7 Ocak 2019

İstila Filmlerine Taze Kan: The Host


Alacakaranlık romanlarından yapılan uyarlamalarla adını duyuran Amerikalı yazar Stephenie Meyer’in bir başka eseri Göçebe (The Host), deneyimli sinemacı Andrew Niccol’ün ellerinde hayat buluyor. Bilimkurgunun uzaylı istilası alt türüne açılan hikayenin, Gattaca ve In Time gibi başarılı bilimkurgu filmlerinin yönetmeni Niccol’e teslim edilmesi, başta kafalarda soru işaretleri yaratsa da netice itibariyle isabetli bir karar olmuş. Ne sinema yazarlarından ne de türe gönül vermiş sinemaseverlerden olumlu tepki alabilen The Host, istila filmlerine getirdiği açılımla amacına ulaşıyor. 

İstila filmlerine taze kan 

Barışçıl mesajlarla açılan film, öncelikle hikayeyi uzaylı istilasının hemen hemen tamamlandığı, insan neslinin tükenmeye yüz tuttuğu ama direnmeyi de sürdürdüğü bir zamana taşıyor. Göçebe’nin yaptığı; istila aşamasını yani aksiyon safhasını atlayıp, insan bedeninde ve dünyada göçebe bir hayat süren uzaylı ırkın, dünyayı daha yaşanılabilir bir yer (!) haline getirdikten sonrasına bakmak ve iki tür varolma savaşını resmetmek: bedenleri ele geçirilen ve kendi bedenine hapsolan insan(lar)ın direnişi ve klasik direniş. Göçebe’nin istila filmi şablonunu kullanmasına karşın yeni bir yorum getirmeyi denediğini söyleyebiliriz. Özellikle harap olan şehirlerin, aksiyonun ve karanlık tonların yerini günlük güneşlik, steril ve huzurlu görünen bir dünyaya bıraktığını görüyoruz. 

İki farklı ‘uzaylı istilası’ ekolü aynı tabakta servis ediliyor 

Göçebe’nin uzaylıları klasik anlamda istilacı -yok edici- bir ırk değil. İstila ettikleri gezegenin canlılarıyla uyum içinde yaşayabilen, yıkıcı değil yapıcı, üstün varlıklar. Varlıklarını sürdürebilmek için başka bir canlının bedeninde yaşamak zorundalar. İnsanoğlunun karmaşık yapısı birlikte yaşamaya olanak tanımadığı için de tanıdık bir yok etme süreci başlamış oluyor. Göçebe’deki uzaylıların insan bedenlerini ele geçirme durumu, 1956 yapımı istila filmi Invasion of the Body Snatchers (Beden Kemiricileri İstilası) ve ardından gelen yeniden çevrimlerinin benzer bir uygulaması olmakla birlikte soğuk savaş döneminde patlayan istila filmlerinin de ilk ekolünü oluşturuyor. İlk ekol için düşman uzaylı tanımını yapıp, ikinci ekole geçelim. 1977’de Steven Spielberg’in çektiği Close Encounters of the Third Kind (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar), ilk ekolün düşman uzaylı algısını yıkmış ve yine ardından gelen bir diğer Spielberg filmi E.T. ile de dost uzaylı algısını pekiştirmiştir. Starman ve The Abyss gibi filmlerle varlığını sürdürmüştür. Göçebe, bu iki ekolü ustaca harman edip, önümüze getiriyor. Filmin çizdiği tabloya göre uzaylılar birbirlerine zarar vermeyen, barışçıl ve eğer kendi varlıklarını tehdit etmiyorsa diğer canlıları da yok etmek gibi bir düşüncesi olmayan yaratıklar. Hatta ana karakterimiz Melanie’nin bedenini alan Göçer adlı uzaylı, Melanie ve insanlarla kurduğu dostluğu hayati bir fedakarlığa götürebilecek kadar iyi bir varlık. Sözün özü Göçebe, bu iki farklı ekolü hikayesine yedirmesiyle uzaylı istilası filmleri için bir milat konumuna geliyor. 

Stephenie Meyer’in aşk üçgeni formülü bu kez tutuyor 

Alacakaranlık serisinde biri vampir, diğeri kurt adam olmak üzere iki erkek arasında kalan kızla oluşturulan üçgen fazla çarpıktı. Göçebe’de yine garip ama bu kez kabul edilebilir bir aşk üçgeni tasarlamış Meyer. Aşkın engelleri aşarken, sorunları da bertaraf edebilmek gibi bir gücü var. Melanie’nin hapsolduğu bedende direnç gösterebilmesinde ve genel olarak hikayede önemli bir yeri olsa da aşk mevzusuna çok takılmamak gerekir diye düşünüyorum. Hem yazarımız Meyer hem de yönetmen Niccol önceki işlerinde aşkı ve romantizmi korku ve bilimkurgu gibi türlerin alt türlerine adapta etmiş isimler. Göçebe’de böylesine distopik bir dünya tablosu çizilirken, bir aşk üçgeni kurulması -insanlığın dünyayı yok oluşa sürükleyen bir canlı türü olarak resmedildiğini de göz önünde tutarsak- Niccol’ün insanlığın kurtuluşunu ‘aşk’a bağlaması ve ‘aşk’ı umudu simgeleme amacıyla kullanması, yeni ve yaratıcı bir fikir olmasa da kabul edilebilir bir durum. 

The Host, geriye bakıldığında genel olarak bir hayalkırıklığı olarak hatırlanacaktır. Ancak, tür filmlerini masaya yatırıp otopsi yapmayı sevenler için zengin bir menü sunduğunu ekleyeyim.