampiyonu olan Apollo Creed’in şans tanıdığı yerel bir boksör olan Rocky Balboa’nın bu şansı iyi değerlendirerek yükselişini hikâye ediyordu. Serinin devam bölümlerinde Apollo – Rocky rekabeti üzerine gidilerek sportif düşmanlıktan doğan dostluğa şahit olmuştuk. Rocky filmleri Balboa kadar olmamakla birlikte aynı zamanda Creed efsanesini de yaşatır. Şimdi Rocky ringlerden elini eteğini çekmişken, kurnaz bir hamleyle Apollo Creed’in profesyonel bir boksör olmak için yanıp tutuşan oğlu Adonis üzerinden belki de yeni bir seri yaratılmaya çalışılıyor. Rocky karakterinin de kilit bir rol üstlendiği Creed, serinin hayranları için büyük bir anlam taşıyor. 

Kopyalama kolaycılığından muzdarip 

Filmin yazar-yönetmeni Ryan Coogler, Creed’in hikâyesini büyük oranda ilk Rocky filminin şablonunu kullanarak kurgulamış. Öncelikle Coogler ne yapmış, nasıl yapmış bir bakalım. Rocky Balboa gibi Adonis de hayata tutunmaya çalışıyor ve geçimini başka bir iş kolundan sağlıyor. Temel olarak iki şekilde Rocky’den ayrılıyor: Birincisi eğitimli olması ve çalıştığı şirkette kariyer yapabilecek bir konumda bulunması, ikinci ise profesyonel boksörlük yoluna bilinçli bir biçimde çıkması diyebiliriz. Bu bilinçlilik hali, onu Rocky’e götürüyor. Yükselebilmek ve zirveye oynayabilmek için Rocky gibi bir efsaneyle çalışması gerektiğini biliyor. Yönetmen Coogler, Rocky ve Adonis’in boksör kimlikleri ve karakterlerindeki farklılıklar dışında ilk Rocky filminin sıfırdan zirveye yürüyüş formülünü neredeyse adım adım izliyor. Adonis-Bianca ilişkisi, Adonis’in yeteneklerinin ortaya çıkarılması, Rocky’nin çalışma yöntemleriyle maçına hazırlanması ve bir şampiyondan maç teklifi almasıyla yaşadığı korkular ciddi bir benzerlik taşıyor. Coogler da J.J. Abrams gibi ilk filmin tadını yakalayayım derken, elinin ayarını kaçırıyor ve tekrara düşmekten kurtulamıyor. 

Başkası olma, kendin ol! 

Coogler, filmin dramatik çatısını Adonis Johnson’ın hiç tanımadığı babasının soyadını kullanmak istememesinin ve kendi efsanesini yaratma arzusunun üzerine kurmuş. Böylece Rocky’nin şampiyon Apollo’nun maç teklifini değerlendirirken ve maça çıkarken yaşadığı çelişkiler tekrarlanmamış oluyor. Dahası başarılı olmakla silinip gitmek arasındaki uçuruma gerçekçi bir kimlik sorunu da ekleniyor. Adonis’in kendisine babalık yapamayan Apollo’nun soyadını kullanmaktan kaçınması, zor yolu seçmesi karakter açısından takdir edilmesi gereken bir davranış. Adonis’in babasının soyadını kullanmaktan kaçınmak istemesinin altında başka sebepler de var. Adonis’in başarısızlığı halinde Creed adına leke süreceğine dair duyduğu korkular, seyircinin karakteri sevmesi ve benimsemesi açısından oldukça önemli detaylar. 

Coogler’ın Rocky – Adonis ilişkisini de olabildiğince iyi bir şekilde işlediğini söyleyebiliriz. Adonis, Rocky’e amca diye hitap ediyor, ona büyük bir saygı besliyor. Rocky cephesinden baktığımızda Adonis’e yardım ederek Apollo’ya olan borcunu ödeme fırsatı bulduğunu görüyoruz. Birlikte çalışmaya başladıklarında Rocky, Adonis için hiçbir zaman sahip olamadığı baba figürüne dönüşüyor. Adonis’in kimlik sorunlarının yanında Rocky ile ilişkisi de Creed’in dramatik yapısını destekleyici doneler içeriyor. 

Bir devam filmi mi? 

Henüz ikinci yönetmenlik denemesinde Rocky gibi hayran kitlesi geniş bir seriye ve karaktere el atmak, kabul etmek gerekir ki cesaret isteyen bir iş. Coogler, o cesarete sahip, ne yaptığını bilen ve yönetmenliğiyle umut veren bir isim. Yola Rocky’nin mirasına halel getirmeyen bir film yapma düşüncesiyle çıktığı belli. Aslında Rocky’i kendi dünyasında ikinci plana atmak, klasik seri üzerinden yeni bir seri yaratırken iyi bir fikir. Creed’i Rocky Balboa karakterinin sinemadaki yolculuğunu sürdürmesi minvalinde değerlendirirsek, evet bu bir devam filmidir diyebiliriz. Ama diğer yandan seriden ayrı da düşünülebilir. Devam filmi gelirse ve o filmde Rocky yer almazsa yeni bir seri olarak bakabiliriz Creed’e. 

Müsabakalar ve performanslar 

Creed’de Rocky filmlerine kıyasla daha fazla boks müsabakası izliyoruz. Rakipler kademeli olarak güçleniyor ve zorluk oranı da o oranda artıyor. Coogler, boks sahnelerini olabildiğince gerçekçi bir biçimde çekmeye özen göstermiş. Plan sekans tercihinin tek sebebi gerçeklik yakalama isteği diye düşünüyorum. Özellikle final maçında bazı anlarda gerçek bir dövüş izlediğiniz izlenimine kapılmanız olası. Her anında ilk Rocky filmine saygı duruşunda bulunmaya özen gösteren Coogler, final maçının etkisini artırabilmek için araya Rocky-Apollo maçından anlık görüntüler da atıyor. Filmdeki boks maçlarında bir sorun yok belki ama Rocky filmlerindeki tadı alamıyoruz. Çünkü seyirci Adonis ile Rocky gibi bir bağ kuramıyor. Yönetmen o bağı güçlendirmek için klasikleşen filmlere ne kadar bel bağlasa da aynı duygusal etkiyi yakalaması mümkün olmuyor. Adonis rolüyle Michael B. Jordan, iyi bir performans veriyor. Ringde duruşuyla Creed adına yakışır bir boksör imajı yaratıyor. Yedinci kez Rocky Balboa’ya hayat veren Sylvester Stallone ise kariyerinin en iyi işlerinden birini çıkartıyor. 7\10

7 Ocak 2019

İstila Filmlerine Taze Kan: The Host


Alacakaranlık romanlarından yapılan uyarlamalarla adını duyuran Amerikalı yazar Stephenie Meyer’in bir başka eseri Göçebe (The Host), deneyimli sinemacı Andrew Niccol’ün ellerinde hayat buluyor. Bilimkurgunun uzaylı istilası alt türüne açılan hikayenin, Gattaca ve In Time gibi başarılı bilimkurgu filmlerinin yönetmeni Niccol’e teslim edilmesi, başta kafalarda soru işaretleri yaratsa da netice itibariyle isabetli bir karar olmuş. Ne sinema yazarlarından ne de türe gönül vermiş sinemaseverlerden olumlu tepki alabilen The Host, istila filmlerine getirdiği açılımla amacına ulaşıyor. 

İstila filmlerine taze kan 

Barışçıl mesajlarla açılan film, öncelikle hikayeyi uzaylı istilasının hemen hemen tamamlandığı, insan neslinin tükenmeye yüz tuttuğu ama direnmeyi de sürdürdüğü bir zamana taşıyor. Göçebe’nin yaptığı; istila aşamasını yani aksiyon safhasını atlayıp, insan bedeninde ve dünyada göçebe bir hayat süren uzaylı ırkın, dünyayı daha yaşanılabilir bir yer (!) haline getirdikten sonrasına bakmak ve iki tür varolma savaşını resmetmek: bedenleri ele geçirilen ve kendi bedenine hapsolan insan(lar)ın direnişi ve klasik direniş. Göçebe’nin istila filmi şablonunu kullanmasına karşın yeni bir yorum getirmeyi denediğini söyleyebiliriz. Özellikle harap olan şehirlerin, aksiyonun ve karanlık tonların yerini günlük güneşlik, steril ve huzurlu görünen bir dünyaya bıraktığını görüyoruz. 

İki farklı ‘uzaylı istilası’ ekolü aynı tabakta servis ediliyor 

Göçebe’nin uzaylıları klasik anlamda istilacı -yok edici- bir ırk değil. İstila ettikleri gezegenin canlılarıyla uyum içinde yaşayabilen, yıkıcı değil yapıcı, üstün varlıklar. Varlıklarını sürdürebilmek için başka bir canlının bedeninde yaşamak zorundalar. İnsanoğlunun karmaşık yapısı birlikte yaşamaya olanak tanımadığı için de tanıdık bir yok etme süreci başlamış oluyor. Göçebe’deki uzaylıların insan bedenlerini ele geçirme durumu, 1956 yapımı istila filmi Invasion of the Body Snatchers (Beden Kemiricileri İstilası) ve ardından gelen yeniden çevrimlerinin benzer bir uygulaması olmakla birlikte soğuk savaş döneminde patlayan istila filmlerinin de ilk ekolünü oluşturuyor. İlk ekol için düşman uzaylı tanımını yapıp, ikinci ekole geçelim. 1977’de Steven Spielberg’in çektiği Close Encounters of the Third Kind (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar), ilk ekolün düşman uzaylı algısını yıkmış ve yine ardından gelen bir diğer Spielberg filmi E.T. ile de dost uzaylı algısını pekiştirmiştir. Starman ve The Abyss gibi filmlerle varlığını sürdürmüştür. Göçebe, bu iki ekolü ustaca harman edip, önümüze getiriyor. Filmin çizdiği tabloya göre uzaylılar birbirlerine zarar vermeyen, barışçıl ve eğer kendi varlıklarını tehdit etmiyorsa diğer canlıları da yok etmek gibi bir düşüncesi olmayan yaratıklar. Hatta ana karakterimiz Melanie’nin bedenini alan Göçer adlı uzaylı, Melanie ve insanlarla kurduğu dostluğu hayati bir fedakarlığa götürebilecek kadar iyi bir varlık. Sözün özü Göçebe, bu iki farklı ekolü hikayesine yedirmesiyle uzaylı istilası filmleri için bir milat konumuna geliyor. 

Stephenie Meyer’in aşk üçgeni formülü bu kez tutuyor 

Alacakaranlık serisinde biri vampir, diğeri kurt adam olmak üzere iki erkek arasında kalan kızla oluşturulan üçgen fazla çarpıktı. Göçebe’de yine garip ama bu kez kabul edilebilir bir aşk üçgeni tasarlamış Meyer. Aşkın engelleri aşarken, sorunları da bertaraf edebilmek gibi bir gücü var. Melanie’nin hapsolduğu bedende direnç gösterebilmesinde ve genel olarak hikayede önemli bir yeri olsa da aşk mevzusuna çok takılmamak gerekir diye düşünüyorum. Hem yazarımız Meyer hem de yönetmen Niccol önceki işlerinde aşkı ve romantizmi korku ve bilimkurgu gibi türlerin alt türlerine adapta etmiş isimler. Göçebe’de böylesine distopik bir dünya tablosu çizilirken, bir aşk üçgeni kurulması -insanlığın dünyayı yok oluşa sürükleyen bir canlı türü olarak resmedildiğini de göz önünde tutarsak- Niccol’ün insanlığın kurtuluşunu ‘aşk’a bağlaması ve ‘aşk’ı umudu simgeleme amacıyla kullanması, yeni ve yaratıcı bir fikir olmasa da kabul edilebilir bir durum. 

The Host, geriye bakıldığında genel olarak bir hayalkırıklığı olarak hatırlanacaktır. Ancak, tür filmlerini masaya yatırıp otopsi yapmayı sevenler için zengin bir menü sunduğunu ekleyeyim.