Bir sinefil ya da öz türkçesiyle
sinema sevdalısı olarak hepimizin rüyası bir gün bir film çekmektir. Bunun
rüyasıyla yaşar, hatta bununla yatıp kalkarız. Hepimizin kendimize göre bir
film çekememe ya da rüyayı gerçekleştirememe hikayesi hatta daha ileri gidersek;
filmi nasıl çekeceğimizi bile dramatize ettiğimizi söyleyebiliriz. Bunlar kimi
zaman kişisel kimi zaman hayranlık uyandırıcı hikayelerdir. Gözümün Nuru gibi
hem kişisel hem de hayranlık uyandırıcı olanı nadide bulunan hikayelerdendir.
Bu kişisel hikayede evrensel olan belki de filme çekilebilmiş olmasından değil
de o sancılı ve umutsuz süreci eğlenceli bir şekilde aktarabiliyor olmasından
kaynaklanıyor.
Burç Karabulut Yazdı
Fransa’da sinema okumak üzere
yola çıkan Melik’in sinema sevdası onu küçüklüğünden beri takip etmektedir.
Öyle ki çocukluk fotoğrafları ve yer yer kadraja giren kısa videolar vizörü
kaplıyorlar. Nerdeyse sinemayla kaderlerinin bir olduğuna inanan Melik,
ailesinde oluşan kronik göz hastalığıyla baş etmeye çabalamasıyla sinema
rüyasını gerçekleştirme arasında gidip gelen ruh halini bize yansıtır. Sağ gözü
tamamen kör olan, sol gözü ise medikal olarak net görmeyen Melik, yine sinema
sevdasının peşinden Lyon’a kadar gider.
Lyon seferinin belki de en önemli noktası; Lumiere kardeşlerin sinematograf’ı icat ederek, bilinen ilk filmi çektiği yeri görmek için Lumiere müzesine gider. Sinematograf icatının hafifliği, Edison kinestoskopunun tek kişilik sinemasının aksine Lumiereler görüntüyü bir salon dolusu insana gösterecek bir hale getirerek öncü rol oynamışlardır. Filme dönersek, film aşkı sınır tanımayan Melik, kendi deyişiyle ‘ışık abileri’nin ”Fabrikadan Çıkan İşçiler”ini görür. İşçilerin fabrikayı terk ettiği an tekrar gözümüzde vuku bulurken, gözlerini yitirecek biri için haliyle en değerli hazine oluyor.
İstanbul’a döndüğünde göz
ameliyatı sırasında Melik’in elveda sinema demesi hem rüyalarını hem de sine
gözünü kaybetmesi anlamına geliyor. Bir sürü muayeneden sonra trajik bir
şekilde evinin yatak odasına hapsoluyor, birçok ilaç almak, pomat sürmek durumunda
kalıyor. Sine gözünü (kuramdan farklı olarak mecazi anlamda kullanıyorum)
çoktan kaybetmiş olan Melik, normal gözlerinden birini kurtarmaya çalışırken
sinema rüyalarını da ele geçiriyor. Surreal ve bir nevi distopik denebilecek bu
rüya görür. Başrol oyuncusu, yapımcıyla ve hatta bir eleştirmenle karşılaşıp
gözü olmadığı için hor görüldüğü sahne biraz da sinema sektörümüze atılan bir
taş gibi. Bağımsız film temelinde ele alırsak, yapımcı, eleştirmen ve başrol
oyuncularının acımasızlığını gerçek hayattakiyle birebir tutmamak elde
değildir. Risk almayan yapımcılar, televizyon ya da festival merkezli çalışan
başrol oyuncuları ve bunun sonucunda çıkan bağımsız film sayısına karşın her
filmi kıyasıya eleştirmek gibi bir görevi olan sektörün acımasızlığına da
gönderme yaptığını söyleyebiliriz.
Teknik olarak bakarsak;
Yeşilçam’daki sahnelerin filme olumlu etkisi yoktur ama bu filmde öyle bir etki
yaratıyor ister istemez, trajedi ve komediyle yüzleşmeniz ve o hissiyatı
yaşamanız gerekiyor. Normalde artık sinema seyircisinin yer yer gülümseyerek
baktığı bu sahnelerde bir nevi nostaljiye sürünmemek elde değildir. Kaç kişi
Cüneyt Arkın’ı, Filiz Akın’ı ya da daha benzeri onlarca jön ve jöndamın klasik
trajedi repliği olan “göremiyorum”una hafif bir tebessümle bakmamıştır.
Melik’in durumuna gelince; kendisinin bu olaya traji-komik hatta ironik
yaklaşması sebebiyle filme önemli anlamda katkı yapıyor. Kendi yaşadığı
deneyimin hissiyatını paylaşırken de kendi talihsiz macerasına espriyle bakıyor
yönetmen Melik. Melik’in ailesini oynatması gerçekçilik havası katmış.
Komşuların ziyarete geldikleri sahnede Melik’in içerden duyduğu sesler,
gülüşmeler ve kendini birçok kere tekrara veren konuşmalar Melik’in iç sesiyle
de birleşince film daha da güçlenmiş. Gerçekçilik payı hedeflenerek
oluşturulduğunu düşündüğüm bu sahneler, iyi bir montajla da seyirciyi de o
kasvetli atmosfere sokuyor. Gözümün Nuru, göz sahneleriyle izlenmesi zaman
zaman zorlasa da her zaman göremeyeceğimiz evrensel yönü de bulunan kişisel bir
hikayedir. Gözünü kaybeden bir yönetmenin filmi çekme ya da daha doğru bir
deyişle sinemayla kurduğu ilişki tanıdık, sıcacık, yer yer zorlayıcı bir
temelde seyretse de Gözümün Nuru kendine bir dil bulabilmiştir. Adana Koza’da
ödül almasına hiç şaşırmadığım film, amatör yanlarına karşın derdini sonuna
kadar anlatabilmiş ve iyi bir seyirlik olarak iyi filmler kategorisinde yerini
almıştır.