26 Aralık 2018

Bir Zamanlar Sinema öneriyor # 65 Flash Gordon


1934’te Alex Raymod – Austin Briggs ikilisinin yarattıkları fantastik çizgi roman, çok geçmeden sinemaya uyarlanmış ve Tv filmlerinden dizilere kadar pek çok uyarlaması yapılagelmiştir. Esere hakkını verebilen tek filmin 1980 tarihli Mike Hodges yapımı olması ise 1930’lu 40’lı ve 50’li yıllarda bilimkurgunun ciddiye alınan ve ayakları yere basan bir tür konumuna gelmemiş olmasıyla alakalı bir durum. Ama önceki uyarlamaların başarısız olması bahsedeceğimiz filmin başarısına gölge düşürmemeli. 

Flash Godon’u öncelikle dönemi, türü ve etkilendiği eserler açısından değerlendirelim. 60’lı yıllarda canlanan bilimkurgu sineması, 70’lerde şahlanmış ve Star Wars ile de topyekûn bir değişime girmiştir. Uzay Operası alt türünü ve bilimkurgu-fantezileri ayağa kaldırıp, türün eğlence potansiyelini de ortaya çıkaran Star Wars, eski Flash Gordon hikâyelerinden ilham almış ancak, 1980 yapımı Flash Gordon’u da en çok etkileyen film olmuştur. Bu çift yönlü bir etkileşim hikâyesi kısacası. Film, görsel ve estetik açıdan ise Barbarella’yı anımsatıyor. Barbarella’daki kitsch estetiği, biraz daha canlı renklerle tekrarlanıyor. Eklemekte fayda var; film 80 yapımı olmasına rağmen 60’lar bilimkurgularının görselliğine sahip. 

Flash Gordon’un dünyası da aslında Star Wars ve Barbarella’dan çok da farklı değil. Ancak, çok çok uzak bir galakside kötü yürekli ve acımasız Ming’in diktatörlükle yönettiği galaktik evren tasviri, Star Wars’taki Palpatine-Darth Vader’ın yönetim şekliyle oldukça paralel. 

Film, jenerikle içi içe geçirilmiş çarpıcı açılışıyla seyircisini doyumsuz bir eğlenceye davet ederken, kötülüğüyle nam salmış Ming’i tek bir tuşla dünyamıza türlü felaket musallat edebilen, kainatın tek hâkimi olan tanrısal bir figür olarak çiziyor. Jenerikteki çizgi roman geçişleri bugün için çok sıradan olsa da 70 ve 80’li yıllar için hoş bir fikir kesinlikle. Ve açılışı unutulmaz kılan bir başka detay ise Queen tarafından bestelenen filmin tema müziği.. Film boyunca aralıklarla duyduğumuz tema müziği öyle mükemmel ki, hiç kesilmesin istiyoruz. Flash Gordon’a heyecan ve dinamizm aşıladığını da söylemek lazım. 

Ming’in musallat ettiği felaketlerle kaosa sürüklenen dünyaya geçiyoruz. Meşhur polo oyuncusu Flash Gordon, yakında sevgilisi olacak güzel bir kadın ve bir bilim adamının tesadüfen bir araya gelerek uzaya açılmaları ve bir kara deliğin onları Ming’in hüküm sürdüğü galaksiye ulaştırmasıyla önce hayatlarını sonra da dünyalarını kurtarma mücadelelerine tanık oluyoruz. Flash Gordon’un sporcu kimliği, kahramanlığa giden yolda -gerçekçi olmak gibi bir dertleri olmamasına karşın- inandırıcılık sorunları yaşamamamızı sağlıyor. Flash’ın Ming diktatörlüğünde yönetilen galaksiye barış getirmesi ve ordaki mevcut düzeni değiştirmesi, başka dünyalarda türlü maceralara atılan karakterlerin hemen hemen hepsinin yaşadığı bir durum. Bu, türün olmazsa olmaz klişelerinden biri diyebiliriz. 

Ming’in yaşam tarzı ve yönetim şeklini düşündüğümüzde, sarayda yaşayan padişahlardan veyahut imparatorlardan hiç de farkı olmadığını görüyoruz. Ming’in huzuruna çıkanların ellerini havaya kaldırarak “Hi Ming” şeklinde selam vermeleri de Hitler benzetmesini zorunlu kılıyor. Bu verilerden yola çıkarak eksantrik bir kötü karakter yaratmaya çalıştıklarını ve Ming’e hayat veren efsanevi oyuncu Man Von Sydow’un personasıyla da çok başarılı oldukları aşikar. Flash Gordon, doğru zamanda doğru bir cast çalışmasıyla 80 ve 90’lar kuşağı üzerinde iz bırakmasını bilmiş fantastik bilimkurgulardan…