28 Eylül 2013

İlk İzlenim: "Ender's Game"


Oscar Scott Card'ın 1985'de yazdığı bilimkurgu romanı Ender's Game, kısa zamanda popüler bir esere dönüşmüş ancak, potansiyeli yüksek romanın hakkını verebilecek bir film için uygun ortamın oluşması beklenmiş. Büyük bütçeli filmin yönetmenliğini Tsotsi, Rendition ve X-Men Origins: Wolverine gibi ortalama filmleriyle tanıdığımız Gavin Hood üstlenirken, ona Harrison Ford, Ben Kingsley ve Viola Davis gibi usta oyuncular ve tanınmamış genç isimlerden oluşturulan bir kadro eşlik etmekte.

Hikaye aşağı yukarı şöyle: Çok da uzak olmayan bir gelecekte, Dünya bir uzaylı istilasına uğrar. Gezegeni kaybetmemek için büyük bir savaş veren insanlık, "International Force" adını verdikleri bir birlik kurar. Özel yetenekleri olan Ender adlı bir çocuk da bu savaşa öncülük etmesi için eğitilecektir. 

Ender's Game'in yayınlanan ilk fragmanına baktığımızda ilk akla gelen geçtiğimiz yılın hit olmayı başarmış bilimkurgusu The Hunger Games oluyor. Uzaylı istilası omurgası üzerinde yükselen ve tamamen farklı bir koldan beslense de kıyafet tasarımları ve yetenekli çocukları öne çıkarmasıyla iki film arasında bir benzerlik kurmak mümkün. Aslında Ender's Game'in büyük bir prodüksiyon olarak sinemaya uyarlanmasındaki ana motivasyonun The Hunger Games'in gişe başarısı olduğunu söyleyebiliriz. Hollywood bunu hep yapıyor. Twillight'ın inanılmaz başarısı sonrasında Warm Bodies'ı çeken de onlar. Burada da aynı mantıkla hareket ediyorlar. Ender's Game'e dönersek, filmin dünyada ve uzayda geçen bölümleri ve savaş sahneleriyle olumlu bir izlenim bıraktığını ancak üstün bir bilimkurgu değil de iyi seyirlik bilimkurgulardan olacağını öngörebiliriz.

Ender's Game, Amerika'da 1 Kasım'da vizyona girecek. Bizde de Kasım ayı içerisinde gösterime girmesi bekleniyor.



25 Eylül 2013

Zombi Evriminde Son Basamak: "World War Z"


Korku ve bilim kurgu edebiyatı, Hollywood'un büyük prodüksiyon açığını kapatadursun tür sinemasını da beslemeye devam ediyor. Max Brooks'un "World War Z: An Oral History of the Zombie" adlı post apokalipik romanından uyarlanan World War Z, 2013 yazının hit filmlerinden birine dönüşmekte pek zorlanmadı. Monster Ball, Finding Neverland ve Stranger Than Fiction gibi başarılı filmleriyle yeni kuşağın iyi yönetmenleri arasına koyabileceğimiz Marc Foster, son iki işi Quantum of Solace ve World War Z ile aksiyona ve büyük bütçeli yapımlara meyletti. Ne var ki, Foster için çok da hayırlı olmamış bu durum.

Son 10 yılda zombi filmlerinin geçirdiği değişimde en dikkat çekici husus, ağır aksak ilerleyen zombilerden koşan zombilere geçilmesiydi. Zira, korku nesnesi zombiler korkutmaktan çok uzaktaydı artık. Hollywood da bunun farkında ki yeni arayışlara girdi. Gelinen noktaya baktığımızda bilimkurgusal yanı ağır basan örneklerden, türün parodisini yapan komedilere ve hatta romantik zombilere kadar türlü atraksiyonun denendiği bir döneme girdik. Sözün özü, korku sinemasının önemli alt türlerinden zombi filmleri, Hollywood'un zombilerin eğlenceli olduğunu keşfetmesiyle türsel anlamda bir evrim geçirdi. Bu evrimin son aşamasının adı da Word War Z oldu.


World War Z, hızlı zombi furyasının son örneği evet ama burada diğer örneklerden hemen ayrılan bir film var karşımızda. Zombilerin hızlı hareket etmelerindeki görünmeyen neden, zombilerden çok zombi filmlerinin geçirdiği evrim süreciyle ilgili kanımca. Korku nesnesi zombilerin farklı türlere transfer edilme süreci olarak da adlandırabileceğimiz evrim, World War Z'nin felaket filmi omurgasını istila filmi ve savaş filmi gibi birbiriyle uzak veya yakın akraba olan türlerle kaynaştırıp aksiyon sineması anlatısıyla servis etmesinden ileri geliyor. Yani hızlı zombiler işlevsel bir kullanım alanı buluyor bu şekilde. Bu hikaye ve anlatı Romero'nun ağır zombilerini kaldırmazdı, bunu da dile getirmek lazım.

Sözünü ettiğimiz evrimde madalyonun öteki yüzüne de bakmak gerekir. Zombiler farklı türlerde kendisine yaşam alanı bulurken, zombi algısında da ciddi değişimler var son dönemde. 28 Days Later ve I'am Legend başta olmak üzere yeni algının salgın filmi olduğunu söyleyelim. World War Z'de gözümüze gözümüze sokulan zombi ordusuna rağmen yetkililerin ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki yaklaşım hep salgın üzerine. Hatta salgının önünü kesmek için tıbbi bir çaba sarfedildiğini görüyoruz. Salgın doğru bir tanım şüphesiz, ancak zombilerin katettiği mesafe ilerisi için yeni tanımları zorunlu kılabilir.

Zombilerden bir blockbuster filmi çıkarmak için doğru adımlar atılmış. Gişede kazanılan zafer bunu ispatlıyor, fakat pek çok blockbuster'ın düştüğü tuzaklara yakalanmaktan kurtulamayan zombi aksiyonu World War Z, unutulmayacak ancak çok da iyi hatırlanmayacaktır.


Mutlu bir aile tablosuyla açılan film, vakit kaybetmeden mevzuya damardan giriyor. İstilanın başlangıcı hayli görkemli bir sekansla verilirken, nasıl bir düşmanla karşıya olduğunu bilmeyen karakterlerimizden Gerry'nin bir yandan kaçış yolu ararken öte yandan da ısırılan bir vatandaşın zombiye dönüşümünü izlemesi çarpıcı küçük anlar barındırıyor. World War Z ilerledikçe, felaket filmi ve istila filmlerinin klişeleriyle yüzleşiyoruz. Spielberg'in Dünyalar Savaşı'nda merkeze bir aileyi yerleştirmesi ve sıradan bir amerikan vatandaşının dünyayı kurtarmaya soyunması, ufak tefek değişikliklerle tekrarlanıyor. 

Zombiler hızlı olarak nitelendirdiklerimizden çok daha hızlı olduğundan ve birlikte hareket ettiklerinden -Foster'ın dinamik anlatımıyla da birleşince- heyecan katsayısı yüksek bir film çıkmış ortaya. İlk bir saati geride bırakırken, filmin ikinci yarısından daha fazlasını bekliyoruz. Ama nafile.. Ortadoğu'daki geçen kısım, uçak sekansı ve son bölüm akılda kalıcı olmakla birlikte zayıf kalan final, tatminsizlik yaratıyor açıkçası. Sonlara doğru olayı çözüme kavuşturacak fikir üzerine giderken, Foster'ın, Romero'nun Day of the Dead'ine de saygı duruşunda bulunduğunu görüyoruz. Film aslında, askeri yönüyle Day of the Dead'i akla getiriyor.

Son söz: Sırtını büyük oranda görsel efektlere yaslayan, hikayesini ve karakterleri derinleştirmek gibi bir derdi olmayan World War Z, zombi külliyatı üzerine küçük bir tuğla koymakla yetiniyor. 6.5/10

21 Eylül 2013

Bilimkurgu Edebiyatından Sinemaya: En İyi 10 Uyarlama


Bugün bilimkurgu sinemasında köşe taşı olarak adlandırabileceğimiz filmlerin tabanında; Jules Verne, H.G Wells, Arthur C. Clarke ve Phillip K. Dick gibi büyük yazarların ve dolayısıyla da bilimkurgu edebiyatının yattığını söyleyebiliriz. 19. yüzyılda emeklemeye başlayan bilimkurgu edebiyatı, sinemanın sahne almasıyla 20. yüzyılın başında ilk buluşmasını gerçekleştirdi. Georges Melies’in Jules Verne’in ‘Dünya’dan Aya’ ve H.G. Wells’in ‘Ay’daki ilk İnsanlar’ adlı romanlarından yaptığı uyarlama ‘Aya Seyahat’, bilimkurgu sineması için bir milattır. Kısa sürede bilimkurgu edebiyatı, bilimkurgu sinemasını besleyen başlıca kaynak konumuna gelirken, hayal gücü ve fantazyaların görselleşmesi de bilimkurgusal hikaye, öykü ve romanlara duyulan ilgiyi artırmıştır. Edebiyat sinemayı, sinema da edebiyatı beslemiştir diyebiliriz. 1902’de Aya Seyahat’le başlayan ve bugün Cloud Atlas gibi filmlere uzanan bir yolculuk bu. Şimdi gelin bilimkurgu edebiyatı-sinema birlikteliğinin en iyi örneklerine bakalım.

Not: Bu dosyayı Klaket Aktüel Dergisi için hazırlamıştım

10 - Minority Report


Phillip K. Dick’in 1956’da yayımlanan öyküsü Minority Report aynı adla Steven Spielberg’in yönetmenliğinde sinemaya aktarıldı. Hikaye, 2054’de suçluların suçu işlemeden tespit edilip cezalandırıldığı yakın bir gelecekte vuku bulmaktadır.  Birimin başındaki isim John Anderton bir sonraki suçlunun kendisi olduğunu öğrendiğinde kaçacak ve olayı aydınlatmaya çalışacaktır.  Spielberg, önce refah içinde yaşayan bir toplum resmi çizerken, ana karakterimizin Richard Kimblevari bir kaçağa dönüşmesiyle kamerasını şehrin kokuşmuş kısımlarında gezdiriyor. İnsanın kendi kaderini belirleyip belirleyemeyeceği sorunsalını bir future-noir hikayesinde irdeleyen, mavimtrak atmosferiyle Blade Runner, Dark City gibi klasiklerin izinden giden Minority Report, uyarlandığı hikayenin üzerine koyan bir film.

9-  Frankenstein


Bilimkurgu edebiyatının öncü örneklerinden olan Mary Shelley’nin Frankenstein’ı ilk bakışta bir korku ürünü olarak algılansa da özü itibariyle bilimkurgudur.  50’li ve 60’lı yıllarda sıkça karşımıza çıkan çılgın bilim adamının kaosa sebep olduğu hikayeler varlığını Frankenstein’a borçlu. 1931 tarihli ilk uyarlama bugüne dek yapılmış sayısız Frankenstein filmi arasında halen erişilmez bir noktadır. Romandaki Tanrıya baş kaldırma, kendini ona eş değer görme vb. alt metinler Frankenstein’ın daima bir canavar filmi yaklaşımıyla ele alınması nedeniyle layıkıyla yansıtılamamıştır. James Whale’in bu ilk filmi gotik mimariyi görselleştirme, korku ve bilimkurgusal öğeleri minimal ama etkili kullanma ve Boris Karloff’un unutulmaz Frankenstin’in canavarı yorumu gibi artılarıyla hep iyi anımsanacak.

8- Total Recall


Yine bir Phillip K. Dick uyarlaması. Filme kaynaklık eden kısa hikaye ‘We can remember ıt for you wholesale’  Paul Verhoven’ın ellerinde vücut buluyor. Mars’a dair rüyalar gören Douglas Quaid, insanları Mars’a sanal tatile yollayan Rekall adlı şirkete başvurur ve bu yolculuk gerçek kimliğinin ortaya çıkmasına neden olur. Total Recall, 80’lerde bir kimlik kazanmaya başlayan bilimkurgu aksiyonların 90’lı yıllardaki ilk temsili olurken janrın 90’lı yıllarda sıkça kullanacağı ‘Sanal gerçeklik’ konusun değiniyor ve Verhoven’ın türe bakışı doğrultusunda gücünü görsel efektlerinden, atmosferinden, başarılı makyaj çalışmasından ve Arnold Schwarzenegger’in o dönemki popülaritesinden alıyor.

7- The Thing


John W. Campbell’ın ‘Who Goes There?’ adlı hikayesinin bu ikinci uyarlaması, korkunun efendisi John Carpenter’ın altın dönemine yani 80’li yıllara denk düşüyor. Şekil değiştirebilen, uzaylı bir yaratığın Antarika’da bir bilimsel araştırma istasyonuna musallat olmasıyla gelişen hikaye, temel aldığı romana sadık kalmaktansa onu dönemine daha uygun ve seyirci için de daha cazip hale getiriyor. Öncülü Alien’la aynı formülü kullanan, ani korkutma hilelerinden ziyade gücünü yarattığı klostrofobi ve paranoyadan alan bir bilimkurgu\korku filmi The Thing. Karlarla kaplı, uçsuz bucaksız ve tekinsiz atmosferi, yaratıcı görsel efektleri ve en önemlisi Carpenter dokunuşuyla bir klasiğe dönüşüyor.

6- Solaris


Stanıslaw Lem’in klasiği Solaris, Andrey Tarkovski’nin yönetmenliğinde 60’lı yılların sonunda janrın geçirdiği değişimin ilk yansımalarından biri olarak çıktı karşımıza. Tarkovski, romanı kendi sinemasına uyum sağlayacak şekilde yoğurdu. Solaris gezegenindeki uzay üssünde Dr. Calvin’in iç dünyasına bakmayı deneyen Tarkovski, bu ana karakterden yola çıkarak İnsanlığın varoluşu, gezendeki yeri gibi felsefik sorgulamalara girişip canlı bir organizma olduğu varsayılan Solaris gezeni ve bu gezegenin uzay üssünde yaşattığı metafiziksel oluşlarla bir bilim insanının içine düştüğü çelişkiye odaklanıyor. Sonuç olarak Solaris 70’ler bilim kurgusunun nadide örneklerinden biri olup çıkıyor.

5- Dr. Strangelove or: How I Learned to stop Worrying and Love the Bomb?


Stanley Kubrick’in Peter George’un Red Alert romanını alıp ona yeni bir hüviyet kazandırma çabası, bir klasiğin doğuşu anlamına geliyor. Soğuk savaş paranoyasının 50 ve 60’lar bilim kurgusunu esir aldığı dönemin göbeğinde aklını kaçıran bir subayın, kıyameti getirebilecek nitelikte bir bombayı ateşlemesi sonrasında yaşananları bir güldürü havasında işlemek tam da Kubrick’ten beklenebilecek zekice bir hamleydi. Film, insanoğlu kaderini teknolojinin ellerine bıraksa da insan faktörünü devre dışı bırakamaz söylemiyle kötücül bir sona ulaşıyor. Üç farklı karaktere can veren Peter Seller’ın kompozisyonu ise bu kara mizah başyapıtının en leziz ayağını oluşturuyor.

4- Planet of the Apes


Çok uzak bir gelecekte, maymunların hüküm sürdüğü bir dünya tablosu çizen Pierre Boulle fantezisi ‘Le Planete des singes’, 1968’de Franklin J. Schaffner yönetmenliğinde yolu sinemayla kesişen romanlar kervanına katılıyor ve gişe başarısıyla türün makus talihini değiştiren, yeni uyarlamaların önünü açan filmlerin başını çekiyor. Schaffner’ın filmi evrim teorisini ters-yüz edip kendi gerçekliğini yaratmasını bilmiştir. Bizdeki adıyla Maymunlar Cehennemi; hikayenin düşünsel alt yapısını yansıtabilmesi, sinematografisi, dönemi için başarılı makyaj çalışması ve etkisinden bir şey kaybetmeyen sürpriz finaliyle bir post-apokaliptik bilimkurgu başyapıtı.

3- A Clocwork Orange


İnliltere’de yasaklanan Anthony Burgess romanı A Clockwork Orange, Stanley Kubrick için biçilmiş bir kaftandı. Film, çetesiyle insanlara şiddet uygulayan Alex’in, bunun sonucunda hapse atılması, yeni geliştirilen ve deneme aşamasında olan bir tedavi yöntemi için gönüllü olup iyileşmesi, toplum arasına karışması ve artık şiddet uygulayan değil, şiddete maruz kalan bir bireye dönüşümünü anlatır. Kısaca insanın karanlık tarafına bakan, iyi-kötü algısına ve bireysel şiddetin önüne geçmenin çözümsüzlüğüne kadar pek çok noktaya değinen, sözünü sakınmayan cesur bir film A Clockwork Orange. Burgess’ın bol katmanlı hikayesine Kubrick yorumu ve onun eşsiz sinema dili de eklenince ortaya sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri çıkıyor. Hikayenin yakın gelecekte geçiyor oluşu ve Kubrick’in görsel tercihleri filme tam bir bilimkurgu gözüyle bakılamamasına sebep olduğunu da ekleyelim.

2- Blade Runner


Phillip K. Dick’ten yapılmış en başarılı uyarlama Blade Runner, uyarlanan roman ise ‘Do Androids Dreams of Electric Sheep’dir. 2019’un Los Angeles’ında kolonilerinden kaçan 6 android ve bu androidleri yakalama göreviyle peşlerine düşen eski polis Deckard’ın hikayesi, türe hakim bir isim olan Ridley Scott’ın yönetmenliğinde; makine-insan, yaratıcıyla buluşma ve varoluş gibi temalar etrafında  gidip gelen  bir Future Noir’e dönüşüyor. Geleceğin dünyasında geçen bir dedektiflik öyküsünde hayatın anlamı üzerine kelam eden, bunu da kusursuz bir görsellikle bütünleyen Blade Runner 80’lerde gün yüzüne çıkan ve Siberpunk denilen bir alt türün ilk ve en önemli temsilcilerindendir. Peşi sıra çekilecek bilimkurguların çoğunu derinden etkilemeyi başarmış distopik bir başyapıt.

1-  2001: A Space Odyssey


Stanley Kubrick, Arthur C. Clarke’ın ‘The Sentinel’ adlı kısa hikayesindeki ışığı görmüş ve yazarla kafa kafaya verip destansı bir bilimkurgu şaheseri yaratmıştır. İnsanın doğuşundan uzay çağına ve sonsuzluğun ötesine uzanan filmde Kubrick, üç parçalı bir anlatı yeğliyor. Maymundan mekanikleşen insana oradan da yeni bir insan formuna evrilen türümüz ve tasavvur edemediğimiz bir bilgelik masaya yatırılıyor. Kubrick’in zamanını aşan filmi, janrı ayağa kaldırmakla kalmıyor düşünsel bilim kurgu çağını da müjdeliyor. 2001: A Space Odyssey; sırrına vakıf olamadığımız, görsel, işitsel, metafiziksel bir deneyim yaşatıyor ve Kubrick’in mükemmelliğe erişen yönetmenliğiyle devleşip bilim kurgu sinemasının zirvesine oturuyor.

19 Eylül 2013

Filmekimi'nde Neler Var?

The Broken Circle Breakdown / Felix Van Groeningen


İlk kez şubat ayında Berlin Film Festivali'nin Panorama bölümünde izleyici karşısına çıkan bu baştan sona tutku ve müzik dolu dram, 2010'da İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale'yi kazanan Çölde Kutup Ayısı filminin de yönetmeni olan Felix van Groeningen tarafından aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanmış. Filmin kahramanları Elise ve Didier: Elise inançlı bir dövmecidir, ateist bir romantik olan Didier de bir bluegrass grubuyla kovboy kılığında banjo çalar. Birbirlerine tutku ve derin bir sevgiyle bağlı olan çiftin küçük kızları Maybelle ölümcül bir hastalığa yakalanınca hem aşklarını hem ilişkilerini sorgulamak zorunda kalırlar. The Broken Circle Breakdown, Tribeca Film Festivali'nde En İyi Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerine layık görüldü. 

Blue Is The Warmest Colour / La Vie d'Adèle  / Abdellatif Kechiche


Mavi renge bambaşka bir anlam yükleyen Abdellatif Kechiche'in son filmi, ilk kez gösterildiği Cannes Film Festivali'nde hem eleştirmenler hem de izleyiciler tarafından büyük ilgi görerek festivalin büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazandı. Başkanlığını Steven Spielberg'in yürüttüğü jüri, yönetmen Abdellatif Kechiche'le birlikte başrol oyuncuları Adele Exarchopoulos ile Lea Seydoux'yu da Altın Palmiye'ye layık gördü. Cinselliğe çekincesiz yaklaşımı ve gerçekçiliğiyle sansür ve sanat tartışmalarına yol açan Blue Is the Warmest Color, iki genç kızın yıllara yayılan birliktelikleri üzerinden yaşamı ve aşkı sorguluyor. Film, Julie Maroh’nun Le bleu est une couleur chaude adlı romanından sinemaya uyarlandı. Yönetmen Kechiche'in 2008'de Balıklı Bulgur, 2011'de ise Siyah Venüs adlı filmleri İstanbul Film Festivali'nde gösterilmişti.

Fruitvale Station / Ryan Coogler 


Rolling Stone dergisine göre prömiyerini yaptığı Sundance'in en iyi filmi olan Fruitvale Station, gerçek olaylardan esinleniyor. 2009 yılı yılbaşı sabahı polis tarafından vurulan Oscar Grant'in ölümü, sonraki günlerde ABD'de önce protestolara ardından da eylemlere yol açmıştı. Sundance'te hem Büyük Jüri Ödülü hem de İzleyici Ödülü kazanan film, Belirli Bir Bakış bölümünde gösterildiği Cannes Film Festivali'nde de Gelecek Ödülü kazandı. Trajik sonuyla Oscar Grant'in son gününü aktaran Fruitvale Station'ın yapımcılarından biri de ünlü oyuncu Forest Whitaker. 

Gloria / Sebastián Lelio


Berlin Film Festivali'nde başrol oyuncusu Paulina Garcia'ya En İyi Kadın Oyuncu dalında Gümüş Ayı kazandıran Gloria,  toplumun dayattığı kural ve baskıları hiçe sayarak kendi hayatını yaşamayı seçen 58 yaşında bir kadının aşk ve mutluluk arayışını anlatıyor. Yapımcılığını Oscar'a aday gösterilen No filminin yönetmeni Pablo Larrain'in yaptığı Gloria'nın yönetmeni Sebastian Lelio, Nisan ayındaki İstanbul Film Festival'inde Altın Lale Uluslararası Yarışma'nın jürisinde yer almıştı. 

Le Passé / The Past / Asghar Farhadi 


İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin geçen yıl Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ına layık görülen Bir Ayrılık filminin başarısını takip eden The Past, Mayıs ayında Cannes Film Festivali'nde ilk gösterimini gerçekleştirdi ve Artist filminden hatırladığımız Berenice Bejo'ya En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getirdi. Yine bir aileyi mercek altına alan film, Fransız eşi Marie'den boşanma işlemlerini tamamlamak üzere, dört yıllık bir ayrılığın ardından Tahran'dan Paris'e gelen Ahmet'i ve Marie ile yeni sevgilisi Samir'i izliyor. Asghar Farhadi'nin ülkesi dışında çektiği ilk film olan The Past, duygusal gerilimi eksik olmayan, sürükleyici diyaloglarıyla hem ilginç hem de çetrefil bir aile dramı. Filmde Berenice Bejo'ya Un Prophet / Yeraltı Peygamberi filminin başrolünde yıldızı parlayan Tahar Rahim eşlik ediyor. 

Ilo Ilo / Anthony Chen


Cannes Film Festivali'nde ödül kazanan ilk Singapur filmi olan Anthony Chen'in bu ilk uzun metrajlı çalışması, Lim ailesiyle yeni hizmetçileri Teresa arasındaki dokunaklı ilişkiyi mercek altına yatırıyor. 1997 yılında Asya kıtasını sarsan finansal krizin eşiğinde geçen filmin başkahramanı Teresa, Filipinli birçok kadın gibi daha iyi bir yaşam hayalinin peşinde Singapur'a gelmiştir. Başta yabancılık hissetse de Teresa, başta ailenin küçük oğlu olmak üzere tüm aile fertlerinin sevgisini kazanır. Screen Daily dergisinin "küçük bir mücevher" sözleriyle övdüğü Ilo Ilo, Cannes Film Festivali'nde en iyi ilk filme verilen Altın Kamera'yı kazandı.

Omar / Hany Abu-Assad


Geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilerek Jüri Ödülü kazanan Omar, Paradise Now / Vaat Edilen Cennet filmiyle dünya çapında ilgi toplayan Filistinli yönetmen Hany Abu-Assad'ın yeni filmi. İsrail işgali altındaki Batı Şeria'da geçen bu trajik aşk öyküsünün kahramanı Omar, sevgilisi Nadya'yla buluşmak üzere İsrail'in ördüğü duvarı aşar sürekli. Ne var ki, işgal altındaki bu bölgelerde yaşam aşkla savaşı birbirinden ayrı tutmaz. Yakalanan arkadaşları işkence görürken Omar da yaşamla sadakat arasında kalır, sonra kendi de gözaltına alınır. Fedakârlık, güven ve ihanet kavramlarını sorgulayan Omar, Nablus ve Nasıra kentlerinde, %95 oranında Filistin'den elde edilen finansal destekle çekilmiş. Yönetmeni Abu-Assad, filmini “siyasi diyaloglar hariç, Sydney Pollack'ın siyasi gerilim filmlerine bir saygı duruşu” olarak tanımlıyor.

Usta Yönetmenlerin Son Filmleri Filmekimi'nde

Only Lovers Left Alive / Jim Jarmusch


Cannes'da ilk gösterimini yapan Only Lovers Left Alive hem eleştirmenler hem de izleyiciler tarafından Dead Man / Ölü Adam'dan bu yana Jim Jarmusch'un çektiği en iyi film olarak harika övgüler aldı. Detroit ile Tanca şehirleri arasında ve sadece gece saatlerinde geçen filmini Jarmusch “gizli vampir bir aşk hikâyesi” olarak tanımlıyor. Jarmusch'tan beklendiği üzere fetişlerle dolu bu çağdaş romantik dram, yüzyıllardır birlikte olan Adem ve Havva adında bir vampir çifti izliyor. Filmin oyuncu kadrosu da en az öyküsü kadar ilgi çekici: Tilda Swinton, Tom Hiddleston, Mia Wasikowska, Anton Yelchin ve Jeffrey Wright'a John Hurt de eşlik ediyor. Jim Jarmusch'un bir önceki filmi The Limits of Control / Kontrolün Limitleri, 2009 İstanbul Film Festivali'nde gösterilmişti.

The Dance of Reality / La Danza de la Realidad / Alejandro Jodorowsky 


Bu film, 1970'lerde Fando ve Lis ile El Topo gibi metafizik tripleri pop art ve dini metaforlarla birleştirdiği filmleriyle yeraltı sanat dünyasının ve uluslararası karşı kültür hareketinin süperstarı olan Alejandro Jodorowsky'nin "derin geçmişi" üzerine bir zihin egzersizi. Jodorowsky'nin kendi sözleriyle "The Dance of Reality, benim otobiyografik romanımın bir uyarlaması, kendi sinemamın bir rönesansı.  Bana kalırsa bu film, zihinsel bir atom bombası gibi. Kendimi yeniden keşfetmek için çocukluğumun dibine iniyorum, büyüdüğüm yere geri dönüyorum." 23 yıllık bir aradan sonra sinemaya geri dönen yönetmenin bu son filmi, Jodorowsky'nin Dune'u adlı, Dune'u David Lynch'ten önce çekemeyişini anlattığı belgeseliyle birlikte ilk kez Cannes'da gösterildi. Jodorowsky'nin 1929'da doğduğu kasaba olan Tocopilla'da çekilen filmde Jodorowsky'nin üç oğlu da rol alıyor. 

Wara no tate / Shield of Straw / Takashi Miike


Bu film, 1970'lerde Fando ve Lis ile El Topo gibi metafizik tripleri pop art ve dini metaforlarla birleştirdiği filmleriyle yeraltı sanat dünyasının ve uluslararası karşı kültür hareketinin süperstarı olan Alejandro Jodorowsky'nin "derin geçmişi" üzerine bir zihin egzersizi. Jodorowsky'nin kendi sözleriyle "The Dance of Reality, benim otobiyografik romanımın bir uyarlaması, kendi sinemamın bir rönesansı.  Bana kalırsa bu film, zihinsel bir atom bombası gibi. Kendimi yeniden keşfetmek için çocukluğumun dibine iniyorum, büyüdüğüm yere geri dönüyorum." 23 yıllık bir aradan sonra sinemaya geri dönen yönetmenin bu son filmi, Jodorowsky'nin Dune'u adlı, Dune'u David Lynch'ten önce çekemeyişini anlattığı belgeseliyle birlikte ilk kez Cannes'da gösterildi. Jodorowsky'nin 1929'da doğduğu kasaba olan Tocopilla'da çekilen filmde Jodorowsky'nin üç oğlu da rol alıyor. 

The Look of Love / Michael Winterbottom


İlk gösterimi Sundance Film Festivali'nde yapılan The Look of Love'ın başrollerinde oyuncu, komedyen, yapımcı ve senarist Steve Coogan, Anna Friel, Stephen Fry ve Imogen Poots paylaşıyor. Filmin başkahramanı ise Paul Raymond, yetişkin eğlence sektörüne yatırım yaparak İngiltere'nin en zengin insanı olan bir girişimci. Winterbottom, erotik dergiler ve striptiz kulüpleri sayesinde “porno kralı” olduktan sonra bir de emlak kralı olarak servetine servet katan Paul Raymond'un hayatını yola çıktığı 1950'lerden 1980'lere değin izliyor. Güney Afrika'nın Durban kentinde sansür kurbanı olarak festival gösterimi iptal edilen filmde Raymond'u canlandıran Coogan ve yönetmen Winterbottom daha önce yine bir biyografi olan 24 Hour Party People filminde birlikte çalışmışlardı. Winterbottom'un bir önceki filmi Trishna, 2012 yılında İstanbul Film Festivali'nde gösterilmişti. 

 Jeune & Jolie / Young & Beutiful / François Ozon


En son İstanbul Film Festivali'nde ve ardından vizyonda izlediğimiz Evde ile formunu hiç kaybetmediğine tanık olduğumuz François Ozon, Mayıs ayında Cannes Film Festivali'nde prömiyerini gerçekleştiren Young & Beautiful ile Altın Palmiye için yarıştı. “4 mevsim ve 4 şarkı boyunca 17 yaşındaki bir kızın çağdaş portresi” olarak tanımladığı son filminde Ozon, Buñuel'in meşhur Gündüz Güzeli filmini çağrıştıran bir öyküyü ele alıyor ve cinsel uyanışını bir fahişe olarak yaşamayı tercih eden bir genç kızın bir yıllık değişim sürecini mercek altına alıyor.  

 3x3D / Jean-Luc Godard, Peter Greenaway, Edgar Pêra


Avrupa'nın en tanınmış üç yönetmeninden üç boyutlu üç film; üçü de 2012 yılının Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen, 2000 yıllık bir tarihi olan Portekiz'in Guimarães'te geçiyor. Jean-Luc Godard, Peter Greenaway ve Edgar Pêra, bu üç kısa filmde sinemanın geleceğini keşfe çıkarken aynı zamanda üç boyut teknolojisinin de sınırlarını zorluyor. Godard'ın "Üç Felaket"i sesler, görüntüler ve yazıların bir araya geldiği bir fırtınayı andırıyor; Greenaway "Tam Zamanında" ile Guimarães kentinin dört bir köşesini keşfe çıkıyor; Pera'nın "Cinesapiens"i ise sinemada geçen, oyuncaklı bir bilimkurgu. Cannes Film Festivali'nin Eleştirmenlerin On Beş Günü bölümünün kapanış filmi olan 3X3D, üç boyut teknolojisiyle sinemanın özünü üç kat inceliyor.

17 Eylül 2013

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #2 Kara Ev


Geçen yüzyılın başlarında yaşayan Albert Fish adlı katilin işlediği cinayetlerin benzerleri küçük kasabada işlenmeye başlanınca meçhul katile "Balıkçı" adı takılır. Bu cinayetler sapık bir beynin ürünü müydü, yoksa bu sessiz kasabayı gizemli kötü bir güç mü sarmıştı? Emekli dedektif Jack'in açıklanması zor gündüz rüyalarının sebebi neydi? Ormanın ıssız bir köşesinde dehşet barındıran korkunç Kara Ev'deki kötülüklerle nasıl savaşacaktı?

Nedir? 

Stephen King ve Peter Straub'un güçlerini birleştirdiği roman Kara Ev, soluksuz okunan bir şaheser. İki yazarın daha önce yarattıkları Tılsım adlı romanın devamı niteliğinde görünen ama ondan bağımsız olarak değerlendirmenin daha isabetli olacağını düşündüğüm bir eser. Jack Sawyer adlı bir çocuğun hasta annesini kurtarmak için "Diyar" adı verilen öbür dünyaya yaptığı yolculuğun anlatıldığı Tılsım, fantazinin ötesine geçememişti. Ana karakterimiz Jack'in yıllar sonra hafızasını da  kaybettiği için yaşadığı tuhaflıklara anlam vermeye çalıştığı Kara Ev'i, Tılsım'dan önce okumanızı da tavsiye ederim.

Neden Uyarlanmalı?

Basit bir seri katil hikayesi biçiminde başlayıp, sizi tahminlerinizin ötesine bir noktaya ulaştırıyor Kara Ev. Neden uyarlanmalı sorusuna verilebilecek en makul cevap; bu hikayenin taşrada geçen seri katil filmlerini - ya da polisiyelerini diyelim- fantastik sinemayla kusursuzca birleştirecek olması. Korku sinemasının tükenme aşamasına geldiği şu dönemde böyle bir eserin türü besleyeceği göz ardı edilmemeli. Kısacası, mükemmel tasvirleri, unutulmaz karakterleri ve uzunluğuna rağmen bitmesini istemeyeceğiniz türden romanlardan diyebileceğim Kara Ev, türe hakim usta bir yönetmenin ellerinde canlanmayı bekliyor.

15 Eylül 2013

Diana 20 Eylül'de Sinemalarda


Galler Prensesi Diana'nın son iki yılına ışık tutan bir film Diana. Akademi ödüllü güzel oyuncu Naomi Watts'ın canlandırdığı Prenses Diana rolü, içinde çok naif ve duygulu bir kadını barındıran bir aşkın hikayesi. Downfall'ın yönetmeni Oliver Hirschbiegel'in yönetmenlik koltuğuna oturduğu Diana, içinizi acıtacak cinsten bir hikaye olarak lanse ediliyor. Kate Snell'in kaleme aldığı "The Clink" kitabından sinemaya uyarlanan Diana, bir insanın gerçek aşkı ve mutluluğu nasıl bulduğunu, sosyal sorumluluk duygusunu ve hak ettiği aşkı anlatıyor.

Yönetmen Oliver Hirschbiegel, Diana'nın bir biyografi değil, bir hikaye olduğunun altını çiziyor. "Diana, tüm dünyaya mal olmuş ve herkesin sevgisini kazanmış bir kadın. Böyle bir karakterin filmini yapmak büyük riskler içeriyor. Biz Galler Prensesi Diana'nın iç dünyasındaki karanlıkları aydınlatmak için bu filme başladık. Ve bunu başardık diye düşünüyorum" diyor.

Londra prömiyeri sonrasında eleştirilerin odak noktası oldu Diana. İngiliz sinema yazarları Diana'nın pembe dizi havasında olduğundan ve filmin amacının ne olduğunu kestiremediklerinden dem vurmuşlar. Naomi Watts'ın Diana performansı da pek beğenilmemiş duyduğumuz kadarıyla.

         

13 Eylül 2013

The Village ve The Devil's Backbone


The Village

M. Night Shyamalan’ın büyük tartışmalara sebep olan filmi ‘Köy’, yönetmenin düşüşe geçmeden önce çektiği son başyapıttı. Seyircisini, 19. Yüzyılda, küçük bir köye ve onların korku dolu yaşantısına ortak eden Shyamalan, yine tüm hikayeyi akıllardan çıkmayacak bir sürpriz finalle bağlayarak, şok etmesini bilmişti. Tartışmaların odak noktasında da bu sürpriz final sonrasında hikayenin ütopik bir hal alışı ve ideolojisi yer alıyordu. Ancak bu daha çok eleştirmenleri ilgilendiren bir durumdu. Seyircinin derdi ise korkuyu doyasıya yaşamaktı. Temel sorun filmin klasik bir korku hikayesi olarak pazarlanması ve aslında Shyamalan’ın korkutmaktan çok korkunun kendisi üzerine bir film çekmiş olmasıydı. Sürprizin erken ifşa olması da bir grup seyircinin canını sıkmıştı. Ne var ki, bahsettiğimiz durumlar filmin başarısını gölgeleyemedi. Dönem filmi estetiğini önce korku janrına adapte edip, sonra yerle bir eden ve dramatik hikayesini korku sinemasından aldığı referanslarla, korku janrı üzerinden anlatmayı deneyen Shyamalan, film bittiğinde, seyircinin kurduğu ütopik dünyayı ve filmi düşünmelerini istiyordu. Bu düşünce yapısına rağmen, iyi kotarılmış korku ve gerilim sahneleri ve bilhassa atmosferiyle akılda kalan Köy, son 10 yılın en yaratıcı korku filmlerinden biri olmayı başardı.


The Devil's Backbone

Korku janrına hakim bir isim olan Guillermo Del Toro'nun üçüncü uzun metrajı Şeytanın Belkemiği (The Devil's Backbone), İç savaşın yerle bir ettiği İspanya'da bir yetimhaneye bırakılan 10 yaşındaki Carlos'un gözünden bu ıssız yetimhanede yaşanan olayları anlatılıyor. Cinayete kurban gitmiş bir çocuğun hayaletinin dolaştığını ve hikayenin düğümünün de bu olayla bağlantılı olduğunu belirtelim. Del Toro, hayalet hikayesini, iç savaşta yetim kalmış çocukların dramına destekleyici bir unsur olarak kullanmış. Zira, filmde klasik bir hayalet hikayesi olmasına ve alt türün klişeleri kullanılmasına karşın korku hep ikinci planda tutulmuş. İç savaşın yarattığı karmaşayı filmin her anında hissedebiliyoruz. Gerçekçi ve minimal bir iç savaş portresi çizen yönetmen, korku filmi beklentisiyle yaklaşılmadığı takdirde seyircisini tatmin edebilen, samimi bir filmle baş başa bırakıyor. İç savaş fonunda bir korku hikayesi anlatmasıyla da Pan'ın Labirenti'ni akla getiren fantastik ve korku değişkeni dışında hikayesini birer çocuğun bakış açısıyla anlatmalarıyla da iki film arasındaki benzerlik gözden kaçacak gibi değil doğrusu. Sonuç olarak; görselliği ve iyi oyunculuklarıyla da akılda kalan başarılı bir korku/dram olduğunu söyleyebiliriz. 

10 Eylül 2013

RoboCop'tan İlk Fragman ve Detaylar


Bir nevi yeni sürüm RoboCop olarak da adlandırabileceğimiz 1987 tarihli bilimkurgu klasiği RoboCop'ın yeniden çevrimi 2014'te gösterime girecek. Siyah RoboCop tasarımıyla hayranlarından büyük tepki alan ilk görseller sonrasında filmin fragmanından da umduğumuzu bulamadık açıkçası. Aynı hikayeyi yeniden işleyen ekip, yaratıcılıktan nasibini almamış anlaşılan. Kadrosunda Gary Oldman, Samuel L. Jackson, Michael Keaton gibi usta isimleri barındıran RoboCop, çabuk unutulacak bir remake olacak kuşkusuz. 

Hollywood, sırtını artık yeniden yapımlara yaslıyor fakat bu filmlere o kadar da güvenmedikleri yönetmen seçimlerinden anlaşılabiliyor. RoboCop'ın yönetmen koltuğunda oturan Brezilyalı isim Jose Padiha, ülkesinde başarılı olmasına karşın bilimkurgu sinemasına uzak bir isim. Bu çapta bir proje için yetenekleri sorgulanmayacak bir yönetmen tercih edilmeliydi.

               

9 Eylül 2013

The Paperboy


"fill the holes with facts, not flowers."
- Pete Dexter, The Paperboy (The Book)

Sena Gönendik Yazdı
1960'ların Amerika'sı aynı adlı romandan esinlenilerek yapılan The Paperboy (Gazeteci Çocuk) filmiyle karşımıza çıkıyor. Filmin yönetmen koltuğunda Precious (2009) filminden tanıyacağımız Lee Daniels oturuyor. Senaristliğini ise Pete Dexter (kitabın yazarı olur aynı zamanda) ve yine Lee Daniels üstlenmiş. Filmin başrollerinde ise Zack Efron (High School Musical, 17 Again), Nicole Kidman (The Hours, The Others, (Cold Mountain), Matthew McConaughey (How to Lose a Guy in 10 Days) ve John Cusack (Identity, The Raven) var. Ki bence esas kadın olan Anita (anlatıcı) rolünde ise Macy Gray var. 

Jack, Ward, Yardley, Charlotte dörtlüsünü bir araya getiren mektupların baş kahramanı olan Hillary, şerifi öldürmek suçundan -sahte delillerle- idama mahkum edilmiştir. Onun suçsuzluğunu kanıtlama görevini de dörtlümüz üstlenmiştir. Ward ve Yardley'nin amacı kariyerinde yükselmek olurken, Charlotte'un ise beyaz atlı prensine kavuşmaktır. Jake'in ise yegane amacı Charlotte'a -ilk  ve tek aşkı- yakın olmaktır. Hikaye derinleştikçe daha karanlık bir dünya çıkıyor karşımıza.

Filmin türü olarak gerilim dense de gayet durağan ilerliyor. Olayların belli bir akışı olduğu söylenemez. Bir anda başka bir şey beklerken, konuyla ilgisiz başka bir gerçeği öğreniyoruz. Beni şaşırtan asıl durum ise Zack Efron'un oyunculuğu oldu. Lise Müzikali'nde zıplayan ergen tavırlarından yoksun, gayet olgun bir tavırla karşımıza çıkıyor.

Filmde seks, alkol, cinsel istismar'ın dışında sık sık vurgulanan bir diğer konu ise "siyahi ırkçılık" ve eşcinsellik. Abd'de belki de bitmek tükenmeyen aşağılamalara maruz kalan bu iki kanayan yara bir hayli sert verilmiş filmimizde. Ward'ın eşcinsel olması ve "tadının" zenciye kayması ve bunu Lee Daniels'ın çok sert bir sahneyle beyaz perdeye getirmesi belki de 1969 yılındaki Stonewall ayaklanmasına bir göndermeydi. Stonewall ile ilgili linki yazının sonunda paylaşacağım.

Senaryodan çok, olayın veriliş tarzı ilgimi çekti. Her sahne kendi içinde bir aşırılık, bir sertlik barındırıyordu. Film çok ciddi anlamda sertlik içeriyor. Özellikle Charlotte ve Hilary'nin hapisten çıkıp, Charlotte'a koşmasıyla başlayan cinsel şiddet Charlotte'un sonunu getiriyor. Charlotte bunu tam olarak itiraf edemese de... Charlotte, sadece mektuplardan tanıdığı beyaz atlı prensinin hapisten çıkmasını istiyordu. Ward ve Yardley ise hikaye ve kariyer peşindeydi. Ama Hilary olayının getireceği sonuçların kimse farkında değildi. Bu olay bize " ne dilersen dile, ama hayırlısını dile" sözünü hatırlatıyor.

Nicole Kidman ve John Cusack güzel bir iş çıkarmış, aralarındaki uyum oldukça iyiydi film boyunca. Amma velakin Matthew McConaughey için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Hayat verdiği karakterden midir bilemeyeceğim ama oldukça düşük bir performans sergilemiş filmde.

Filmle ilgili son olarak sizinle paylaşmak istediğim şey ise; Jake'e deniz anaları saldırıyor ve alerjik reaksiyon gösterdiği için Charlotte, Jake'in üzerine işiyor. Bu sahnenin gerçek olduğuna dair bir açıklama gelmiş. Nicole Kidman, Zack Efron'un üzerine gerçekten işemiş!

Kadrosu sağlam olmasına rağmen vasat bir filmdi. Oyuncular aşkına izleyici kazanıyor olması kaçınılmaz bir gerçek olabilir, ama biraz daha derinden bakıp öyle ele almak gerek filmi. 

Stonewall Ayaklanması için: Wikipedia

6 Eylül 2013

Saw (Testere)


James Wan’ın korku sahnesine çıkışı anlamına da gelen ilk filmi Testere, yarattığı seri katil Jigsaw ile 80’li ve 90’lı yıllarda Michael Myers, Freddy Krueger ve Jason ne anlama geliyorsa, 2000’li yıllardaki karşılığı oldu. Bir anlamda yönetmenin 80’li ve 90’lı yılların slasher mirasını devraldığını görüyoruz. Kurbanlarını suçlular arasından seçen ve onları hayatın değerini anlamaları için ölümcül bir oyun oynamak zorunda bırakan Jigsaw, klasik bir seri katil değil. Çünkü kurbanlarını ahlaki ve vicdani bir sorgulamanın içine çekip, onlara kurtulma umudu ve şansı veriyor. Keskin zekası, acımasızlığı ve davasına olan adanmışlığıyla intikam alan, kendisini tatmin eden seri katillerden ayrılıyor. En önemlisi de elbette kansere yakalanmasıyla başına gelen birtakım olaylar sonucunda insanlığa ve hayata bakışı değişen jigsaw'ın kendisini bir misyonu olduğuna inandırmış olması.

İlk filmde köhne bir odada uyanan ve ayaklarından zincirle bağlı iki insanın hayatta kalma savaşına tanık olduk. Flashback sahneleri ve polisiye örgüsüyle desteklenerek kapalı alan geriliminin dışına çıkabilen Testere, an be an artan gerilimi ve sürpriz finaliyle kısa zamanda bir efsaneye dönüştü. Film süresince yüzünü göremediğimiz ve kanser hastası olduğunu öğrendiğimiz Jigsaw, kutsal bir amaç (!) doğrultusunda hareket ediyor. ‘Gore’ sahnelere sebep olan yöntemini olmasa bile felsefesini anlayabiliyoruz. Yönetmen James Wan’ın kan ve şiddetin ön planda olduğu ve istismar sinemasına yakın duran tavrı, filmi ve amacını tartışılır kılıyor. Her şeye rağmen Testere, türe yenilik getirmemesine karşın ulaştığı nokta itibarıyla özgün sıfatını hak ediyor. Kan oranının artmasıyla ters orantılı olarak her yeni filmiyle kan kaybeden seri, 7. filmiyle nihayete erdi. İlk filmin başarısı tekrarlanamazken, bu başarıda James Wan’ın seyircinin dikkatini bir an bile dağıtmayan hikaye kurgusunun ve gerilimi derinden hissetmemizi sağlayan soundtrack çalışmasının hakkını teslim etmek şart.

Son söz: Üzerinden geçen 9 yıl gösterdi ki, ilk film etkisinde hiçbir şey kaybetmemiş. Mükemmel finali, seyirciyi hazırlıksız yakalayıp gerçek bir şok etkisi yaratıyor.

Arınma Gecesi (The Purge) 13 Eylül'de Sinemalarda


Her yıl bir gece, sonuçlarına katlanmadan her türlü suçu işleyebilseydiniz ne yapardınız? Bir ailenin tek bir gecede yaşadıklarını ele alan spekülatif gerilim filmi Arınma Gecesi'nde dört kişi, tehlikelerle dolu dış dünyanın evlerine zorla girdiğinde ne kadar ileri gidecekleri konusunda sınanacaktır. Suçun kol gezdiği ve hapishanelerin dolup taştığı Amerika'da hükümet, her yıl cinayet de dahil her türlü suç eyleminin yasal olmasına 12 saatliğine izin vermektedir.

Polis aranamaz. Hastaneler yardıma ara verir. Halkın, kendini ceza yoluyla düzene koyduğu bir gecedir. Şiddetin ve suçun her yeri sardığı bu gecede bir aile, bir yabancı kapılarını çaldığında, kim olacaklarının kararıyla mücadele edecektir.

Yıllık Arınma Gecesi sırasında James Sandin'in (Ethan Hawke) güvenlikli evine davetsiz bir misafir zorla girdiğinde bir aileyi parçalamakla tehdit eden bir dizi olay da başlamış olur. Şimdi geceyi saklandıkları canavarlara dönüşmeden geçirmek James'e, karısı Mary'e ve çocuklarına bağlıdır.

James DeMonaco'nun yönetmenliğini üstlendiği The Purge'un IMDB puanı 5.5 Dolayısıyla umut vaaat etmiyor diyebiliriz. Karar sizin!


5 Eylül 2013

İlk İzlenim: "Gravity"

Yakın geleceğe dair distopik bir hikaye anlatan ilk bilimkurgu çalışması Son Umut (Children of Men) ile büyük takdir toplayan Alfonso Cuaron, yeni filmi Gravity ile sıkı bir dönüş yapmaya hazırlanıyor. 3D teknolojisiyle desteklenen filmde George Clooney ve Sandra Bullock başrolleri üstleniyor. Gravity'nin hikayesi bakacak olursak; bir tıp mühendisi olan Dr. Ryan Stone'la son görevine çıkan deneyimli astronot Matt Kovalski'nin mekiklerinin parçalanmasıyla uzay boşluğunda yalnız kalmaları ve kurtuluş için umutsuzca çırpınışları konu edilmekte.

Bilim mi Mistisizm mi?
Elimizde filmin fragmanı ve kısa hikayesi dışında bir şey olmadığından, bizi nasıl bir film beklediği üzerine biraz fikir yürütmek istiyorum. Gravity'nin fragmanına bakarsak parçalanmış mekik etrafında dönüp duran iki karakterimizin yaşadığı gerilim dışında bir şey göremeyiz. O zaman şu sorudan başlayalım: Uzayda asılı kalan iki astronotun kurtulma şansı var mı? Cevap hayır. Bu noktada filmin bir yere varabilmesi için karakterlerimizin ister mistik isterse de başka bir canlı formunun müdahalesine ihtiyaç duyacağı tartışma götürmez bir gerçek. Peki Gravity hangi yoldan gidecek? Bu soruya net bir cevap vermek zor olsa da uzayın sonsuzluğunda ilerleyen iki bilim insanının mistik bir oluşla kurtuluşa erebileceğini ve belki de kendi geçmişleri veya gerçeklikleriyle yüzleşeceklerini öngörebiliriz  (bilim-din çatışması da olabilir). Şöyle de diyebiliriz: mekik parçalandığında hakiki bir açık alan gerilimine açılacak olan film, daha sonra derin bir sessizlik ve minimal bir anlatıyla -ulaşacağı noktaya göre- seyirciyi ikiye bölecek gibi görünüyor. Sonu itibariyle de gerilim ve aksiyon bekleyen seyircileri üzebilir.

Filmin eleştirisi için tıklayınız

Gravity'yi izledikten sonra hangi filmleri konuşacağız?
Ne olursa olsun Gravity'nin esin kaynaklarının başında Kubrick'in destanı 2001: A Space Odyssey geliyor. Bunu söylemek için belki çok erken ama görünen köy de klavuz istemez. İkinci filmimiz 2001'e selam çakan Brian De Palma bilimkurgusu Mission to Mars. Özellikle uzay boşluğunda ve uzayın derin sessizliğinde hayat mücadelesi veren karakterlerin yaşadığı gerilimle ciddi bir benzerlik kurabiliriz iki film arasında. Ve elbette öngördüğümüz gibi Gravity mistiğe açılırsa Mission to Mars'la olan ilişkisi ileri seviyede olacaktır. Eğer başka bir tür devreye girerse, James Cameron'un başyapıtlarından The Abyss'da okyanusun ışık görmeyen en karanlık kuytularına tek başına inen -uzayı andırırcasına- ana karakter Bud'ın hayatta kalıp kalamayacağı sorusuna verdiği cevap, Gravity'nin seçeceği yola göre iki filmi bağlayabilir.

Son söz: 2013 içerisinde çok sayıda bilimkurgu filmi izleyeceğiz. Bunların içinde Gravity, sessiz ve derinden gideni kesinlikle. Yılın sürpriz filmi olabilir. Gösterim Tarihi 11 Ekim