21 Aralık 2024

2024'ün En İyi 5 Korku Filmi

2024'ün korku sineması adına oldukça iyi geçtiğini söyleyebilirim. Saf korkuların yanı sıra bilimkurgu korkular (The Substance, Alien: Romulus) dikkat çekti bu yıl. MadS gibi ilginç fikirlerle yola çıkan korku filmleri izledik. Fransız aşırılığının tipik bir örneği olan MadS, plan sekans çekilmesi gibi teknik özelliklerinin yanında zombi alt türünü salgın filmi gibi ele almasıyla farklı bir noktada duruyor. Güney Kore'den gelen Exhuma listeme giremese de yılın en dikkate değer işlerindendi. Oddity yine bu yılın en başarılı korku filmlerindendi. Eski usul bir doğaüstü korkuydu ve mütevazı yapısı, onu daha değerli kılıyor diyebilirim. The Watcher, Abigail, MaXXXine, I saw the Tv Glow ve Lowlifes gibi işlerin de adını anmak gerekiyor.

Robert Eggers'in yeniden yapım Nosferatu'su ise yeni yılda gösterime gireceği için değerlendirme dışında kaldı.

1- The Substance

The Substance, kadınlara dayatılan güzellik algısını, Hollywood'un vefasızlığını ve şov dünyasının kokuşmuşluğunu\ikiyüzlülüğünü eleştirirken, yönetmen Coralie Fargeat, diyalogları minimumda tutup yer yer metaforlar kullanmış. Bu, Crononberg, Kubrick ve Lynch etkili, sinema tarihinden sayısız referans barındıran, bazen çok tanıdık gelse de özgün fikirleri de olan bir body horror şaheseri... Hatta bir body horror olarak Cronenberg'in en iyi işleriyle karşılaştırabileceğimiz yetkinlikte diyebilirim. Hikaye özünde bir bilimkurgu olsa da, korku filmi olarak türün klasik korkutma hileleri deneyen örneklerinden ivedilikle ayrılan, bilinç, benlik ve ego üzerine düşündüren zengin bir sinema deneyimi The Substance. İlk uzun metrajı Revenge ile yetenekli olduğunu göstermişti Fargeat. The Substance'da çok daha fazlası olduğunu kanıtladı. Uzun zamandır hikayesine bu kadar hakim bir yönetmen görmedim desem yeridir.

2- Alien: Romulus

Korku-bilimkurgunun en özel serisi Alien, son dönem korku sinemasında yaptıklarıyla rüştünü ispatlayan Fede Alvarez yönetiminde bir ara bölüm ile geri döndü. Esasında serilere ara bölüm çekmek risklidir ama Alvarez bu riskleri lehine çevirmesini bilmiş. Serinin ilk filmiyle uzay gemisi ve Ash karakteri aracılığıyla organik bir bağ kurularak, yeni karakterler ve bağımsız bir hikaye anlatılmasına rağmen, o çok iyi bildiğimiz Alien coğrafyasından uzaklaşılmak istenmediğini anlyoruz. Yeni karakterlerimiz ve onların yolculuğunun ilk filmle sorunsuzca entegre olabilmesi serinin hayranları için kuşkusuz ki mühim bir artıydı. İlk filmin klostofobisini, ikinci filmin daha aksiyon içeren dinamik sekanslarını Alien: Romulus'ta da görüyoruz. Alvarez'in atmosfer ve gerilim yaratmadaki mahareti de övgüyü hak ediyor. Sonuç olarak hiç beklemediğimiz kadar iyi bir devam filmi Alien: Romulus.

3- Heretic

Film, iki genç Mormon misyoner kadının, yaşlı bir adam olan Bay Reed'in evini ziyaret ederek, onu Mormonluğa döndürme umuduna odaklanıyor. Çok geçmeden, mormonluk ve diğer dinler üzerine başlayan sohbet, dini inancın doğası ve kutsal kitapların kökenlerine uzanıyor ve Hollywood'da pek görmediğimiz semavi dinlerin eleştirisine soyunuyor. Yönetmenlerimiz Barnes ve Paxton, daha ileri gitmiyorlar. İlk yarısında bu tartışmaları odağına alıp, seyircisini ikinci yarısında yaşanacaklara hazırlıyor gibiler. Zira ikinci yarısında dümeni kırıp kapalı alan gerilimine açılıyor film. Heretic, dinler hakkında çeşitli argümanlar sunarak seçim yanılsaması üzerine düşündüren, sık rastlamadığımız türden bir korku filmi.

 4- Longlegs

Dış basında aldığı kimi övgülerle ve özelikle de tanıtım kampanyasıyla seyircide büyük beklenti yaratan ve bunu bir nebze karşılayabilen Longlegs, polisiye şablonunu kullanan ama nihayetinde üçüncü perdesinde bir korku filmi olduğu açıkça görülen yılın değerli yapımlarındandı. Yönetmen Oz Perkins, beslendiği kaynakları özümseyerek pek sık karşılaşmadığımız bir tür kırması çıkarmış. Ana karakterini yaratırken Silence of the Lambs'tan, seri katilini yaratırken Seven ve Zodiac'tan esinlenildiğini görüyoruz. Bunun ötesinde bir karşılaştırma yapmanın gereksiz olacağını düşünüyorum. Longlegs'in anlatısının merkezinde ana karakterlimizle birlikte çözmemiz gereken bir gizem yerleştiren Perkins, karmaşık bir labirent bulmacası yaratmaktan çok, bitmek bilmeyen bir dehşet duygusu yaratmaya çalışmış.

5- The First Omen

Richard Donner'ın 1976 tarihli korku klasiği The Omen, devam filleriyle bir seriye dönüşmüş ama her filmde geriye gitmişti. Orijinal filme bir prequel (ön bölüm) çekme düşüncesi de başta heyecan verici gelmese de, ortaya çıkan iş korku severleri fazlasıyla memnun etti. The First Omen, ayakları yere sağlam basan, beklediğimizden daha zeki bir film. Şeytan'ın eliyle bir çocuk doğurması üzerine kurulan komplosu ustalıkla örülmüş ve bu planın arkasındaki karakterler oldukça ürkütücü bir grup olarak çizilebilmiş. The First Omen, seyircinin beklentileriyle oynayan, hafızalarda yer edebilecek nitelikte etkileyici korku sekansları barındıran ve dramatik yapısı da iyi kurulmuş bir korku denemesi. Orijinal filmin seviyelerine ulaşabilecek yetkinlikte olmamasına rağmen, bir prequel olarak kusursuz diyebilirim.

14 Aralık 2024

Uzay Boşluğu Uzay Yolculuğuna Karşı: Gravity & Interstellar

2010'lu yıllar, bilimkurgu filmlerinin gişe ve eleştirel başarısının yanına Altın Küre ve Oscar gibi ödülleri de ekleyerek ivmesini sürdürdüğü bir dönemdi. Vizyona girdiği 2013'te o yıla damgasını vuran Gravity, pek çok tartışmayı da beraberinde getirmişti hatırlarsanız. Geçtiğimiz hafta Imax salonlarında tekrar vizyon şansı bulan Interstellar da gerek kopardığı tartışmalarla olsun gerekse de ödül sezonundaki muhtemel adaylıklarıyla on yıl önce büyük yankı uyandırmıştı. O yıllarda sıklıkla karşılaştırılan, şimdilerdeyse günümüzün uzaya açılan en önemli bilimkuguları olarak kendilerine yer edinen bu iki filmi, bilimkurgu olmalarının dışında; uzayı mesken tutmaları, zamanı kullanım biçimleri, insanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüyle hareket etmesi ve gerçeklik paydası olmak üzere dört maddede ele aldım.

Uzay macerası ama…

Öncelikle Gravity’nin uzay boşluğu, Intestellar’ın uzay yolculuğu filmi olduğunu belirtelim. Zaten sadece bu ayrımla iki filmin ne kadar farklı olduğu anlaşılıyor. Ancak farklılıklar arasındaki ortak noktaları da es geçmemek gerekiyor. Gravity’de uzayın sükunet veren sessizliğinin, ana karakterimiz Dr. Ryan Stone boşlukta salınmaya başlayınca korkutucu bir hal alması, Interstellar’da mekikleri içinde güvenle yol alan kaşiflerimizin solucan deliğine girdiklerinde hissettikleriyle benzerlik taşıyor.

İki film de 2001: A Space Odyssey’in bilimkurgu sinemasında açtığı temaları, yine 2001’den beslenerek kullanıyor. Sonuçta 2001; uzay boşluğunda süzülme, uzayda tek başına kalma durumlarını ve uzay yolculuğu temasını derinlemesine işleyerek bilimkurguda uzay çağını açtı. Dolayısıyla Gravity ve Interstellar’ın çıkış noktalarının Kubrick’in başyapıtı olduğunu ve fakat Cuaron’un bir anti 2001 yarattığını, Nolan’ın ise kendi 2001’ini çektiğini söyleyebilriiz. Uzayın sinemadaki ilk gerçekçi temsilini veren Kubrick, Gravity ile Interstellar’ı sessizliğiyle de etkiledi. Gravity, ana karakterlerini uzayın boşluğuna bıraktığından ve gerçeklikten ödün vermediğinden sessizliğin değeri artıyor, Interstellar da Gravity kadar baskın olmamakla beraber uzayın sessizliğine önem veriyor. Ne var ki, iki film de tansiyonun yükseldiği anlarda müzikten olabildiğince faydalanıyor.  

Gravity, ölçeğini küçük tutuyor, uzayı minimize ederek kendisine mesken ediniyor. Interstellar’da ise karakterlerimiz solucan delikleri aracılığıyla galaksi değiştiriyor. İnsanoğlu, uzayın hiç görmediği, gitmediği kadar uzak noktalarına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Bu durum filmlerin görsel yapısını doğrudan etkiliyor. Gravity’de dünyamız kadrajdan pek çıkmıyor ve uzaydan görünümüyle karakterlerimiz kadar bizi de etkiliyor. Interstellar, daha çok solucan deliğiyle akıllarda yer ediyor. Nolan, bizi sonsuzluğun ötesine doğru bir yolculuğa çıkarsa da görsel karşılık bulma anlamında beklentileri tam olarak karşılayamıyor. Burada bahsetmemiz gereken önemli bir ortak nokta var: Gravity’de dünya gözümüzün önünden ayrılmamasına, Interstellar’da ise artık başka bir galakside kalmış olmasına rağmen karakterlerimizin evlerine dönmeleri aynı sebepten (zaman) eşit derecede bir zorluk taşıyor.

Ortak düşmanımız zaman

Zaman kavramı Gravity ve Interstellar’da hayati bir öneme sahip. Gravity’de Dr. Ryan Stone’un hayatta kalması zamana endeksli. Eğer yaşam savaşından gerilim yaratma amacındaysanız, bunu zamana karşı verilen bir savaşa dönüştürdüğünüzde hakiki bir gerilim yaratmakta sıkıntı çekmezsiniz. Özetle Cuaron’un zamanı ve mekanı gerilim yaratmak için kullandığını, bunu da dinamik anlatısıyla kusursuz bir biçimde gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Gravity’de tek bir amaç doğrultusunda kullanılan “zaman”, Interstellar’da oldukça karışık ve zeki manevralarla karşımıza çıkıyor. İzafiyet Teorisi’ne sırtını yaslayan Nolan, zamanın göreceliliğini hikayenin önemli bir parçası haline getirmiş. Zamanın farklı akması veya algılanması, özellikle ana karakterlerimiz Cooper ile arkasında bıraktığı kızı Murph arasında fiziksel ve duygusal açıdan farklı durumların oluşmasına sebep oluyor. O zaman şunu söyleyebiliriz: zaman kavramı bilimselliğinin yanında filmin dramatik yapısı üzerinde de etkili. Spoiler olmaması için Interstellar’ın zamanı kavramıyla ilgili detaylarına girmeyeceğim. Ancak şunu da söylemeden geçmeyelim: dördüncü boyut olarak kabul edilen zaman, beşinci boyuttaki işleviyle filmin anahtarı diyebiliriz.

Kendini kurtarmak mı, insanlığı kurtarmak mı?

İki filmin de zayıf karnı burası. Gravity, kişisel bir hayatta kalma mücadelesini, sonunu tahmin etmekte zorlanmayacağımız bir biçimde ele alıyor. Mücadele sırasında hangi badirelerin atlatıldığı ve bu sırada karakterin olası dönüşümü önem kazanıyor. Klasik bir felaket senaryosuyla açılan ve insanoğlu için oldukça karamsar bir gelecek tablosu çizen Interstellar, insanoğlunun yeni yuva arayışından-neslini sürdürme çabasından, bir kahramanlık destanına uzanıyor. Şüphesiz ki, Nolan’ın insanlığı kurtarma klişesinden zeka dolu, yaratıcı bir bilimkurgu çıkarttığını ifade etmek lazım. İnsanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüyle verdiği savaş da filmlerimizin uzayı kullanım biçimleri gibi bir farklılık taşıyor.  Kısacası ölçek farkı burada da karşımıza çıkıyor. Ortak noktaları ise insanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ederken sınırları zorlaması. Dr. Ryan Stone’un uzay boşluğundaki çırpınışları, en zor durumların bir şekilde üstesinden gelmesine karşılık, Interstellar’da çalışmalarını gizlilikle sürdüren NASA’nın solucan deliklerini kullanarak yaşanabilir yeni bir dünya bulmak gibi çılgın bir fikirle hareket etmesi eşleştirilebilir.

Ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

İki film de vizyona girdiklerinde bilimsellikleriyle bolca övgü topladılar ve çeşitli tartışmalara sebep oldular. Cuaron’un bilimkurgu yaklaşımında gerçekçilik önemli bir yer tutuyor. Uzayın resmedilişi ve orada meydana gelen kimi olaylar bu yaklaşımdan nasibini fazlasıyla almış. İstasyonlar arası geçiş gibi mümkün olmayan durumlar ise kurgunun bir parçası. 3D’nin de katkısıyla seyircinin kendisini uzayda hissetmesi veya en azından mekana yabancılaşmaması, Gravity’nin gücünü gerçekçi yaklaşımından aldığının bir göstergesi.

Temel dayanağı teoriler olan Interstellar ise baş döndürücü kurgusundan ve tematik zenginliğinden güç alıyor. Kip Thorne’un solucan delikleriyle ilgili teorisi, Einstein’ın İzafiyet Teorisi ve teoride var olduğu öngörülen beşinci boyut (bilim insanlarının evrenin 11 boyutu olduğunu gösteren bir model geliştirdiğini biliyoruz) engin bir hayal gücüyle kurgulanıyor. Gravity, bilimin ulaştığı somut verileri ve bazı bilimsel gerçeklerin bir kısmını olduğu gibi yansıtırken, bir kısmını da kurgu gereği değiştirmekte sakınca görmüyor. Interstellar’ın da aynı tavrı hikayesine konu ettiği teoriler üzerinden sergilediğini söyleyebiliriz. Gerçekle kurguyu harmanlayan iki filmden Interstellar, Nolan’ın bilimkurgu sinemasına yeni alanlar açma isteği ve cesaretiyle (tür kapsamında) bir adım öne çıkıyor.

Sonuç

Gravity–Interstellar karşılaştırmasının amacı, yazıdan da anlaşılacağı üzere hangisinin daha iyi olduğu sonucuna varmak değildi. Amacım bilimkurgu sinemasına kısa süreli de olsa yeniden parlak günlerini yaşatan bu iki filmin kesişme, ayrışma ve ortak noktalarını belirlemekti. Kuşkusuz ki, iki filmin de birbirine üstünlük kurduğu, daha iyi olduğu alanlar var. Interstelar; zeka dolu senaryosu, cesareti, tematik zenginliği, inişleri-çıkışları, sürprizleri ve Nolan’ın enfes paralel kurgusu gibi birçok artısıyla dikkat çekiyor. Gravity; senaryo zafiyetini, ritmiyle, sinema duygusunu her anında yoğun biçimde hissettirmesi ve Cuaron’un yönetmenlik becerisiyle bertaraf ediyor. Filmin başarısı; hikayesi gereği minimal tuttuğu olay örgüsünü, gerçekçi yaklaşımı ve teknik kusursuzluğuyla bütünlemesinde gizli diyebiliriz.

9 Aralık 2024

Edebiyattan Sinemaya: #3 Bir Uyarlama Olarak There Will Be Blood

Pulitzer ödüllü Amerikalı yazar Upton Sinclair'ın en popüler romanlarından biri olan Oil (Petrol), ilk basımının üzerinden yaklaşık yüz yıl geçmesine rağmen hala adından söz ettirebilen bir klasik. 2007'de Paul Thomas Anderson'ın, romanı beyazperdeye uyarlamasıyla sinema da bir modern klasiğe kavuşmuştu. Edebiyattan Sinemaya yazı dizimin bu bölümünde Anderson'ın bu sıra dışı uyarlamasını inceleyeceğim.

Hikayeyi baştan kuruyor

Sinclair, petrol baronu olma yolunda emin adımlarla ilerleyen baba ve oğulun hikayesini, bu işte mesafe katettikleri bir noktadan başlatıyor. Yeni petrol sahaları arayışlarını ve yükselmelerini okuyoruz. Zamanda düzenli atlamalarla ana karakterimiz Bunny'nin büyümesini, babasıyla fikir ayrılıklarına düşmesini ve işçi dostu idealist bir gence dönüşümünü takip ediyoruz. Anderson'ın, romanı uyarlamaya karar verdiğinde kafasında oluşan tablo çok farklıymış. Öncelikle hikayenin dörtte üçünü çöpe atmış. Serbest bir uyarlamaya girişmiş. Radikal kararlar almış. Bunların başında da romanın ana karakterini değiştirmek var. Sinclair, romanı babanın değil oğulun üzerine kurmuştu. Anderson'ın bunu tersine çevirerek işe başladığını görüyoruz. Öyle ki, filmde H.P. Plainview olarak bildiğimiz oğul karakterini ikinci plana atmakla yetinmemiş, onu devre dışı bırakmak için sanki çareler aramış. Mesela Anderson, romanda bir cümle ile geçiştirilen sahtekar kardeş mevzusunu alıp, detaylıca işlemiş ve filmde geniş bir zaman tanımış bu karaktere. Eli'ın kardeşi Paul romanın en önemli karakterlerinden biriyken, filmde varlığı-yokluğu belli değil. Dolayısıyla şöyle diyebiliriz: Anderson kendi hikayesine hizmet edeceğini düşündüğü detayları cımbızlayarak alıp değiştirmiş. Romanda bir karakterin başına gelen bir olayı, başka bir karaktere yazmış. Filmde Daniel Plainview ile Eli arasında karşıtlıklarından doğan ve yükselen bir gerilim var. Üçüncü Vahiy Kilisesi önemli bir yer tutuyor. Romana baktığımızda Eli'ı sahte peygamberliğe itenin Plainview olduğunu görüyoruz. Eli'ın inançlı babasını kandırabilmek, topraklarını alabilmek için uydurduğu "Gerçek Söz" adını verdiği zırvalar, Eli'a fikir veriyor ve o da popüler bir dini figüre dönüşüyordu. Anderson, hikayeyi Daniel Plainview'ın yükseliş hikayesi olarak anlatmak istediği için Eli'ı, Plainview'ın başarı basamaklarını tırmanırken karşısına çıkan bir engel olarak düşünmüş. Şartlar ne kadar zor olursa başarı da o kadar kıymetli olur. Filmde de bu fikir fazlasıyla çalışmış.

Bir yükseliş hikayesine evriliş

Anderson, Sinclair'ın kitabındaki potansiyeli görmüş. Kendi girişimleri ve kurnazlığıyla sondaj alanlarını genişleten, zenginliğine zenginlik katan bir petrolcü ve oğlunun hikayesini takip ederiz romanda. Ana karakterimiz Bunny büyüdükçe, petrol ikinci planda kalır. Bu da romanın yarısına tekabül ediyor. Anderson'ın romanın büyük kısmını kullanmama sebebi, hikayenin sadece petrol ayağıyla ilgilenmesi ve petrol avcılığı üzerinden bir başarı hikayesi çekmek istemesi diyebiliriz. Petrol aramak ve sondaj yapmak baktığımızda oldukça sinematik duruyor, Anderson da bunun farkında. Petrole bulanmış karakterlerin, petrol kuyularının ve kulelerinin, kuledeki yangının görsel karşılığını bulmak, geniş plan çekimlerle hikayenin beyazperde eşsiz bir sinematografiyle canlanmasını istemiş. Denklemi bir petrolcünün yükseliş hikayesi olarak kurmuş ve romanda Sinclair'ın başladığı noktadan çok daha öncesine giderek başlatmış filmini. 1898'de Plainview petrol ararken açılıyor film. Romanın yaklaşık on beş yıl kadar öncesindeyiz. Buradaki amaç Plainview'ın sıfırdan başladığını göstermek. Romandaki zaman atlamalarını Anderson da tercih etmiş. Elbette kitaptan ayrılıp kendi zaman çizelgesine göre hareket etmiş.

Bir karakter yaratmak

Filmde Daniel Plainview ve H. P. Plainview olarak bildiğimiz karakterlerin adları romanda farklıdır. Uyarlamalarda karakterlerin adlarının değiştirilmemesi, yazılı olmayan bir altın kuraldır. Anderson'ın değişikliğe gitme sebebi, karakterlerin karakter özelliklerini değiştirip onları adeta baştan yaratması diyebiliriz. Romandaki baba, oğlunu sever, onun iyiliğini düşünür. Şirketinin ortağı olarak görür ve kendisi gibi bir petrolcü olmasını arzular. Kurnazdır, çıkarlarına göre hareket eder ama kötü biri olduğunu düşünmeyiz pek. Anderson'ın yarattığı karakter ise para ve çıkarları için her şeyi göze alabileceğini gösterir. Filmin son kısmında öğreniriz ki, oğlu aslında oğlu bile değildir. Toprak sahiplerine şirin görünebilmek için evlat edindiği bir çocuktur sadece. İşlerinin sekteye uğramaması için inanmadığı bir dine mensupmuş gibi davranabilir, vaftiz olabilir. Özetle ahlaksızlığın kitabını yazmıştır. Romandaki J. Arnold Rose adlı baba karakteri, kapitalizmin acımasız dünyası için fazla iyi ve biraz kırılgan kalırken, Daniel Plainview, bileği bükülmez, yıkılmaz bir adam olarak çiziliyor. Ait olduğu dünyaya tam bir uyum içinde. Elbette Daniel-Day Lewis'in personasının, oyun gücünün karaktere kattıklarını da unutmamak gerekiyor. Anderson ana karakteri üzerinden hırsın, açgözlülüğün insanı nasıl yalnızlaştırdığını, nasıl mahvettiğini anlatıyor. Bunu da 1927'ye atladığımız filmin son bölümünden anlayabiliyoruz.

Sonuç

Sinclair'ın klasiği petrol endüstrisi hakkında okurunu bilgi bombardımanına tutuyor ve kitap bir noktadan sonra sosyalizm-komünizm tartışmaları arasında okuru boğabiliyor. 1920'lerin Amerika'sında yaşanan kaosun genel bir çerçevesini çiziyor. Romandaki olayların ardı arkası kesilmediği için sadık bir uyarlamasının yapılabilmesi neredeyse imkansız görünüyor. Anderson'ı kitabın kabaca ilk 150 sayfasını uyarlamaya iten sebeplerden biri de budur. O kaosun içinde kaybolmak istememiş. Hikayeyi bir karakter çalışmasına çevirmiş ve o karakterlerin kötücül ruhlarıyla ilgilenmiş daha çok. Kendi doğrularının ve hayallerinin peşinden koşarak, benzersiz bir roman uyarlamasıyla günümüzün modern klasiklerinden birini yaratabilmiş. Roman kendi dünyasında bir klasikken, o metinden yola çıkıp onu aşabilen bir film yapabilmek Paul Thomas Anderson'ın vizyonun açık bir göstergesidir.

3 Aralık 2024

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #74 Until the End of the World

Wim Wenders'ın 1991 yılında hayata geçirdiği projesi Until the end of the World (Dünyanın Sonuna Kadar), bir bilimkurgu filmi olması hasebiyle yönetmenin filmografisinde ayrıksı bir noktada duruyor. Zaman olarak Milenyumu seçen bu yakın gelecek bilimkurgusu temelde bir baba-oğul ilişkisi üzerine kurulmuştur ve büyük bir kısmı yol filmi biçiminde devam eder. Max von Sydow, Sam Neil, Jeanne Moreau ve William Hurt gibi iyi ve popüler oyunculardan kurulu kadrosuna rağmen, vizyona girdiğinde pek beğenilmedi ve ticari bir fiyasko olarak sinema tarihindeki yerini aldı. Bunun temel sebebi elbette stüdyonun 2.5 saatlik kurguda ısrar etmesi ve filmi büyük anlam kaybına sebep olan bir kurguyla gösterime sokmasıydı. Wenders'ın beş saate yakın süren yönetmenin kurgusu ortaya çıktığında ise Until the End of the World'ün değeri anlaşılmaya başladı.

Hindistan'a ait bir nükleer uydunun kontrolden çıktığı ve henüz bilinmeyen yörüngesi sebebiyle dünyayı tehdit ettiği, uydunun yörüngesi bozuldukça siyasi, sosyal ve ekonomik çöküşlerin baş gösterdiği bir yakın gelecekteyiz. Bahsettiğimiz tehdit aslında hikayenin arka fonunu oluşturuyor. Sam ve Claire adlı karakterlerimizin, görsel deneyimleri kaydedebilen ve rüyaları görselleştirebilen bir cihazın da dahil olduğu bir komplo ekseninde dünyanın dört bir yanında takip edilmeleri Until the End of the World'ün ana hikayesini oluşturuyor diyebiliriz.

Wenders filmini iki ana bölüme ayırmış. Daha uzun olan ilk kısım, ana karakterlerimizin sürekli kaçmak zorunda kaldıkları bir yol filmi şeklinde tasarlanmış. (Yol filmleri zaten Wenders'ın kariyerinde hep önemli bir yer tutmuştur.) İkinci kısım karakterlerimizin Avustralya'nın ıssız topraklarında bir bölgeye ulaşmalarıyla başlıyor. Sam'in anne-babasını ve onlarla çalışan bir grup insanı, burada bir yeraltı sığınağında bir dizi yüksek teknolojili televizyonun da yardımıyla kör karısının görmesini sağlamaya çalıştığı bir yeraltı laboratuvarında buluyoruz. Sam'in kıtaları aşan yolculuğunun sebeplerini ve filmin nihai hedefini anlayabiliyoruz artık. Until the End of the World'ün ülke ülke gezdiğimiz maceralı ilk kısmından sonra, karakterlerimizin izole edilmiş bir toplulukla birlikte endişe ve belirsizliğin hakim olduğu, karakterlerin birbirine dokunduğu bir drama\bilimkurguya açılıyor film. Wenders, bilimkurgu sinemasının çok az el attığı bir alana yönelmiş. Rüyalarımızın görselleştirilmesini sağlayan teknoloji ve bunun insan psikolojisi üzerindeki etkisi filmin incelediği hususlardan biri.

Genel olarak izlerken pek bilimkurgu hissiyatı vermeyen filmlerden biri Until the End of the World. Tanımlaması ve anlatması zor bir film. Ama özümsediğinizde kıymeti de gözünüzde o kadar artıyor ki... Wenders'ın bu cesur girişimini takdir etmek gerekiyor. 90'lı yılların kenarda köşede kalmış bu nadide filmini mutlaka görmenizi tavsiye ediyorum. Tercihiniz yönetmenin kurgusundan yana olsun derim.