Jurek Becker’ın romanı Jacob the Liar, aynı adla 1975’te başarılı bir şekilde sinemaya uyarlanmıştı. Frank Beyer’in yönettiği Alman yapımı her ne kadar daha iyi eleştiriler alsa da, ben Peter Kassovitz’in kamera arkasına geçtiği, Robin Williams’ın başrolünü üstlendiği 1999’da çekilen Jacob the Liar’ı öneriyorum. Yeni versiyona bir yeniden yapım olarak bakmamak gerekiyor. Aynı romana getirilen farklı bir yorum söz konusu çünkü.
II. Dünya Savaşı sırasında Polonya Getto’larından birinde geçen filmde; tesadüfen bir radyo programına kulak misafiri olup, Rusların ilerleyişinin sürdüğünü bilgisini alan Jacob’ın bu bilgiyi arkadaşlarıyla paylaşmasıyla gelişen olaylar işleniyor. Nazilerin yasağına rağmen kendisinde bir radyo bulunduğuna inanılması ve bu haberin tüm Getto’ya yayılmasının ardından, kimseyi kendisinde radyo olmadığına inandıramayan Jacob’ın bu yanlış anlaşılmadan faydalanıp, insanların moralini yükseltmek için uydurduğu haberleri yaymaya başlaması, yer yer komik, yer yer dramatik anlar doğuruyor.
Oldukça kötü koşulların yaşandığı Getto’lardaki hapis hayatını beyazperdeye taşıyan film, bir umut hikayesi anlatıyor. Jacob yalanlarıyla insanlara umut aşılıyor. Dış dünya ile bağlantısı tamamen kopmuş bir halk için savaşın seyrine dair alacakları bir haberin ne kadar değerli olabileceğini görüyoruz. Umutsuzluk esaret altındaki insanları intihara sürüklüyor, onların dirençlerini kırıyor. Toplama kampından pek de farklı olmayan bir yerde yaşananlar üzerine trajedi ile mizah arasında ince bir çizgi çeken yönetmen, hikayesini kurduğu bu denge ile temiz bir biçimde anlatıyor. Özellikle hiç var olmamış bir radyonun yarattığı umut ve heyecan dalgası görülmeye değer. Atmosferi ve oyunculuklarıyla da başarılı bir iş çıkartıldığını düşündüğüm Jacob the Liar’ı, döneme, II. Dünya Savaşı’na ve Yahudi soykırımını işleyen filmlere ilgi duyanlara öneriyorum.